Kızmayacaksın.
Söyleyeceksin. Duyuyorsan cevap vereceksin. Yanlışsa doğrusunu ortaya
koyacaksın. Bileceksen soracaksın. Aklın var, kullanacaksın. Kullanmazsan
soramazsın. Sormazsan öğrenemez, bilemezsin. Bildikçe, öğrendikçe, anladıkça
zalimlerin zincirlerini kıracaksın, hiçbir tiranın kölesi olmayacaksın, bir
özgürlük fidanı gibi boy vereceksin toprağın bağrında, bir özgürlük anıtı gibi
dikileceksin zalimlerin karşısına. Bir harf bir zincir kırar. Öğreneceksin
kıracaksın. Unuttukça zincirleneceksin. Hatırladıkça zincirlerini çözeceksin.
Sana doğru diye gösterilenler bakarsın bir zincirdir ama sen bunu fark
edemezsin. Sen güneşi getireceğini sanırsın, seni sonu gelmez bir zindanın
içine atacaktır fark edemezsin. Bu yüzden her şeyin iki yüzünü görmelisin.
Kendi aklını kullanmalısın. Öyle şeyler öyle kutsal kılıflara sarılır ki,
içindekini görmek istemeden kabullenmek istersin. Niye? Çünkü kutsal
görmektesindir. Oysa kutsal olan yalanla sıvanmaz. Sen insana değil Hakka secde
edeceksin. İnsanın doğrusu değildir kutsal olan, Hakkın hakikatidir. Bir secde
bir zincir kırar anlayacaksın. Bir’in karşısında eğildikçe, binler sana
eğilecektir bileceksin. Eğildiğin Bir, eğileceğin binlerden korur seni
unutmayacaksın. Ruhunu unutursan ve bedenin dışına atarsan, bedeninin direncini
kırarsın ve menfaat kapısını açarsın, açılan kapıdan girerler, bedenini
yağmalarlar giderler. Kızına da, oğluna da varoluş anlamlarını öğreteceksin.
Yol işaretlerini söyleyeceksin. Öğretmezsen, söylemezsen, ödev bilincini
veremezsin. Bu şekilde de, onların özlerinin bozulmasının, sözlerinin
kaybolmasının, ödevlerinin unutulmasının önüne geçemezsin. Ruha inmeden, ruhun
mahiyeti bilinmeden, yolda doğru yürünmez. Doğru yürünmeyen yoldan sapmak kolay
kolar. Saptığın yola tekrar girmek zor olur. Sapmayacaksın. Aklın var. Putlara
tapmayacaksın. Putlaştırmayacaksın. Niye putlaştırıyorsun. Kim senden daha
akıllı? Putunda bulunan akıl sende de var, niye kullanmıyorsun? Putlardır seni
saptıran. Putlardır ruhunu çalıp bedenini yalnız bırakan ve yalnız kalan
bedenini sömürerek yaşayan. Sömürtmeyeceksin. Ruhunun ateşini
söndürtmeyeceksin. Ruhunun ateşi söndü mü sen yanarsın. Ruhunun ateşi yandı mı
sana yaklaşanlar yanarlar. Yakacaksın ama yanmayacaksın. Sen yanarsan közün
kalacak, arından gelenler közlerini yeniden alevlendirecekler, bunu da düşüneceksin.
Kül olmayacaksın. Savrulmayacaksın. Közün kalacak, sözün kalacak. Közünden,
sözünden yeniden doğacaksın. Hastalanmayacaksın. Yas tutmazlar. Sen pas
tutarsın ama. Seni iyileştirmezler. Sen hasta olduğun zamanlar iyisindir,
hastalığını fırsat bilenler için. Böyle kazanırlar senden zira. Rahatsız
olacaksın. Rahat olursan rahatsız etmezler. Rahatsız olmazsan da seni hep
yerler. Onlar doyarken sen aç kalırsın. Aç kalan güçsüz kalır. Güçsüz kalan
yolda kalır. Yolda kalan arkada kalır. Arkada kalan yok olur. Düşün, düşün,
düşün!
Kur’an, herkesin üzerinde
herkesin hakkı olduğunu beyan eder. Tıpkı erkeklerin kadınlar üzerinde,
kadınlarında erkekler üzerinde hakları olduğunu beyan ettiği gibi. Hem
erkekler, hem de kadınlar dinlerini gerçekten bilselerdi, aydınlar, âlimler,
politikacılar, dine gerçekten riayet etselerdi, dini bihakkın izah etselerdi,
dinin aslının öğrenilmesi için çaba içinde olsalardı, insanlarımız bu kadar
tagayyürata uğrarlar, günahlara giriftar olurlar, yollarını ve yönlerini şaşırırlar
ve yozlaşırlar mıydı? Tabi insanımız dinden bihaber olup bozulunca, bozulup
günahlara batınca ve günahlar yüzünden her şey şirazesinden çıkınca türlü
kötülüklere giriftar olmaktadırlar ve hayatlar alt üst olmaktadır. Böylece de
bozulmaları düzeltmek uğruna bitevi yeni alanlar açılmakta ve insanlar gönüllü
kurbanlar olmaktadırlar. Afyonlaşan dinle, ortak kabul edilen değerlerle,
vatanla sömürülmektedir. Haddizatında herkes insanların bozulmuşluğundan ve
cehaletinden kendilerine yeni kapılar açmaktadırlar. Çünkü bilmediğin zaman
bildiğini zannedenlerin kölesi, uşağı, maşası olursun. Böylece alt üst olan
hayatlar için yeni yeni kurtarıcılar ortaya çıkmaktadır. Yani yeni ve bol
kazançlı rant kapıları açılmaktadır. Dini hayat sahasının dışına itmek
isteyenlerin ya da dinle geçinmek derdinde olanların en büyük emellerinden
biride budur işte. İnsanlar bozulmasaydı, dinlerini bilselerdi ve yaşasalardı,
insanların kendi özlerine yabancılaşmalarının ve yozlaşmalarının sonucunda
büyük rant elde edenlerin varlığı diye bir şey olabilir miydi? Dinden
geçinenler diye birileri var olabilirler miydi? Kendi milletinin emrinde hizmet
vermeyen medya kendine alıcı bulabilir miydi? Kimlik ve din düşmanı insanlar,
peşlerini takip eden insanlar bulabilirler miydi? Kumar, fuhuş, faiz, eroin ve
muhtelif kötülüklerin baronları insanlığa hükmedebilirler miydi? Şeytan sizi
Allah ile aldatabilir miydi? İnsanları Allah ile aldatanlar, insanları
aldatmayı başarabilirler miydi? Çünkü insanlar bozuldukça, kazananlar bunlar
olmaktadırlar. İnsanları da işte tam da bu yüzden bozmaktadırlar, dinden
uzaklaştırmaktadırlar. Bozulmayan insanı köleleştirmek imkânsızdır. Kalp
bozulmasaydı hükmünü nasıl vereceğini bilirdi, akıl bozulmasaydı nasıl yargıda
bulunacağını bilirdi. Çünkü bozulmayan insan efendi kabul etmez. Onun efendisi
bellidir. Ne hazin ki, bütün bunlara rağmen insanlarda hala uyumaktadırlar.
