DİN KARDEŞİYİZ DEDİK!...

Özgür DENİZ - 30.09.2017

Dinde kardeşim olan şahsiyetler! Önce beni bir dinleyin, anlayın, sonra yargılayın, ondan sonra kararınızı verin ve son tahlilde; ister bana zulmedin, ister adalet edin; ister benden nefret edin, ister sevginizi gösterin. Kalbinizin hükmü ne ise tatbik edebilirsiniz. Elbette mutlak ahlak yasalarına ittiba etmenizi arzularım. Ama vurmadan önce hele bir dinleyin ve anlayın. İlk evvelde belirtelim; aynı düşünmek zorunda değiliz. Düşündüklerimiz yanlışsa da doğrusunu söylemekle mükellefiz, vurmakla değil. Zira ikna varken, icbara lüzum yoktur, insan olan için. Bir hakikati ifade etmek istiyorum. Bu hakikat dönemsel değildir, tüm beşeri zamanların hakikatidir handiyse. Hiçbir zaman da değişmemiştir. Bademada değişecek gibi görünmemektedir amma velakin değişmek zorundadır. İnsanlıkta bu sebeple her daim yerinde saymış, bir milim mesafe kat edememiştir. Etmiş gibi görünmüştür, o da biz öyle görmek istediğimiz için görünmüştür. Ya da biz maddi terakkiyi manevi terakkiye müreccah kıldığımız için kendimizi ilerledik saymaktayızdır. Şimdi bu hakikati sarahaten izhar edeceğim için de beni tecziye etmekte tereddüt etmeyebilirsiniz. Geçelim! Müslüman, Müslüman'ın elinde tutsaktır. Bu kesindir, katidir, hakikattir. Şöyle ki; dinden uzak birine, yaptığı işin yanlışlığını ya da yanlış yaptığında, doğru olanı tüm dobralığımızla ifade edebiliyoruz, onun yüzüne en sert ve keskin hakikatleri söyleyebiliyoruz ama bir Müslüman yanlış yaptığında bunu kesinlikle söyleyemiyoruz. Üstelik din, dürüstlüğü sarih olarak emrettiği (emr-i bil maruf, nehy-i anil münker) ve Müslüman olan bizlerinde yeri geldiğinde dürüstlükten dem vurduğumuz halde. Yani dürüstlük biz Müslümanların dillerimizde pelesenk olmuştur. Temcit pilavı gibidir. Tıpkı nice ulvi değerlerin olduğu gibi. Ama eylemlerimize yansımasında kesinlikle sorun vardır. Kardeş, kardeşte tutsaktır maateessüf. Ne hazindir ki, kardeşlerimizi aynı zamanda zımnen yanlış yapmaya mahkûm ediyoruz. Hatta hakikati izhar etmesinler diye tutsak ediyoruz. Bunu nasıl beceriyoruz? Hakikati söylediklerinde tecziye ederek. Hakikati söylediklerinde zımnen ellerinden haklarını alıyoruz ve bir daha hakikati söylemek kabil olmuyor. Böyle olunca noluyor? Müslümanla hakikatin rabıtası kesiliyor ve Müslüman yalanı alışkanlık haline getiriyor. Oysa yanlışlarımızı, hatalarımızı, birebir birbirimize söyleyebilir ve o yanlışlardan dönmemizi sağlayabiliriz. Çok acıdır ki; hakikati konuştuk diye jurnalleniyoruz ve sonsuz acıdır ki, bu bize söylendiğinde, hayır ben öyle bir hakikati söylemedim diye yalan söylemek zorunda kalıyoruz. Tabi böyle söylemiyoruz ama söylediğimiz bu anlama geliyor, şöyle ki; konuştuğun hakikattir ve hakikati söylemen kişinin canını acıtmıştır ve gidip seni ihbar etmiştir ve ihbar ettiği kişi gelip sorunca hayır öyle bir şey yok demişsinizdir yani ben öyle bir hakikat söylemedim diye yalan söylemek zorunda kalmışsınızdır. Keza, toplu şekilde oturuyorsunuz diyelim, an geliyor biri geliyor, bu arada gelen Müslüman kardeşimiz dediğimiz biri oluyor tabi, tam hakikati konuşuyorken, tamam boş verin sonra konuşuruz diyorsunuz. Bu ne demektir bilir misiniz? Bu yüreğe kan ağlatan bir şeydir. Tabi bilen değil anlayan için. Misal; bir Müslüman ya da kendini Müslüman olarak tanımlayan hatta yeri geldiğinde dava adamlığından dem vuran biri, bu kişi herhangi bir yapının da müntesibi olabilir, aleni şekilde, adeta gözlere sokarcasına hak gasp ediyor ve bunu bizatihi hissediyorsunuz ama ona, yaptığı işin İslam'la ve Müslümanlıkla mutlak tezat oluşturduğunu söyleyemiyorsunuz. Niye? Çünkü bunu yaptığınız zaman yanıyorsunuz. Eğer arkasında gücü varsa, hakikati söylediğinize bin pişman ediyor. Kendisi bir şey yapamıyor elbette ama sizi, kendilerine yanlış biri olarak tanıttığı kimseler tavassutu ile istediğini kotarıyor. Sizi kafasına mıh gibi çakıyor ve biteviye zihninde tutuyor, siz bir şeyi hak mı ettiniz, hemen yüzüne söylenen hakikat zihninde tebeyyün ediveriyor ve sizin hakkınızı metazori elinizden alıyor, sessizce. Çünkü sen artık lanetli oluyorsun. İşin garip tarafı şu; hem dürüstlükten bahsediyoruz, hem dürüstlüğün ulvi bir haslet olduğundan dem vuruyoruz hem de dürüst olanı tecziye etmekte tereddüt etmiyoruz. Belki de böyle yaparak dürüst olanları ayıklıyoruz, takoz olmasınlar ayağımızın önünde diye. Peki, madem dürüstlüğü anlatıyoruz, öyleyse kime karşı dürüst olmalıyız ya da dürüstlük ne demektir yahut dürüstlüğü niye anlatıyoruz, anlatırken gayemiz nedir? Bir de burası izah edilmeli muhakkak. Biz hakikati ifade etmeliyiz ama üslubumuzu ve düzeyimizi bilerek. Bilakis susmak gibi bir vazifemiz yok yanlışlıklar karşısında. Keza yalan söyleyenin dininin sıkıntıya gireceğini söyleriz, bunun üzerine ahkâm keseriz ama zımnen de ya yalana zorlarız ya da yalanı ortaya koyduğumuz hareketlerimizle örtülü olarak teşvik ederiz. Eğer söylediklerimde zerre art niyet varsa, görünürde ya da görünmez de, şerefsizliği ve namussuzluğu kabul ediyorum. Benim konuşmalarımda gizlilik yoktur, her şey berraktır, çünkü Allah-Peygamber-Kur’an bana; ahlakı, adaleti, hakikati, samimiyeti emretmiştir. Ama siz benim samimiyetimi hiçbir zaman anlamadınız ki! Anlayan Müslüman kardeşlerime değildir sözüm. Kahir ekseriyetin anlamadığı da kesindir. Peki, biz niye böyle olduk? Kim getirdi bizi bu hale? Rengini hayata vermesi gereken Müslüman, hayatın her türlü rengiyle boyanmış durumdadır. İnsanlığın kurtulması için yegâne umut olması gereken Müslüman, kendisi kurtarılmayı bekler durumdadır. İşte dibe vuruşumuzun sebebi budur. Sahi biz kimin ahlakına sahibiz ya da hangi ahlak ile boyanacaktık? Oysa akıl ahlakı, ahlakta aklı besler. İkisi birlikte, hakiki ve hakikatli terakkiyi tevlit eder. Şimdi vurun, kırın, dökün, istiyorsanız şayet hakkımı zorla alın. Vereceğiniz varsa vermeyin, alacağınız varsa alın. Ben hakikati söyledim yalnızca. Çünkü insanlık vazifemi ifa ettim münhasıran.

