HESAP
VE VİCDAN
Safi bir insan olarak olabildiğince doğallıkla soruyorum.
Bu kavurucu sıcaklarda hiç yeri ve zamanı olmasa da. Aslında dolaylı olarak tam
da zamanı belki de. Hani kavuran sıcaklar, zayıf bedenler, dayanabilmek! Doğal
gözlemlemelerime dayanarak soruyorum. Artık bu çağda böylesi şeyler kimseyi
ilgilendirmiyor, ırgalamıyor ve anlamsızlaşmış mevzular (!!!) olarak kalmış ama
yine de soruyorum. Ölüme inanıyor muyuz? Gerçekten ve tüm kalbimle soruyorum.
Dürüst olalım! Büyük hesaba inanıyor muyuz? Gerçekten ve tüm kalbimle
soruyorum. Dürüst olalım! Hiçbir soru öylesine sorulmuş soru değildir.
Samimiyet, ciddiyet, gerçeklik ihtiva ediyor. Derin ve anlamlı sancıların
sordurduğu sorulardır tüm sorular. Eylemlerinin söylemlerini doğrulayıp doğrulamadığını
düşünerek cevapla. Boş sözlere karnım öyle tok ki! Ve zaten öyle bir boşlukta
ve öyle boş yaşıyoruz ki. Masallarda ruhumu teskin etmiyor artık. İnananlarla,
inanmayanları ayıran şey nedir? İnanmak, inanmamak! Sadece bir kelime. Ya o bir
kelimenin ötesinde ki fark nedir ya da bir fark var mıdır? Ya da nedir bu iki
kelime? Gerçekten hiç düşünüyor, soruyor, sorguluyor muyuz? Niye ölüyorsun?
Hesap verecek misin? Bence ölümde, hesapta umurumuzda değil ya, neyse. Bunların
hayatımızdaki yeri ve hayatımıza etkisi nedir, eğer bir önemi varsa? Yoksa
artık sürekli tekrar edip durduğumuz, dilimize pelesenk ettiğimiz klişeleşmiş
olgular mı? Eh işte ölümlü dünya, Allah'a hesap vereceğiz gibi artık tekrar ede
ede anlamsızlaşmaya mahkum ettiğimiz ve geri planda bırakıp unuttuğumuz olgular
mı? Peki, bunlar seni gerçekten ilgilendiriyor mu? İlgilendiriyorsa eylemlerine
etkisi ne? Mesela, seni hayvanlıktan alıkoyuyor mu? Ölüm diye bir şey var ve ne
kadar yaşarsan yaşa elbette gelecektir başa. İnan ya da inanma fark etmez.
Hesap diye bir şey vardır ve görülen bir şeydir. Muhakkak hesaba çekileceksin.
Hesaba inanmasan da bu dünyada bırakacağın bir isim var ve bıraktığınla
anılacaksın ebediyen. İnsan hem burada hem orada hesaba çekilir. Hem diriyken,
hem de ölüyken. Hesap vakti, hesabını görmek, hesabımı gördüm, hesabımı ödedim
gibi şeyler hep bu sebeple söylenmiştir. Hesaplar bazen ötelere havale edilir
ve o hesaptan zaten hiçbir kimse kaçamaz. Yani insan hesap verir ve eninde
sonunda muhakkak verecektir. Ya kendine, ya mahkemeye, ya da benzerine hesap
verir. Hiçbir yere hesap vermesekte, hesap vermeden her yerden kaçmayı
başarsakta, vicdanımıza hesap vermekten asla kaçamayız. Vicdan, hiçbir kimsenin
kaçamadığı ve savunmasını vermek zorunda kaldığı öz mahkemesidir. Sıkıysa kurtul!
Ve dışarıda kendisini suçsuz gösteren ama vicdanına karşı suçunu asla örtemeyen
bir suçlu öz mahkemesinde yargılanmaktan asla kurtulamaz. Çünkü vicdan, tüm
suçlarımızın şahididir. Tabi vicdanımızı öldürmemişsek! Bu yüzden daima
hakikati söylemek ve insanca yaşamak zorundayız. Ki söylediğimiz yalanları
hatırlamak zahmetine girmeyelim ve hesap verme zorunluluğuna muhatap olmayalım,
hesap versekte göğsümüzü gere gere verelim. Ama ben nasıl hesap vereceğimizi
çok merak ediyorum. Çünkü hakikate ve insanlığa o kadar uzağız ki. Kendi
kendimizi sorgulamadan umarsızca yaşayıp gidiyoruz. Yapmayacağımız o kadar çok
şey yapıyoruz ki, sanki bir vicdan taşımıyoruz. İş konuşmaya gelince de öyle
büyük konuşuyoruz, öyle iri sözler ediyoruz ki; sanki tek hakikat konuşan ve
hakikatli tek insan biziz! İnanıyor muyuz gerçekten ölüme ve hesaba ve bir
vicdana sahip miyiz? Eğer bir vicdanımız varsa, ölüme ve hesaba da inanıyorsak,
nasıl oluyor da her türlü kötülüğü kolayca yapabiliyoruz? Yazık!