Gerçekleri gördükleri halde algılayamamaktadırlar. Belki bakmaktadırlar ama
görememektedirler. Çünkü bütün algı sistemleri alt üst edilmiştir. Allah kurtarsın
diyeceğim ama insan önce kendi kendini kurtarmak için samimi olarak gayret
göstermelidir. Dini öğrenmeyen, dinin öğretilmediği insanlar kötülüğe
bulaşsınlar ve suçu dine hamledelim, biz böyleyiz işte. İnsanı bozalım, erkek
kadını katletsin ama suçlu bozduğumuz insan ve bozanlar olarak biz olmayalım,
din olsun öyle mi? Bu kadar basit mi? tabi burada asıl suç, dini tahrif ve
tahrip eden ve üstüne kendilerini dinin müntesibi olarak görenlerindir. Dini,
çıkarlarına alet etmek için kullanıp, aslını anlatmaktan ve yaşamaktan imtina
etmeleridir. İnsanların bozukluklarını dinle tedavi edeceklerine, şeytaniler
gibi insanların bozukluklarından istifade ederek rant elde etmeyi
düşünmektedirler. ‘’Bozulduğu zaman insandan daha korkunç bir yaratık yoktur’’
der Sophokles ve gerçekten haklıdır. Çünkü akıl sahibinin bozulması cehenneme
davetiye gibi bir şeydir. Allah, hepimizi ıslah etsin!
Biz insançocuklarının
başımıza her ne kötülük gelirse kendi ellerimizle işlediklerimiz yüzündendir.
Bir video izlemiştim, bir Şii âlim nefis muhasebesi yapıyordu ve isyan
ediyordu, ‘’biz Müslümanlar bugüne kadar hep birbirimizi kötüledik,
birbirimizin günahlarını gündem yaptık, birbirimize düşmanlık ettik ve bu
düşmanlığı nesillerimize tevdi ettik, buradan da bitmeyen tefrikalara giriftar
olduk ve düşman buradan aramıza sızdı, bizi birbirimize kırdırdı, elanda
kırdırmaya devam ediyor, düşman nezdinde Sünni-Şii diye bir şey yoktu, hepimiz
aynıydı ama kendi aramızda ayrıydık ne garip, Müslüman dünyadan başka yerde kan
akıyor mu? Allah diyerek birbirimizi öldürüyoruz. Biz kardeşliğimize sahip
çıksaydık, düşman gelip bizim aramıza girip bizi bölemez ve birbirimize düşman
edemezdi’’ diyor. Yani kendimiz ediyor, kendimiz buluyorduk. Bu mutlak ve yüce
hakikate kör ve sağır kaldıkça ne madden ne de manen terakki kaydetmek kabil-i
mümkün değildir. Terakki kaydederiz ama sahici bir terakki olmaz bu. Doğru
işler yapmamız, isabetli kararlar vermemiz, ahlaklı ve adil olmamız muhal ender
muhaldir. Böyle olmayınca da kötülüklere giriftar olmaktan kurtulamayız ama
niye böyle olduğunun sebebini de bir türlü bulamayız. İnsan havf ve reca
arasında yaşar. Hangi korkuyla kendini düzeltecek, hangi ümitle korkularını alt
ederek gönül rahatlığıyla yoluna devam edecektir. İnsanları hakikatten
uzaklaştırmak için değil hakikate yaklaştırmak için yaşamalıyız. İnsanların
hakikate yabancılaşmaları, hakikatten uzaklaşmaları nice kötülüklerin tezahür
etmesini intaç edecektir, binaenaleyh teennili olmak mecburiyetindeyiz. Ama
insanların indinde hakikatin pek hükmü yok gibi sanki. Bu iyi değil! Evet,
belki fark etmiyor olabiliriz hayatın bunca meşgalesi arasında ama maalesef
derinden ve inceden bakarsak bu saf gerçektir. Giderek hakikatten
uzaklaşıyoruz. Eğer hissiyatla ve hassasiyetle müşahede edersek bunu sarih olarak
fark edebiliriz. Hissiyatlarımız körelmişse, insanlığa dair hassasiyetlerimiz
dumura uğramışsa diyeceğim yoktur. Mütemadiyen yozlaşıyoruz ve birbirimizin
acılarına körleşip, sağırlaşıyoruz. Bu da yalnızlığa ve umutsuzluğa itiyor
bizleri. Ancak bizler kardeşiz ama kardeşliğin değerini bilmiyoruz, kardeşliği
adeta katlediyoruz. Sanki kardeşe ihtiyacımız yokmuş gibi. Bu durum yüreği
acıtıyor. Oysa bizim kutsal ve kadim kültürümüzde, kardeşin derdiyle dertlenmek
vardır, kardeşi dertlere giriftar edip onu dertlerle baş başa bırakmak değil.
Elde ettiğimiz dünya nimetleri hakikati görmemizi, anlamamızı engelliyor
maalesef. Kazandıklarımızla sarhoş oluyoruz, derin uykuya dalıyoruz. Dünyanın
fani olduğunu, bir hesabın olduğunu unutuyoruz. Ruhumuz boşalmış, beynimiz
donmuş ve dinimizi, kimliğimizi umursamıyormuşuz gibi bir tavır içindeyiz
sanki. Belki zevahirde direkt olarak yansımıyor ama hissettiğiniz zaman çok
inceden fark ediyorsunuz. Allah kurtarsın ve korusun. Âmin. Ama hep dediğimiz
gibi, önce sen kendini kurtaracak ve koruyacaksın. Dünya denilen leşten pay
kapmaya çalışırsan ve asli ödevini ihmal edersen maalesef batarsın ve bitersin!
Coğrafyan yağmalanır, neslin tükenir, milletin esir olur, devletin çöker ve
bütün değerlerin çürür. Hiç akletmiyor musunuz?
İnsan bugünde durur. Şu an
şurada duruyorum. Şurada durduğum şu andan geride kalan ne varsa artık dünde
kalmıştır ama aynı zamanda beni de oluşturmaktadır, benim birikimimdir. Dün,
onu yani insanı bugüne getiren toplamdır. Yarın, dünden istifade ederek, bugünden
karar vererek kendisini var edecek zamandır ama belirsizdir. Belki de yarın
diye bir şey yoktur, o her gün bugündür. Her an bugün olarak ulaşırız yarına.
Yarın karanlıktır, ona yürüyerek onu aydınlatır ve bugün kılarız. Diyeceğim o
ki, iyi ya da kötü, güzel ya da çirkin, doğru ya da yanlış, olumlu ya da
olumsuz, dünde ne varsa insana aittir. Çünkü o dünü yaşayarak yapan insandır.
İnsan, dünü inkâr edemez, çünkü dünle var olduğu için kendisini de inkâr etmiş
olur aksi takdirde. Baban kötü de olsa, iyi de olsa, kendisini inkâr edebilmen,
reddedebilmen mümkün müdür? İnkâr edemezsin. Belki reddedersin ama sende ki
izlerini silemezsin. Yani dilde reddedersin, beyinde ve gönülde reddedemezsin.