 

 

AÇIK MEKTUP

 

Sevgili Dr. Ali Şeriati;

 

Seninle 1980’li yılların başlarında tanışmıştık. İran devriminin rüzgarı ile gelen tercüme furyası, önce senin kitaplarını getirmişti. Sonradan, devrimin gerçek ideologu olduğunu öğrendik. Ama İrandan gelen haberler, senin kitaplarının, mollalar tarafından yasaklandığını, fikirlerine karşı sistematik bir ambargo uygulandığını söylüyordu. Doğu felsefesinin deposu olan, hikmetin ve şiirin ülkesi İran, Şehinşah’lık rejimini yıkmış ama yerine Mollaşahlık düzenini kurmuştu. İslami devrim olmuştu ama Ali Şeriatı yasaklanmıştı. Şah rejimine karşı, bir ömür, kalemi ve yüreğiyle mücadele veren, onbinlerce genci ‘Hüseyniye-i İrşad’ denilen sivil okullarda bilinçlendiren, defalarca hapsedilen, sürgün edilen, aç ve işsiz bırakılan, hasta çocuğunu dahi tedavi ettiremeyen ama yine de, yılmadan yorulmadan yazan, konuşan ve 1977 yılında sürgün gittiği Londra’da İngiliz istihbaratının yardımıyla İran'ın Savak ajanlarınca şehid edilen o büyük öğretmen, Sosyolog Doktor Ali Şeriati, ‘İslam Devrimi’nden sonra yasaklanmıştı. Neden acaba?