BU
VATAN KİMİN? BU DİN KİME GELDİ?
Güçlülerin ve kompradorların bir dini ve vatanı var
mıdır? Kafamı sürekli meşgul eden bir mesele. Ciddi rahatsızım. Hatta bilincime
kavuştuğumdan beridir yüreğimi kanatan, beynimde çivi gibi durup duran bir
sorudur bu. Bu vatan kimin, bu din kime geldi diye soruyorum kendi kendime. Her
an aklıma gelip duruyor ve kalbimi, kafamı yoruyor. Ya da şöyle sorsak;
güçlüler ve kompradorlar dinden muaf mıdırlar ve bunların vatan için fedakarlık
yapmak gibi bir sorumlulukları yok mudur? Düşünüyorum da, sadece düşünüyorum
da, dine dair safiyane duygular taşıyanlar ve dini yaşamak gibi bir dert sahibi
olanlar güçsüz ve mülksüz insanlar ve keza bir vatanı olduğunu hissedip, o
vatan uğruna hiçbir fedakarlıktan imtina etmeyenler yine güçsüzler ve
mülksüzler. Eğer bu vatan güçsüzlerin ve mülksüzlerin ise, haklarını almalılar
yok güçlülerin ve mülklülerinse niçin sadece mülksüz ve güçsüz insanlar
fedakarlıkta bulunsunlar? Soruyorum ve sormakta zorundayım. Hayır yani dinin
kaideleri sadece güçsüzler ve mülksüzler için mi geçerlidir? Bu vatanı yaşamak
ama gerçekten yaşamak gibi yaşamak sadece mülklülerin ve güçlülerin hakları
mıdır? O zaman güçsüzler ve mülksüzler kimler oluyorlar ve niye varlar?
Güçsüzlerin ve mülksüzlerin varlıkları, güçlülerin ve mülklülerin varlıklarına
feda mı olmalıdır? Niye feda olmalıdır? Kim politikacı olur? Hangi suçlu
kurtulur? Kim asker olur? Kim ölür? Dini kim yaşar, üstelikte dinin cahili olsa
bile? Kim duygularına yenik düşer ve bu yüzden ezikleşir? Bu vatanın denizinin,
kumunun, güneşinin tadını kim çıkarır? Kimin emeği kolayca gasp edilir? Kim
askere gitmez? Kim vergisini hakkıyla ödemek zorunda kalır? Kim kolayca kaçırır
vergisini? Kimler namusunu satar ya da aldatılarak dört duvar arasında satmaya
zorlanır? Tiksindirici bir hayat ve pespayeleşen bir insan! Tükürüyorum bu
hayatın içine ve suratı kaskatı ve kapkaranlık kesilen insan görünümlü
yaratığın yüzüne.
FARKIN
OLMALI
Olabildiğince nesnelim, samimiyim, ciddiyim. Burada bir
ayrım yapmıyorum. Genel konuşuyorum. Kabul edene, etmeyene göre konuşmuyorum.
Kur'an var mı? Allah'ın sözü mü? Peygamber getirdi mi? Kur'an'da
Mü'min-Müslüman diye bir şey var mı? Kendini böyle tanımlıyor ve kabul ediyor
musun? Bu kimlikte mülklü-mülksüz, güçlü-güçsüz, makamlı-makamsız diye bir
ayrım yapılıyor mu? Birine müsamaha var birine yok diye bir şey var mı? Şimdi
bu da ne deme, diyemezsin, dememelisin , demeyeceksin. Boş lafa karnım tok.
Masala ihtiyacım yok. Amalarla işim olmaz. Ehh insanız işte kardeşim gibi
saçmalıklara eyvallah edemem. Amelsiz söz boştur. Davanın tanığı yoksa utanç
içinde kalırsın. Pratiksiz teori muallaktadır. Müslüman-Mü'min isen farkın
ol-ma-lı, o-la-cak, ol-mak zo-run-da kardeşim. Bunun lamı cimi yok. Hele bir de
Kur'an diye bir kitap varsa. Gerçekten varsa, biliyor, görüyor, okuyor, hissediyorsak.