Çünkü baban senin damarlarındadır. Şimdi; bir tarihin var mı? İyisiyle
kötüsüyle senin tarihin mi? Senin bireysel kaderine de etki eden bir tarih mi?
Yani milletinde izi olduğu kadar sende de izi vardır. İstesen de silemezsin o
izleri. Öyleyse tarihine yani mazine saygı duymak zorundasın. Bak
sevmeyebilirsin belki ama saygı duymak zorundasın. Tarih bir ders kitabıdır.
Hayat kitabıdır. Öğreticidir. Uyarıcıdır. Öldür de oldurur da, bu sana bağlı
elbette. Tarihin ölürse sen de ölürsün bunu da unutma. Çünkü tarihin,
damalarında dolaşan kanın gibi dolaşır damalarında. Tarihiniz sizin
tarihinizdir. Tarihiniz sizin kimliğinizdir. Tarihiniz sizin dininizdir.
Tarihiniz sizin devletinizdir. Tarihiniz sizin vatanınızdır. Üzerinde gök,
altınızda yerdir. Tarih zengin, derin, engin ve güçlü bir hamuledir, mirastır.
Yanlış anlaşılma olmasın bir noktada; dininizdir derken idrak edilmesi iktiza
ediyor, İslam mertebesine çıkarmıyoruz elbette, taş kafalılığın, alıklığın
lüzumu yok. Şöyle izah edelim; Üstad Cemil Meriç ne diyordu? ‘’Yıkın tüm
mabetleri, yakın tüm Kur’an’ları, düşmanın gözünde siz Osmanlı çocuklarısınız,
Osmanlı yani İslam’’ diyordu. İşte anlatmak istediğimiz şey budur, tarih sizin
dininizdir derken. Bizim ödevimiz, mirası, hamuleyi reddetmek değildir, ondan
istifade etmektir. Düşünceleriniz, duygularınız her ne olursa olsun bunu
yapmanız icap eder, aksi alıklıktır, taş kafalılıktır. Körü körüne zengin bir
mirası reddedecek kadar aptal olabilir miyiz? O mirasın sahibi ve kullanım
hakkını elinde bulunduran ise, insandır. İnsan, ya mirası yiyip tüketecek ya da
aklını ve yüreğini kullanarak o mirastan istifade ederek daha da güçlü ve
zengin olacaktır. Redd-i Miras yapmanın düşünceyle alakası yoktur. Çünkü o
ortak değerdir. Hangi düşüncenin taşıyıcısı olursan ol, o devasa zenginlikten
istifade etmen senin akıllılığını, zekâ düzeyini gösterir.
Şimdi insan yaşar! Bir ömrü,
muayyen zaman süreci dâhilinde, bir yolda olduğu halde yaşar. Uzun, ince, dar,
katı, sert, aydınlık ama karanlık, soğuk ve sıcağın keza kederin ve sevincin
hakeza galibiyetin ve mağlubiyetin bir arada olduğu, dikenlerle ama aynı
zamanda güllerle dolu, dostların ama aynı anda düşmanlarında bulunduğu bir
yolda yürür. Saydığımız özellikler neyi işaret ediyor? Yani sert ve katı
realizmin dominant olduğu bir yolda yürüyor insan. Dikensiz gül bahçesinde
yürümüyor yani. Bedelsiz ve ıstırapsız bir hayatı yaşamıyor. Ruhuna ve bedenine
dokunuyor her şey. Bunu ıskalamamalı, bu duruma kör olmamalı. Evet, idealizm
peşinden gidiyor ama ideale, realizmin dar, karanlık ve soğuk sokaklarından
gidiyor. Göğe uzanmak istiyorsunuz değil mi? Ama yere bastığınızı da
biliyorsunuz. Gök aydınlık ve karanlık yer! Realizmden kopmak sizi hayal
âlemine mahkûm edebilir ve bitevi yanlışlara sevk edebilir. Tarihten bahsettik.
Tarih övgü ve yergi malzemesi değildir. Aklın varsa ders alırsın, alıksan çakılır
kalırsın. Tarihte ki gibi olmak! İşte bu büyülü bir dünyadır. Gönül şenlenir,
beynin göklerinde yağız atlar kişner vehleten böyle bir duyguya kapılınca,
düşünceye yönelince. Evet, yanlış varsa tekrarı olmasın ama öyle olsun ister.
Velakin bir hayale takılıp kalıpta realizmi de ıskalamamalıdır. Bilakis büyük
yol kazalarına sebebiyet verilebilir. Elbette bir altın çağda yaşamak ister
gönül. Ama kabil midir? Ya da oldurmaya çalışmak ve realizm fırtınasının olanca
sertliğiyle estiği dünyada böyle bir şeyin peşinden koşmak akıllıca mıdır?
Birileri bir şey yapmıştır ama yapacak argümanlara ve enstrümanlara maliktir.
Bunlar sende yoksa aynı şeyi yapmaya çalışman beyhudedir. Ki, Allah demiyor mu;
‘’eski dönemlerde ki insanların gücünün bugünün insanın gücünden kat kat fazla
olduğunu ve bugünün insanlarının onların yaptığını yapmasının kabil olmadığını
ama onların bile mutlak sondan kurtulamadığını?’’ Binaenaleyh, bir çağda
yapılanları başka bir çağda yapmak istemek başka şeydir, yapabilmek başka bir
şeydir. Yapmak istersin belki ama aynı argümanlara ve enstrümanlara malik
değilsindir ve yapmanda kabil değildir ve yapmaya çalışırsan büyük bedeller
ödemen iktiza edebilir. Bir şey yaparken karşılaşacağın şeyi bilmen ve o şeye
karşı koyabilmen ama karşı koyuş gösterecek gücü de bulabilmen icap eder. Altın
çağlarda böyleydi. Aynı şeyler için, ilk evvelde muhkem bir altyapının teşekkül
ettirilmesi iktiza eder. Peki, bu şey realist dünya da nasıl kabil olacak? Önce
kendini, zamanını, koşullarını, dünyayı, coğrafyanı, argümanlarını ve
enstrümanlarını çok iyi bilmen elzemdir. Kendini ve kendinin ne yapabileceğini
bilmen ayrıdır, birilerinin senin aynı şeyi yapabileceğini söylemeleri ayrıdır.
Böyle bir şey zımni bir manipüle de olabilir ve tuzak bulunabilir sonunda.
