Her şey birer
fenomen olsa da her şey var ve biz bu şeyleri görüyoruz, bu şeylere
dokunuyoruz, bu şeylerin mevcudiyetlerini duyumsuyoruz, bu şeyler hayatımızda
ister istemez bir yeri olan şeyler, bu şeyler vasıtası ile varlığımızı ortaya
koyuyoruz vs. Geçelim! Dünya var. Dünyanın içinde canlılar var. Canlılar içinde
insan diye bir canlı var. Şimdi dünya kalıp gibi bir şey, yani etkiden ve
tepkiden yana pasif. Sair canlıların ise müdahale kabiliyetleri yok. Dünyayı
bir ev gibi düşünün. Ev; seni koruyan, örten, gizleyen kuru bir duvar. İçinde
ki maddeler, senin yaşamını kolaylaştırmaktan başka işe yaramazlar. Evin
dışında ama dış duvarının içinde barındırdığın hayvanlar ve bitkiler içinde
aynı şey geçerli. Niye? Akılları ve iradeleri yok. Belki var ama şeylere etkide
bulunabilecek ya da etkilere tepkide bulunabilecek akılları yok. Bir çiçeği
istediğiniz gibi koparabilir ve ezebilirsiniz. Bir hayvanı istediğiniz gibi
dövebilir ve katledebilirsiniz. Hiçbir şey yapamazlar. Direnemez ve isyan
edemezler, başkaldıramazlar. Hiçbir şeyden, insanın aldığı hazzı ve lezzeti
alamazlar. Belki tepkileri de var ama bilinçli bir tepki değil. İnsiyaki bir
tepki. Etkisiz tepki yani sonuç vermeyen. İnsan bir anda anlamlı hale geliyor
değil mi? Öyleyse insan önemli. Peki insan niye var? Öyle ya illa ki bunun bir
anlamı olmalı değil mi? İnsan bir mimar. İnsan bir yönetici. İnsan sorumlu bir
canlı. Çünkü etkide bulunabilen ve etkiye tepki gösterebilen biri. Bu yüzden de
kutsallık kazanmakta. Başıboş olsa desek, dememiz imkansızdır. Dursa, hareket
etmese, çalışıp üretmese desek, yine imkansızdır. Kaderini belirlemese desek,
bunu dememizde imkansızdır. Sussa, boyun eğse, zincire vurdursa kendini, bu da
kabil değildir. Peki öyleyse insan niye var? Öyle ya, niye var, ne yapar, ne
işe yarar bu insan? Kuru bir madde gibi mi varolmalı? Sair canlılar gibi
insiyaki hareketlerde mi bulunmalı? Misal; bir koyun gibi güdülmeli mi? Nereye
niçin gittiğini, nerede niçin bulunduğunu, neyi niçin yapması gerektiğini,
neyin niçin öyle olduğunu sorgulamadan mı yaşamalı? Ya da bir eşek gibi sırtına
ne vurulursa, ne vurulduğunu ve niçin vurulduğunu ve vurulan şeyi nereden
nereye taşıdığını sorgulamadan mı taşımalı? Veyahut bir it gibi bir kemik için
boynuna tasma taktırıp ve kapı kulu olup efendisinin kapısını mı beklemeli?
Kutsal bir kavgası olmadan başıboş yaşayıp gitmeli mi? Hazzın ve zevkin
peşinden mi koşmalı serserice? Niçin yaşadığını, yaşadığı yerde bir hakkının
olup olmadığını, hakkı verilmiyorsa hakkını nasıl alacağını sorgulamadan mı
yaşamalı? Bulunduğu yerde niçin bulunduğunu ve görevinin ne olduğunu, niçin
insan olduğunu ve insan olmaklığının anlamının ne olduğunu sorgulamadan başıboş
dolaşıp durmalı mı? Bir makina gibi durduğu yerde mi durmalı, durabilir mi?
Böyle yapsa, insanlığının ne anlamı ve önemi olur? İnsanı öne çıkaran, çıkmaya
zorlayan bir şeyler olmalı. Çünkü insan bir yönetici, bir kader inşacısı, bu
yüzden de sorumlu. Aklı ve iradesi ve hatta ihtiyarı olması, buna zorluyor
insanı. Kurtulabilir mi bundan? Hayır. İstemediğini ifade edebilir mi böyle bir
şeyi? Belki eder ama etmez. Çünkü akıl güzel bir şey ve dünya nimetleri çekici.
Belki sıkıntılı ama güzel. Bir şeyleri hep istiyoruz ama bir şeyden de kaçmak
istiyoruz. Her şeyi isterken, sorumluluk istemiyoruz. Tek akıllı kendisi ya!
İnsan bu şekilde kutsallık kazandığını bilmiyor. Kutsallık ona efendilik,
yöneticilik, mimarlık vasfını kazandırıyor. Bu yüzden de izzet, şeref, onur
elde ediyor. Hiçbir şeye verilmeyen şeyler kendisine veriliyor. Her şeyi de
istiyor ama bir şeyden kaçıyor. Bu mümkün müdür? Böyle bir şey ahlaki midir? Ya
da şöyle sorsak insan denilen canlıya, kabul eder mi acaba? Sorumluluğu da,
manevi ve maddi nimetleri de geri verir misin? Kesinlikle hayır diyecektir.