Kabul etmiyorsan bu kimlikle tanımlanmayı da kolayca kabul edemezsin. O zaman
kendini bitirmezsin sadece, kimliğine de ihanet edersin. Hangi kimliğe sahip
olursan ol böyledir bu. Kimliğini taşıyamıyorsan, kirletmeyeceksin de. Çünkü o
kimliğin hesabı sorulur.
SÖZLER:
‘’’’İnsan, hak ettiği kadardır. Varlığını hak etmelisin
dostum.’’’’
Bendeniz
‘’’’Bir insana zenginliğinden dolayı -hürmet- eden ya da bir insanı fakirliğinden dolayı
-hor gören- kişi Allah katından sonsuza dek lanetlenmiştir.’’’’
Hz.
Ali
""Bir kişiye serveti yüzünden minnet eden,
dinin yarısını kaybetmiştir.""
Hz.
Muhammed
""İlmin iyisi kötüsü yoktur. İlimde hizmet ve
hiyanet yoktur. İlimde temizlik ve pislik anlamsızdır. Her zaman ve her yerde
ilim ilimdir. İlim, kâfir ya da Müslüman, halk veya halk düşmanı, hâin veya
hizmet eden, kısaca herkes için birdir. Bu kayıt veya şartlar, "şuur”da
söz konusudur. İlme, onu kullanan güç yön verir; onu kullanan, onunla günah ya
da takva oluşturur, barış ya da savaş, adalet ya da zulüm... Kapitalist bir
sistemde bilgi, tam karşıt bir düzendeki bilginin aynısıdır. Nazi fizikçilerin
tabiat hakkında sahip oldukları bilgi, Nazi kurbanı olan fizikçilerin
bilgisiyle aynıdır. Halifeye bağlı bir âlimin din hakkında sahip olduğu bilgi
ile, halifenin zincire vurduğu âlimin din hakkındaki bilgisi aynıdır. Birini
cellât, diğerini şehit; birini özgürlükçü, diğerini zorba; birini temiz,
diğerini pis yapan, "bilgi” değil "şuur”dur. "Hangi ilim?”
sorusunun bir anlamı yoktur. Zira ilim, birdir. "Nasıl bir bilgi?” sorusu
yersizdir. Zira bilginin birden fazla türü yoktur. Fakat "Hangi şuur?”
sorusu cevaplanması gereken bir soru. Hac gerekli cevabı vermektedir:
"Haram şuuru!""
Ali
Şeriati-Hac
İlim bir madendir. Onu işleyeceğin fabrika vicdanınındır.
Vicdanında nasıl işlersen, topluma da o şekilde sunarsın. Aklın, iraden,
ihtiyarın, kalbin bu yolda senin en büyük yardımcılarındır. Çünkü elde ettiğin
ilmin işlenmesinde sahip olduğun bu kıymetlerin payı büyüktür. Bu yüzden sen
bir olgu olarak ilmin saf haliyle ilgilenip ayıklama derdine düşme. Asıl elde
ettiğin ilmi nasıl olaylaştırman gerektiğiyle ilgilen. Zira burada yalnız
kendin olacaksın. İşte şuur ve bilinç burada kendisini gösterir.
Bendeniz
""Felsefe olmazsa Büyük Kitabı hakkıyla
anlayamazsınız, sadece ezberlersiniz. Kur'an Allah’ın kitabı, felsefe ise bizim
onu anlayacak olan şahsiyetimizin örgüsüdür.""
Nurettin
Topçu-Varolmak
Şimdi niye böyle büyük ruhlar yok? Çünkü emek yok, gayret
yok, çaba yok. Hakikate yönelik bir heves yok. Ruhlar ülküsüz, kafalar boş,
çıkarlar en önde, arzular sınırsız. İstediğimiz basit bir dünyalığa eriştik mi
tamam, bizden mutlusu yok. Elde ettiğimizle avunmaya, zaman tüketmeye, ömrümüzü
tamamlamaya çalışıyoruz. Başkalarının elindekini almaya çalışmakla kendimize
paye biçiyoruz. Alabildik mi güçlü olduğumuzu varsayıyoruz. Aslında
kişiliğimizi yaptığımız iş ele veriyor birazda. Böyle şeyler dururken, büyük ve
derin uğraşlarla kim ilgilenecek ki? Üç günlük dünyada böyle şeylere zaman ve
ömür harcamaya değer mi!? Bilakis kazandığımız şeyleri böyle boş şeyler için
feda etmeye değer mi!? Keyfimizi bozmaya, elde ettiklerimizin tadını çıkarmadan
yaşamaya değer mi? Şimdi kim uğraşacak anlamayla? Anladığımız kadar yetiyor
zaten. Neyi anlıyorsak! Neyi anlamışsak! Yazık. O kadar basit, boş ve ucuz
yaşıyoruz ki!