Hülasa; kendini ve kendin olduğun halinle ne yapabileceğini muhakkak görmen,
bilmen, anlaman, kavraman, sezmen, hissetmen gerek. Taş yerinde ağırdır. Elde
etmek istediklerin yüzünden elindekinden de olabilme ihtimalini asla sarf-ı
nazar eylememek, sağlam ve emin adımlar atmanın önkoşuludur. Bir ferdin kuvveti
bellidir. Birisi, kuvvetinin tahammül edemeyeceği bir şeyi taşıyabileceğini
söyleyerek kuvvetini aşan bir yükü yüklenmeni söylerse ne olur? Elbette yükün
altında kalırsın. Çünkü herkes taşıyabileceği kadar yük yüklenir ki Allah’ın da
sünneti böyledir. Binaenaleyh olabildiğince teennili olunmalıdır. Altın çağdaki
gibi olabilirsin olduğun hal içinde ama altın çağdaki gibi yapamazsın
bulunduğun hal içinde. Olan olduğu gibi yapmıştır ama olan gibi değilsen, olan
gibi değil olduğun gibi yapmalısın. Öylesin öyle yap deniyorsa, durup
düşünmelisin. Yine söylenene göre hareket et ama durup düşündükten sonra. Hayal
etmek güzeldir ama reel duruma da kör olmamak iktiza eder. Çünkü her çağ başka
bir çağdır ve kendine özgü durumlarıyla birlikte gelir. Zira tarihin tekerleği
geriye dönmez daima ileriye doğru döner. Burada kompleks yoktur. Burada reel
duruma göre tavır almak vardır. Burada yürüdüğün yolu bilmen iktiza ettiğinin
ikazı vardır. Korkaklık değil teennili olmanın, terakkinin muktezası olduğu
gerçeğinin ifşası vardır. Terakkiye ket vurma değil, sağlam ve gerçekçi
terakkinin başarılması icap ettiğinin şifresi vardır. Hem ideal olana gidelim
derken hem de reel olanı görmezlikten gelmeyelim uyarısı vardır. Yani taktik ve
stratejik olalım teklifi, tavsiyesi vardır. Zira düşman tam da bu şekilde
davranmaktadır. Yani şimdi, biz altın çağda değilken ve olma imkânımız yokken,
sanki altın çağdaymışız gibi davranmak akıllılık mıdır yoksa alıklık mıdır?
Demek istediğimiz budur. İdeal olanı isterken, reel olanı görmezsek çakılır
kalırız. Allah basiret, feraset sahibi kılsın hepimizi. Âmin.
Herkes için ortak olan
olgulardan bahsettik. Fikirlerin bile tesirsiz kaldığı ve spontane
sahiplenilecek, savunulacak olgulardan. Yani fikre göre tolere edilebilir ya da
reddedilebilir olmayan olgulardan. Vahiyden bahsettik. İnsandan bahsettik.
Tarihten bahsettik. Vatan dedik mesela, herkesin ortak yurdudur ve mukaddestir.
Vatan demişken bir varlıksal coğrafyası vardır insanın, kendini gerçekleştirmek
için deruni yolculuk yaptığı, mana boyutlu eylemler gerçekleştirdiği, bir de
maddi coğrafyası vardır millet olarak varoluşunun gerçekleştiği. Maddi
coğrafyası belki muayyen sınırlarla tahdit edilmiş olabilir ama varlıksal
coğrafyası düşlerinin uzanabildiği ama aynı zamanda düş kurmaya hakkı olduğu
tüm coğrafyaları kapsar. İnsan kendi varoluş mücadelesini verirken aynı anda
milletinin varoluş mücadelesini de verir ve burada kendi varlıksal
coğrafyasında ne kadar muvaffak olursa maddi coğrafyasında milletinin varoluş
mücadelesinde de o kadar dirençli ve muvaffak olur. Bahusus Türk Milleti
nezdinde vatan olgusu, uğruna can adayacak mesabede önemlidir, kutsaldır. Bu
milletin hiçbir unsuru nezdinde bu kutsal gaye değişmez. Bunun en belirgin
örnekleri de Ömer Halis Demir ve Fethi Sekin isimli şehitlerimiz nezdinde tüm
şehitlerimizdir. Bu insanların rengi, düşüncesi ne olursa olsun, vatan
savunmasında o renkler, düşünceler etkisiz kalırlar. İşte demek istediğimiz tam
da budur. Bu vatanın adı Türkiye’dir dedik. Kuzey’den Güney’e, Doğu’dan Batı’ya
Türkiye’dir. Türkiye, Osmanlı’nın közlerinden doğmuş bir ülkedir. Madden ceddi
gibi olmasa da ceddinin manevi mirasını devralmış bir ülkedir. İnsanlığın son
adası hüviyetini taşıyan bir coğrafyadır. Kadim medeniyetlere beşiklik yapmış
topraklar üzerinde vücut bulmuş bir vatandır. Kanla sulanarak vatanlaştırılmış
coğrafyalardır bu coğrafyalar. Bu böyle gelmiştir, böyle gidecektir. Hiçbir
şahsın etkisi yoktur bu isim üzerinde, bizlere göre kadim bir isimdir.
Değişmez, değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez. Bu vatan var
olduğu ve var olacağı haliyle bir bütündür, asla parçalanmaz, parçalanmasına
müsaade edilemez. Yani bu vatan emperyalistlerin ve uşaklarının dikteleri ve
arzuları doğrultusunda ameliyat masasına yatırılamaz. Bu gerçeği kabul
etmeyenler ve kabul etmedikleri için bu gerçeğe ihanet edenler (kabul etmeyip,
saygı duymak ve durduğu yerde durmak farklı bir durumdur), eceline susamış it
gibi algılanırlar ve mutlaka bedelini öderler. Herkes bunu böyle bilmelidir.
İsmi değiştirilecek ve kaybedilecek bir karış vatan toprağı yoktur. Her kim ki,
bunun aksini söylüyor, o, taş kafalının, alığın tekidir ve mikrop gibidir,
eninde sonunda o mikrop yok edilir, o mikrobun bünyeyi işgal etmesine asla izin
verilmez. Bizim kaybedecek, terk edecek, peşkeş çekecek bir karış, bir milim
toprağımız yoktur hatta bunun ifadesi bile absürttür haddizatında. Bu izahlar,
ne dinle ne de kimlikle ve kadim tarihle asla çelişmez. Ki, Koca Sultan
Abdülhamit Hanın Siyonist Theodor Herzl’e verdiği cevap hepimizin malumudur.
Zaten, din de, vatanın can, kan pahasına korunmasını emreder. Bu vatanın evladı
olmaktan gurur duyanlar bu gerçekleri bilmeli, bu gerçeklerden zerre taviz
vermemeli ve sorumluluklarının ağır yükünü taşımayı bilmelidirler. Bunu
yapmazlarsa, kızılmasın ama şerefsizce yaşamaya layıktırlar. Çünkü bu dünya da
Allah’tan gayrı dostları yoktur. Türk Milletinin yegâne dayanağı, sığınağı,
korunağı ve dostu Allah’tır. Üstad Cemil Meriç’in sarih ve bedihi ifadesiyle
de; ‘’Olympos Dağı’nın çocukları, Hira Dağı’nın evlatlarını asla
kabullenmeyeceklerdir.’’ Olay budur. Gerisi angaryadır!