İnsan, aynı zamanda cahil, zalim ve nankördür de. Hiçbir varlığa bahşedilmeyen şeyler
kendisine bahşedilmiş ama o bahşedilmiş bunca şeye hor bakarcasına unutmuş;
kutsallık boyutunu, izzet sahibi oluşunu, mimarlığını, manevi ve maddi muhtelif
nimetleri adeta görmezden gelmiş. Sanki bu nimetler boşa verilmiş, insan
olmanın getirdiği hiçbir sorumluluk yokmuş, kendisi de bu dünyaya başıboş
otlamak için gelmiş gibi lakayt ve laubali bir tavır içinde olmuş. Kutsallık
zırhını paramparça etmiş. Koyun gibi güdülmeyi, eşek gibi yük taşımayı, it gibi
kapı beklemeyi, basit bir nesne gibi kullanılıp atılmayı ve satılmayı kabul
etmiş. İnsanca isyan etmeyi becerememiş. Dünya nimetlerine erişmek için
eğilmeye eyvallah etmiş. Tüm kutsal değerlerini, değersiz şeylere feda etmiş.
Sürekli tüketmiş. Her şeyi, ta ki kendini bile tüketmiş. Kula kul olmakta sakınca
görmemiş. Mezellet ve meskenet içinde yaşamaktan hicap duymamış. Herkese
yaranmak için sürekli yaltaklanmış, itler gibi kuyruk sallayıp durmuş. Bilmemiş
ki, böyle yaşamayı tercih ettiği için insanlığı ölmüş ve artık insan değil,
basit bir nesne, insiyaki duygularıyla hareket eden hayvanlardan farkı kalmayan
bir canlı olmuş. O insan ki, başkasına yapmış olduğu kulluk sonucunda
kaybettiği şeyin değerini tahmin dahi edemediği için, yeniden insan olmayı da
bir türlü becerememiş. Son tahlilde: insan, insan olmaktan çıkmış ve düşmüş
yani bitkileşmiş ve hayvanlaşmış, belki hayvandan ve bitkiden bile daha aşağı
bir hale gerilemiş.
SÖZLER:
‘’’’Dinle
küçüğüm! Ağaca güvenebilirsin; bilirsin ki elma ağacı elma verir, erik değil.
Hayvanlara güvenebilirsin; çünkü aslan, aslan gibi davranır maymunluk etmez.
Ama insana güvenemezsin; zira o, yüzüne gülümserken arkasında hançer
gizleyebilen tek yaratıktır.’’’’
Emine Supçin
‘’’’Elbette
bu dünyada güvenebileceğin insanlarda bulursun küçüğüm! Ama bu sabır ister,
yorulmak ister, tanımak ister, acı çekmek ister. Tabi bu arada sende aranan ve
bulunmak istenen insanlardan olabilmelisin. İnsanları da kahir ekseriyetle kötü
günde, zor zamanlarda tanırsın. Bir insana inanmışsan, güvenmişsen, onu
sevmişsen, değişik zamanlarda istikamet üzere bulmuşsan, sana hiçbir şartta ve
koşulda zarar vermeyeceğini ve her durumda seciyesinin aynı kaldığını iyice
anlamışsan, acılarını ve sevinçlerini paylaştığına şahit olmuşsan eğer; o
insanın başına ne gelirse gelsin satmayacaksın, ona sırtını dönmeyeceksin, onu
kaldırmaya, dinç tutmaya, ona umut olmaya, onun acılarını paylaşarak azaltmaya
çalışacaksın, ona selam vermekten korkmayacaksın, bunun tersini yaparak onun
ruhunu azaplara gark etmeyeceksin. Sana iyilik yapana sen nasıl kötülük yapabilirsin
ki? Böyle yaparsan, işte o zaman sen, yüze gülümseyen ama arkasında hançer
taşıyan bir yaratıksındır ve bu, göstermediğin ama hep taşıdığın seciyendir ve
bunu zamanı gelince herkese göstermekten çekinmeyeceksindir. İşte o zaman, ne
insansındır ne de dost olabilirsin ve bu, alnına kara bir leke olarak yapışır,
son nefsine kadar da çıkmaz. Bu yüzden dikkatli ve özenli yaşa küçüğüm!
İnsanlığından asla vazgeçme, dostluğun itibarını asla yere düşürme, süründürme.
Hoşçakal küçüğüm!’’’’
Bendeniz
‘’’’Öldüğünüzde,
geriye sadece insanlığınız kalmışsa ve sizi kalbinde sonsuza kadar yaşatacak,
anılarınıza sahip çıkacak bir dost bırakmışsanız, yaşamışsınız demektir.’’’’
Bendeniz
‘’’’Efendimiz;
‘’düşünmek ibadetin yarısıdır, az yemekse ibadetin ta kendisidir’’ diye
buyurur. Orucun Arapçası savm ve siyamdır ve her iki kelimenin anlamı da
tutmak’tır. Nefsi tutmaktır, tutulması gereken ne varsa, ondan: yiyecekten,
içecekten, şehvetten, öfkeden, kinden, nefretten, hasedden, sevgisizlikten,
zulümden, hayvanlıktan.’’’’
Dücane Cündioğlu
‘’’’Maddenin
duyguları öldürdüğü ve hayvanlığın egemen olduğu bir dünya boştur, anlamsızdır,
saçmadır, kupkurudur. Ne güneşin doğuşu, ne de batışı sizi garip duygulanımlara
yönlendirmez. İçinizde ki hüzün bile bir ifade etmez olur. Rüzgârın esmesi,
yağmurun yağması, tabiattaki rengârenk çiçekler, kırlarda koşmak, şafak
sökerken ki kuş cıvıltıları, yoksul bir çocuğun masum ve muzip tebessümü, duygu
yüklü düşsel bir yolculuk ve ufkun sonsuzluğu içinizde garip bir hüzün
oluşturmaz ve sizi alıp çok uzaklara götürmez olur. Duygusu ölen insanın
kendisi de ölür, etten, kemikten ibaret bir et yığınına dönüşür.’’’’
Bendeniz