Bendeniz
‘’"Neden bir partiye girmiyorsun? Girmem, çünkü
benim yerim kütüphane. Ben ışık arayan, aydınlanmak ve aydınlatmak isteyen bir
insanım. Hakikati arayan, bulduğu hakikati duyurma çabası içinde olan bir insanım.
Politikanın kurtarıcılığına inanmıyorum..."’’
Cemil
Meriç-Bu Ülke
Parti; özünde bölendir yani bölücüdür. Bu gerçeği Hasan
el-Benna da sarih beyanlarıyla izhar etmiştir. Uhuvveti sağlayan, birliği
tahkim eden, genele hürriyet ve adalet vaat eden, ahlakı önceleyen, şuuru
uyandıran, bilinç veren, hakikate yaslanan bir politikanın varlığı, varsa
varlığını idame ettirmesi kabil midir? Samimi, ciddi ve dürüst olalım.
Gündelikçi düşünmeyelim. Uzun vadeli plan yapıyormuşçasına düşünelim. Politika
denilen şey, kardeşi kardeşe düşman etmiyor mu? Bugüne kadar hep edegelmedi mi?
Hatta ulvi olguların bile en birincil katili politika değil midir? Hayır,
bunları nasıl sarf-ı nazar eyleyebiliriz? Bu yüzden söylenenlere namusluca
bakmak, tahlilimizi insanca yapmak zorundayız. Çıkarlarımıza göre değil
hakikate göre bakmalı, değerlendirmeli, onay vermeli ya da reddetmeliyiz.
Politika bir dünya gerçeği olabilir belki ama politika üzerine üstadın
söylediği sözün hakikati ifade ediyor olması da hakikatin ta kendisidir. Şayet
politika kaçınılmazsa, yapacağımız şey belki şu olabilir; politikayı hakikatin
aracı yapmak!
Bendeniz
""Bu toplum, politikanın felç ettiği,
hastalandırdığı, sakat bıraktığı bir toplumdur. Hakikati, politika tarafından
öldürülmüştür. Ne kadar güzel değer varsa politika denilen karanlık değirmende
öğütülüp, paramparça edilmiştir. Nice gençlerimiz, politika uğruna
birbirlerinin celladı olmamışlar mıdır? Eğer politika yerine hakikatle
beslenseydi gençlerimiz, 12 Eylül vb. karanlık zamanlarda birbirlerinin canlarına
kıyacak kadar zalim, birini diğerine düşman eden zalimlerin ellerinde oyuncak
olacak kadar cahil olurlar mıydı? Niçin hakikati ve ulvi olguları
menfaatlerimizin basit birer aracı yaptık? Politika denilen ucube yüzünden
değil mi? Merhametimizi, şefkatimizi, aklımızı, vicdanımızı, en kutsal
duygularımızı çalan; şuurumuzu iğdiş eden, bilincimizi toprağa gömen
politikadan başka nedir Allah ve insanlık aşkına? Birbirimize saygımızı,
sevgimizi, muhabbetimizi yok eden şey politik menfaatlerden başka nedir?
Hakikatle beslenen, hakikatle büyüyen, hakikatle doyan, hakikatle olan ve
hakikatli bir insan olarak ortaya çıkan biri, başka birinin terine, yaşına,
kanına, emeğine ihanet edebilir mi? Hasid, müfteri, fitneci, hain, sömürücü,
mülk sahibini yüceltici, mülksüzü aşağılayıcı olabilir mi? Bu ahlaksızlıklar
hep politik menfaatler ve politikadan neşet eden ucuz ve küçük çıkar hesapları
yüzünden değil mi?""
Bendeniz
""Bir canınız olduğu ve o can size imkân olduğu
için şükredin. Ama hayatta ne acılar olduğunu, o acıların nice canları
acıttığını ve o acıları dindirme imkânınızın bulunma ihtimali olduğunu da
bilin.""
Bendeniz