Yazı serimizin sonuna
yaklaştığımız için bundan sonra söyleyeceklerimizde, önceki söylediklerimizle
küçük benzerlikler olabilir, tıpkı bir şarkının nakaratları gibi. Nihayetinde
bir varoluş türküsünü terennüm ediyoruz. Gönülde sonsuz hisler, sezgiler var
ama dile getirmek zor oluyor. Düşsel bir dünyayı, yeryüzü coğrafyası, mahiyeti
mucibince, yeryüzüne indirmeyi muhal kalıyor. Düşleri yarım kalan ya da yarım
bile olmayanlarız! Sadece kurarız düşü. Mesela; Cudi Dağında kardeşçe kardeş
türküler söylemek vardır deriz bir an. Uzar gider ufuklara bu düş, bir ucu
gönlünde kalır, düşlerinde kalır ama. Gökyüzünde pervaz eder, kaybolmaz, öylece
durur orada, an gelir yine düşlersin, iç geçirirsin. Kalır! Bazen indi düşler
kurarsın. Kurarsın sadece! Hayat gariptir düşleri olanlara, kendini anlayanlara
acımaz. Düşleri olmayanlarda hayattan anlamaz. Offffffffff… Geçelim! İnsan
çelişik bir varlıktır. Bazen milleti, delirtir kendisini ama yüreği dayanamaz
yine sevgisini esirgemez milletinden. Bazen kalın gelir kendisine bile iç
sesleri, hayat der geçer gider, inceltmeye çalışır elinden gelirse kalınları.
Vatanını bile sevmez bazen. Devletine kızar. Garip duygulanımlardır bunlar.
Sadece hissedersin ama izah edemezsin. Tatlı kaçkınlıklardır! Haddizatında
seversin de sevemezsin, kızarsın da kızmazsın. Birbiri olmadan olamayacak
şeylerdir çünkü bunlar. Yürek titremesinin dışa vurumu, içsel varoluş
kıpırdanmalarıdır. Milletiz biz. Bir adımız var. Kadim bir ad. Dışımız Türk’tü.
İslam olduk, içimizde Türk oldu. Kalın Türk’tük, İslam bizi inceltti.
Kozmopolitan bir görünüm arzetse de halimiz, filhakika ateşte pişip erimişiz.
Bir olmuşuz, iri olmuşuz, diri olmuşuz. Biz olmuşuz! Bu milletin içinde
muhtelif halklarda yaşamaktadır. Ama bu vatan sathında büyük çoğunluğu
oluşturan ve dominant unsur olan millet Türk Milletidir. Bu izahlarımız, diğer
kardeş halkların yok olduğu ya da yok sayıldıkları anlamına gelmez,
gelmemelidir. Kimse de böyle algılamamalıdır. Ki, ben, burada bu vatanın sahibi
olan unsurlardan söz ediyorum. Yani aynı dine, tarihe, töreye, geleneğe,
kültüre sahip unsurlardan söz ediyorum. Yoksa hariçten gelipte burada
yaşayanlardan bazıları, misafir olanlardır ve onlar görevlerini, bu millette
onlara karşı ev sahipliklerini bileceklerdir. Burada Türk Milleti üstün
millettir ve diğerleri bu millete tabi olmak zorundadırlar diye bir şey
söylemiyoruz. Alıklığın âlemi yok. Böyle diyenlerde zaten ne Türk
Milletindendir ne de bu milletin dostu olabilirler. Böyle diyenler, ancak bu
milletin varlığından ve birliğinden rahatsız olup, kadim kardeşlerin kader
birliğinden sıkıntı duyanlardır. Misafir olanlar zaten hürriyetlerini sonuna
kadar kullanmaktadırlar hatta bu vatanın sahiplerinden daha ayrıcalıklıdırlar
dersek de yeridir. Kardeşlerimize gelince, geleneklerini, törelerini zaten
yaşamaktadırlar. Dillerini konuşmalarında sıkıntı yoktur. Evet, biz Türk
Milletini her haliyle kabul ediyoruz diye bir şey yoktur. Üstünlüğünde takvada
olduğunu elbette biliyoruz. Ama Türk Milletinin, bu vatan sathında yaşayan
bütün unsurlarında dayanağı, barınağı, korunağı olduğu gerçeğini görmeliyiz,
bilmeliyiz. Türk Milletinin, dünya sahnesinde geri planda kalmasına tahammül
edemeyiz. Türk Milletinin en önemli ödevi; ahlakın ve adaletin egemen olduğu
bir düzen kurmaktır. Türk Milleti Kur’an ve töre bakış açısıyla hayata bakmalı
ve insanlığı bu eksende tedvir etmelidir. Burada şunu da çok iyi bilmeliyiz;
Türk’e düşman olan İslam dinine düşmandır, İslam dinine düşman olan Türk’e
düşmandır. Bu inkârı imkânsız olan bir hakikattir. Türk bedeni, asırlarca,
İslam ruhunu gövdesinde taşımıştır. Bu ruh, Türk’ün hücrelerine, damarlarına,
kanına işlemiştir. Bu ruh çıktığı zaman, Türk’te Türklük ’ten çıkacak ve yok olacaktır.
Kendi aklımızı kullanma
cesareti göstereceğiz ve biraz zahmete katlanacağız. Kendini bulmaya ve bilmeye
cesaret edemeyecek kadar düşmüş olamazsın! Bugüne kadar yol işaretlerini takip
ederek geldin, badema da yol işaretlerini takip ederek gideceksin. Başka yolu
yok bunun. Yol işaretlerini kaybettin mi kendini de kaybedersin. Ki,
kaybettiğin için kaybettin zaten. Yol işaretlerini çaldılar. Olgularını tahrif
ve tahrip ettiler. Binaenaleyh, olaylaştırmaların da hep yanlış oldu. Böylece
işler şirazesinden çıktı. Şimdi yol işaretlerini bulacaksın ve kendini
bulacaksın, bileceksin. Olgularını yeniden okuyacaksın, anlayacaksın. İşte o
zaman daha sağlam yürüyeceksin. Yol işaretlerimizi ve olgularımızı bilirsek,
olaylaştırmamız daha kolay olacaktır. Sonsuz teennili ve müteyakkız olmak gibi
bir vazifemiz vardır. Vazifemizi bihakkın ifa ettiğimiz zaman, giriftar
olacağımız belaların da önüne geçmiş oluruz. Olayları, olguları, rastgele,
düşmanların zımni yönlendirmelerine, dayatmalarına ve kafamıza göre okuma,
yorumlama lüksümüz yoktur. Yaşıyor muyuz? Çözülmesi imkânsız bir sorunumuz var
mı? Kimsenin üstünlük iddiası var mı? Kullanılmayan bir hak var mı? Mutlak
birlik diye bir şey kabil mi? İnsanların yaradılış icabı mutlak olarak farklı
olduğu bir yerde, mutlak birlikten söz etmek taş kafalılığın daniskasıdır.
Dünya gerçeğine göre de, herkesin her istediğini yapabilmesinin olanağı yoktur.
Reel olanla ideal olanı karıştırmamak zekiliğin gereğidir. Olmayacak hayaller
peşinde koşmak aptallıktır. Kendin kaybederken, birilerinin kazandığı işler
yapmak sefilliktir. Birkaç kişinin, bu topraklardan doğmayan zümrelerin,
kliklerin çıkarı için, bütünün kaybetmesine fırsat vermek ihanetten başka
nedir? Ayrıca koca bir tarihi sırtlanmak basit bir iş değildir. Acemilere ve
tecrübesiz olanlara tevdi edilecek bir şey değildir. Kadim davanın
sorumluluğunu deruhte etmek, kadim tecrübe sahibi olanların işidir. İdeolojik
ajanlar, Siyonizm’in Truva Atı olanlar, ilkellik peşinde koşanlar, bu davayı
sahiplenebilirler, kadim tarihi sırtlanabilirler mi Allah aşkına? Türk’ü
İslam’dan, İslam’ı Türk’ten koparmak istiyorlar. Bu davayı, bu tarihi, bu
vatanı sahipsiz bırakmak ya da sahip olacak tecrübeye sahip olmayanların eline
düşürmek istiyorlar. Bilakis, büyük mikyasta İslam Milletlerine, küçük mikyasta
da Türk Milletine egemen olamayacaklarını çok iyi biliyorlar kadim düşmanlar,
evrensel şeytaniler. Bu coğrafyanın zengin hazinelerine ve kaynaklarına sahip
olamayacaklarını çok iyi biliyorlar. Bu derin gerçekleri fark ve idrak etmemiz
gerekmez mi? Nasıl oyunlar döndüğünü, oyunların nasıl sergilendiğini, kimler
eliyle kimlere oynatıldığını nasıl olurda görmeyiz, sezemeyiz? Osmanlı’nın
nasıl çökertildiğini, hangi oyunlar oynandığını, nasıl tuzaklar kurulduğunu
öğrenmeli, bilmeli, anlamalı ve ona göre hareket etmeliyiz. Acemice hareketler,
nefsi arzular ve kirli tahriklere aldanmalar bizi mahveder ve etmektedir de.
Düşman çok sinsidir. Maşa mebzuldür. Yollar muhteliftir. Tuzak sonsuzdur.
Öyleyse bizlerde çok akıllı, uyanık, dikkatli olmak zorundayız. Birliğimizi
bozacak hareketlere fırsat veremeyiz ve vermemeliyiz. Birbirine düşman,
birbirinden korkan, kimliksiz, dinsiz, vatansız, değersiz, tarihsiz, davasız
bir nesil üretmek istiyorlar. Başları bir secdeden kaldırıp, binlerce secdeye
eğdirmek istiyorlar. Düşmana yol açan bizden değildir. Düşmanın çıkarlarına
hizmet edecek hareketlerde bulunanlar bizden değildir. Bizim, kim olduğunu
bilen, kim için ve ne için yaşadığının idrakine varmış nesillere ihtiyacımız
vardır.
Haddizatında sezgilerimizi, hislerimizi
bir cümleleştirebilsek, bunu bir başarabilsek gün yüzü görmemiş düşünceler
serdedeceğiz, çok güzel şeyler de olacak ama bu kabil olmuyor. Kafanın içinde,
kalbinin derinliklerinde düşünceler depreşir gibi, duygular gezinir gibi,
patlamalar yaşanır gibi, sessiz tınılar parlayıp söner gibi oluveriyorlar ama
bir türlü dile getirilip dökülemiyor cümle olarak. İşte bu çıldırtıcı ama
yapacak bir şeyde yok. Uğraşıyorsun, oldu olacak gibi oluyor ama kahrolmasın
bir türlü cümleye dönüşmüyor. Geçelim! Bu coğrafyada, Türk Milletinin, tüm
unsurlarıyla birlikte kolektif bir ruhla verdiği amansız, fasılasız ve pervasız
mücadeleler, müsademeler, kavgalar neticesinde banisi olduğu bir Otoriter
Devlet Teşkilatı vardır: Türkiye Cumhuriyeti Devleti. Her zaman söyleriz;
Devletsizlik kötüdür, babasızlık gibidir, anasızlık gibidir, yuvasızlık
gibidir. Devletsiz olan, sokağa atılmış çocuklarımız gibidir, banklarda yatan
yaşlılarımız gibidir, çaresizdir, sığınaksızdır, yapayalnızdır her türlü
tehlikeye ve felakete karşı. Evet, bir insanın en büyük sığınağı Allah’tır
şeksiz ve şüphesiz. Amma velakin dünya gerçeği diye bir gerçekte vardır. Bu
gerçekler içinde de devlet diye bir gerçek vardır. Bu gerçeği bilmek, fark
etmek ve bir devlet yapılanmasına gitmekte varoluş kavgasına hatta kadim
insanlık umdelerine mugayir bir eylem değildir. Olayı algılamak, anlamak,
sezmek, kavramak, hissetmek iktiza ediyor. Evet, biz, ahlaksız ve adaletsiz,
zalimler muvacehesinde pasif bir devlet teşekkülüne karşıyız ve böyle bir
devleti de savunmuyoruz, insanlar böyle bir devlete itaat etsin demiyoruz,
devletimiz böyledir de demiyoruz. Ama faraza devletimizin yanlışları vardır,
yanlışlar yapabilmektedir, yine de devletimizi yıkacak, tahrip edecek
hareketlerden imtina etmeliyiz. Onu tahrip etmek yerine ıslaha çalışmalıyız.
Devlete egemen olanlara kızıp, devlete ihanete tevessül etmemeliyiz. Bu, her
zamanda, her şartta ve koşulda meriyette olması icap eden bir düşüncedir. Bir
düşünce devlete egemen oluyor, biz ona karşı oluyoruz ve devletin itibarını
sarsacak şekilde hareket ediyoruz. Böyle bir şey sonsuz yanlıştır. Yani ıslah
etmek varken yok etmek ve yok olmasını intaç edecek hareketler içine girmek,
hainlikten başka nedir Allah aşkına? En basitinden daha dün yaşamışız gibi bir
vakıa mevcuttur; şöyle ki, MİT TIRLARI olayı malumumuzdur. Şimdi, bu bir devlet
meselesidir ve egemen düşünce hangi düşünce olursa olsun, o düşünceye muhalifiz
diye böyle bir sırrı ifşa etmek hangi akılla, bahaneyle izah edilebilir? Bu
tersi de olabilir, bugün egemen olan düşünce muhalefette olsaydı ve muhalefet
egemen düşünce olsaydı ve böyle bir vakıa tezahür etmiş olsaydı da aynı
düşüncede olurduk. Çünkü bu bir devlet meselesidir. Tıpkı henüz tazeliğini
muhafaza eden bir ihanet olayı var; MİT elemanlarının deşifre edilmesi ve melun
örgüte sızdırılması. Şimdi bu hainlikten ve kahpelikten başka nedir? Ben egemen
düşünceye muhalifim, bu yüzden yaptım mı diyeceksiniz? Böyle bir bahane
olabilir mi? Aklımızı azıcık çalıştıramaz mıyız? Vicdanımıza bir nebze de olsa
kulak veremez miyiz? Hainsek ve ihanet damalarımızda kan gibi dolaşıyorsa
elbette aklımızda durur, vicdanımızda çürür. Diyelim ki, bu devlet çatısını
uçurduk, teşekkül etmiş kadim devlet yapısını bozduk, geleneğini sarstık,
elimize ne geçecek? İnsanlık mı yapmış olacağız? İnsanlığın muktezası mı bu?
Ki, kadim insanlık umdeleri, hatta dinimiz bile, devletin elden gitmemesi için
birliği emretmiyor mu, tefrikayı yasaklamıyor mu? Bu devlet, kadim insanlık
umdelerine, dine ve töreye göre işledikten sonra bozukluk nerededir, sıkıntı
nedir? Bundan gayrısı eceline susamaktan başka nedir Allah aşkına? Hayır,
buyurun söyleyin hangi emelinize ulaşmış olacaksınız devlet yapısını tahrip
ederek? Ha, düşmanla teşrik-i mesai yapıyorsanız elbette sizi anlarım,
yaptıklarınıza da hak veririm. Zira zaten vazifeniz budur! Çünkü şeytanla dost
olan, elbette ki insana düşman olacaktır, çünkü o da şeytandır.
Filhakika sorun nerede
biliyor muyuz? Sorun, insanlığımızın yerine ideolojiyi yerleştiriyoruz ve
olguları, olayları ideolojik gözle okuyoruz, bir insan gözüyle değil.
Binaenaleyh, hep yanlış bakıyoruz, yanlış görüyoruz, yanlış okuyoruz. Tam
bağımsız insan olarak davranamıyoruz. Tüm cemiyetlerden, cemaatlerden,
partilerden, guruplardan, ideolojilerden, tanımlamalardan bağımsız, safi insan
olarak davranamıyoruz. İnsani aklımızı kullanma cesareti gösteremiyoruz,
ideolojik akılla hareket ediyoruz. İdeolojimize göre doğru mu, yanlış mı diye
değerlendiriyoruz, insanlığa göre doğru mu, yanlış mı diye değil. İdeolojiye
göre doğru olan insanlığa göre yanlış olur, ideolojiye göre yanlış olan
insanlığa göre doğru olur, bunu düşünemiyoruz. Bu da bizim en büyük girdabımız,
fanusumuz, fasit dairemiz oluyor. Böyle bir şeyde bizim basit birer sömürü
nesnesi olmamızı intaç ediyor. Sonra da kuru gürültüler çıkarıyoruz. Geçelim!
Bir coğrafya da yaşıyoruz değil mi? Bunu hissediyoruz, ayağımızın bastığı
topraklar var, göğü yorgan, yeri döşek edinmişiz ve bunu bu coğrafyalarda
yapmışız öyle mi? Elhak eyvallah. Bir devletimiz vardır dedik öyle mi? İttihaz
edelim, etmeyelim, kendisine karşı sorumlu olduğumuz, hadimimiz olan,
cezalandıran ya da ödüllendiren bir teşkilatın himayesindeyiz değil mi? Aynen eyvallah. Milletimiz var malum öyle mi?
Bağrında yaşadığımız, sair fertleriyle iletişim ve ilişki içinde olduğumuz,
kendisi tarafından etkilendiğimiz ve kendisini etkilediğimiz bir millet bu
değil mi? Kesinlikle eyvallah. Bu vatan üzerinde hayatını idame ettiren bu
milletin bir dini var öyle mi? Zorla değil ama spontane etkilendiğimiz,
içimizde hissettiğimiz bir din bu değil mi? Eyvallah yani. Peki, bu olgulara ve
bu olguların olaylaştırılmalarına insani aklımızla bakmamız iktiza etmez mi?
Yanlış eylemler olur, doğru eylemler olur, bunu da yine insani aklımızla
yargılarız elbette, burası ayrı mesele. İdeolojik akılla baktığımızda her şey
birbirine karışıyor ve bizi yığınla yanlışa sürüklüyor bu bakış. Geçelim! Bir dinimiz var. Çendan biz
doğduğumuzda bu topraklarda yaşayan insanları etkilemiş ve insanlarca tolere
edilmiş, ruhlara sinmiş olarak bulduğumuz bir din bu. Ki haddizatında
insanlarda merhamet, fedakârlık, şefkat, dayanışma, barış, ahlak, adalet,
sevgi, muhabbet vb. duygulanımların, olguların orijini olan bir din. Çendan bir
arada yaşamayı, birbirine saygı duyarak ve sevgi besleyerek yaşamayı kolay
kılan bir din. İnsanı, insanlaştıran bir din. Tabi biz, uygulama yönünden
bahsetmiyoruz burada, dini asli mahiyeti itibariyle ifade ediyoruz. Yanlış
söylüyorsak, aksini ortaya koymak isteyen koyabilir. Nihayetinde aklımız var,
dilimiz var, insanız. Teati yapabiliriz. Fikrimizi hürce serdedebiliriz.
Birbirimizin nakıs olduğumuz yönlerimizi ikmal edebiliriz. İdeolojik akılla
baktığımız zaman dine elbette böyle bakmak kabil olmuyor. Dini yok saydık,
görünmez kıldık, hayatın dışına sürdük diyelim, elimize ne geçer? Haddizatında
yapmış mı oluruz yoksa yıkmış mı oluruz? Burayı insani akılla düşünelim lütfen.
Diyelim ki, insanın gönlünden ve hayattan din olgusunu çıkarıp aldık, insanları
neye dönüştürürüz düşündük mü hiç? Bu
coğrafyaların, bu milletin, bu devletin dini İslam’dır. Bunu tolere etmek bize
ne kaybettirir? Bunu reddetmek bize ne kazandırır? Bunu reddetmek ve
istediğimiz hedefe ulaşmak, insanları neye dönüştürür hiç düşündük mü? Bunu
isteyenler için bile ne tahribatlara sebep olur hiç üzerinde düşündük,
değerlendirme yaptık mı? Hayır, niye kendi aklımızı, insani aklımızı kullanma
cesareti gösteremiyoruz? Senin gövdeni ayakta tutan ruh gibi, adına başka bir
şeyde diyebilirsiniz diliyorsanız, din de bu toprakların ruhu gibidir. Çünkü
kimse getirip koymamıştır. Biz geldiğimizde zaten bu topraklardaydı. Bunu
tolere etmeyenin de bu topraklara ne verebileceğini merak ediyorum. Tıpkı, bu
dini tahrip ve tahrif edenlerin ne verebildiğini ve verebileceğini merak
ettiğim gibi. İdeolojik akılla değil, insani akılla bakalım lütfen. Bu dini
ittihaz etmek gibi bir mecburiyetimiz vardır. Spontane bir mecburiyettir bu,
mecbur kılınmak gibi bir mecburiyet değildir. İdeolojik akılla bakıp, aksini
iddia edip, olguyu tolere etmeyip yok etmeye ve olguyu tolere etse bile yanlış
olaylaştırmaya tevessül edenlerin bu coğrafyalarla, bu devletle, bu milletle
merbutiyeti yoktur ve olamaz. Şayet var olduğunu, var olabileceğini iddia etse
de bağı yoktur, yapılan da düzeysizlikten, samimiyetsizlikten, mürailikten
başka şey değildir. Bunu bileceğiz, bilmek zorundayız ve ona göre
davranmalıyız. Dini hayat sahasından uzaklaştırmak, dine muhalif bile olsak,
bizim içinde felaket olur. Bir kişiye, bir ideolojiye, bir şeye istinat ederek
dini hayattan ve gönüllerden sürgün etmeye tevessül etmek, insanlığı vahşete davet
etmektir. Ve böyle bir şeyin ağır bedelleri vardır. Bu milletin, kimsenin
coğrafyasında, milli birliğinde, devletinde gözü olmamıştır ve kendisi içinde
aynısını bekler. Aynısıyla mukabele etmeyenlere cevap verebilecek kudrette asil
evlatları vardır ve zamanı geldiği an, bir salise bile beklemeksizin
vazifelerini yapmak için hazır beklemektedirler evvelAllah.
Her şeyin bir miadı vardır
ve miadını doldurduğu zaman spontane çekilir gider ve zamanı gelenin önünde
durmak kabil değildir. Kışın kar gelir, yazın hasat olur, baharda çiçekler
gülümser ve tüm bunların önünde kimse duramaz. Bu, tarihin, tabiatın,
insanlığın kaderidir! Kader, fasılasız işleyişine devam eder. Ve hiçbir şeyde
geriye gitmez, daima ileriye gider, iyi ya da kötü fark etmez ama ileriye
gider. Bir şeyin zamanı geldiyse gelir, gelmediyse zaten gelmemiştir. Geleceği
zaman da altyapısı dizayn ediliyordur.
Gerek spontane, gerekte müdahaleyle. İnsan kaderini kendi yazar, kendi
çizer. Ama kendisinin iradesi olmadan konulmuş mutlak yasalar dâhilinde, fakat
kendi iradesiyle aldığı kararlarla. Değişen değişecektir, giden gidecektir,
gelen gelecektir. Durum budur. Bunu farklı şeylere vermek abesle iştigaldir.
Çünkü insan sessiz bir devinim içindedir. Gerek bedenen, gerek beynen, gerek
kalben. Zira tecrübeler deposudur insan. Tecrübe edine edine ilerlemektedir ve
kararlarını tecrübelerine göre almaktadır. Biz insanı saf sanırız ama
aldanırız, çünkü o mütemadiyen biriktirmektedir ve birikmiş olanın yol
göstericiliği, harici tüm yol göstericiliklere galebe çalar. Biz tüm olan
bitenlerde, olacak olanlarda ya da olmayacak olanlarda birilerinin tesrinin
olduğunu düşünür, varsayarız ama ne fark eder ki? Bu dünyada üç taraf kavga
içindedir. Bir tarafta şeytan, şeytan olarak vardır; bir tarafta insan, insan
olarak vardır; bir tarafta da şeytan, insan olarak vardır. Yani Müşrik,
Müslüman, Münafık vardır. Şeytan şeytanlığını aleni olarak yapar haldedir,
insan insanlığını aleni olarak yapar haldedir, şeytan şeytanlığını gizleyerek yapar
haldedir. Her biri kendi fıtratı mucibince vazifesini ifa edecektir, hiçbirinin
diğerini suçlamaya hakkı yoktur ve olmayacaktır da. Mesela, Mahkeme-i Kübra’da
şöyle bir savunma yapamazsınız. İşte ben iyiydim de, şeytan bana tuzak kurdu,
bende tuzağa düştüm kötülük yaptım. Tamamen geçersiz bir savunmadır. Dünya
kavgası acımasız bir kavgadır. Hırs, arzu, ihtiras, ihanet, tamahkârlık,
kötülük, zulüm dolu bir kavgadır dünya kavgası. Kimisi mamur etmek için ele
geçirmek ister, kimisi tanrıcılık oynamak için ele geçirmek ister, kimisi de
dünya nimetlerine sahip olup suya sabuna dokunmadan dem sürmek için ele
geçirmek ister. Ya kavgaya tüm gövdenizle katılacaksınız ya kavgadan
kaçacaksınız ya da kenarda durup kavgayı izleyeceksiniz. Elbette üç yönteminde
sana sunacakları vardır ve razı olacaksın. Çünkü tercihin kararın, kararın
kaderin demektir!
Şeytan, daima kendisinin
istediğini yapmak ister, oldurmak ister, her yönde insanın karşısına çıkar ve
aldatmaya çalışır. Lanetlenmiş şeytan, insana ezeli ve ebedi düşmandır. Şeytan,
kötülüğün ta kendisidir. İyilik ve kötülük, insanın damalarında kan gibi
dolaşır mütemadiyen. Şeytan burada bitevi kötülüğün dominant olması için çaba
gösterir. Binaenaleyh, şeytanın, yeryüzüne dağılmış çocukları asla boş durmazlar
ve bademada boş durmayacaklardır. İnsanın zaaflarını ve alışkanlıklarını tespit
edip, kontrol etmeye çalışacaklardır. İnsan, daima alışkanlıklarıyla ve
zaaflarıyla vurulmuştur ve yenilmiştir. İnsan beden coğrafyasının kalp
başkentine egemen olmayı başarmalıdır, şeytanı diskalifiye edebilmek için.
Şeytan behemehâl insana galebe çalmak ister. Bu yüzden de ilk olarak insanın
kalbine ve kafasına hâkim olmaya çalışır. Öyleyse burada iş insana düşüyor.
Tuzağa düşmeyecek! Uyanık olacak, aklını kullanacak, fasılasız tefekkür
sürecinde olacak, olguları ve olayları iyi okuyacak, yol işaretlerini
kaybetmeyecek. Şeytan her zaman benim istediğim olsun der. İnsanı dünya
nimetleri boyutundan etkisi altına almak ister. Bir şey olacaksa, kendi
istediği gibi olsun diler. Sahip olduğu argümanları çok iyi kullanır. Zaafları
ve alışkanlıkları olan insanları tespit eder ve onların kanına girer, hiç
sezdirmeden kendi tarafına çeker. İnsan bir şey yapacağında, bir şeyi
değiştirmek istediğinde hemen devreye girer ve kontrol kendisindeymiş gibi
algılanmasını, hissedilmesini sağlamaya çalışır ve insanın çabasını berhava
etmek ister, böylece insanın kendisine olanın güvenini boşa çıkarmayı düşünür
yani insanı aldatır. İnsan burada uyanık olmalıdır, tuzağa düşmemelidir, kendi
emeğinin ve çabasının anlamsızlaştırılmasına müsaade etmemelidir. Şeytanın
yeryüzüne dağılmış çocukları, ruy-i zeminin herhangi bir yerinde herhangi bir
dönüşüm hamlesi mi vuku buluyor hemen olaya el atmaya tevessül eder, önce
dönüşüm hamlesinin nihayete erip eremeyeceğini tespit etmeye çalışır, kararı ne
yöndeyse olaya o yönden müdahale eder, ister ki ben istediğim için öyle oldu
sansın insanlar ve kendisine aldansın insanlar. İnsan içinde ki iyiliğin sesine
kulak vermelidir, kötülüğün değil. Kötülüğün sesine kulak verip uyduğu zaman
şeytanın adımlarını takip etmeye başlayacaktır ve kaybedecektir! Fıtratına
sadık kalırsan kazanırsın.