 

Biz ise , Ali Şeriati’yi yeni keşfetmiştik. 12 Eylül rejiminden demokrasiye geçiliyordu ve İran Devrimi'nin etkisini sınırlamak için sağcı-sünni bir İslamcılık pompalanıyordu buralarda. ‘Devlet'mi korkuyordu, Amerika'mı, İsrail'mi, İngiltere'mi, en çok hangisi korkmuştu bilemiyorum ama Devrim'in ihracına karşı bulabildikleri tek silah, ruhsuz bir Yeşil Kuşak Müslümanlığıydı. Biz o zamanlar buna Amerikancı İslam diyorduk.

 

Ali Şeriati ismi, tıpkı İran'ın Şii mollaları gibi, bizim Sünnici mollaları da rahatsız etmişti. Tek bir cümlesini dahi okumadan, Ali Şeriati hakkında olmadık iftiralar atılıyordu. Şeriati şiiydi, gizli marksistti -ne demekse-, sapık fikirleri vardı, Allah, Peygamber, Kur’an ve İslam hakkında itikat dışı yorumlar yapıyor, gençlerin kafasını karıştırıyordu, vb. İlginçti; İran’daki dinci molla rejimi ile Türkiye’deki laikçi molla rejimi, aynı kişiden korkuyor, aynı nedenlerle kaygılanıyor ve neredeyse aynı iftiralarla saldırıyordu. Acaba neden?

 

Biz her şeye rağmen okuyorduk Ali Şeriati’yi. ‘İnsanın Dört Zindanı’, ‘Biz ve İkbal’, ‘Dua’, 'Medeniyet ve Modernizm’, ‘Marksizm ve Diğer Batı düşünceleri’, ‘Kevir’, ‘Ali Şiası-Safevi Şiası’, İslam-Bilim’, ‘Ne Yapmalı?’, ‘Öze Dönüş’, ‘Dine Karşı Din’, ‘Fatıma Fatımadır’, ‘Ebuzer’, ‘Dinler Tarihi’… Beynimiz allak bullak oluyor, bütün bildiklerimiz yeniden biçimleniyordu. Şeriati, bir deprem etkisi yaratıyordu.

 

Tarih, sınıf mücadelesi ve efendi köle kavgasıydı. Ezenler ve ezilenler, Habil-Kabil çatışmasıyla başlayan bir mücadelenin taraflarıydı. İnsan, beşer yanından gelen kötülükle, Allah'ın ruhundan gelen iyiliğin çatıştığı ve bu çatışmada İlahi yanın kazanması ile insanlaşabilecek bir türdü. Varolan insan, olması gereken insan değildi. Dört zindan içinde yani doğa, tarih, toplum ve insanın kendi zindanı içinde yaşıyorduk. Doğadan, tarihten, toplumdan, bilim ve akıl ile kurtulabilirdik. Ancak, kendi zindanımızdan, beşer yanımızdan, zaaflarımız, bencilliğimiz, ihtiras ve yıkıcı tutkularımızdan ancak ve sadece aşk ile kurtulabilirdik. Aşk, varlığın özüydü ve bütün peygamberler, çöl, çobanlık ve hicret ile, bu aşkı tazelemeye gelmişlerdi. Gerçek din buydu: İnsanı özgürleştirmek.. Ancak, zer (altın, mülkiyet), zor (iktidar ve güç) ve tezvir (sahte tanrılar ve sahte din)den oluşan beşer düzenleri, insanı köleleştirmiş, kullaştırmış ve özne olmaktan çıkartmıştı. İslam, İbrahim’in, Musa’nın, İsa’nın, Budha'nın, Zerdüşt’ün, Sokrat’ın, Mani’nin, aşk ve özgürlük mesajının en son halkasıydı ve özü buydu! Mevlana, ‘Biz Kur'an'ın özünü aldık, kabuğunu köpeklere attık’ demişti. Ali Şeriati, işte bu özün peşindeydi ve İslam olarak bildiğimiz her şeyi yeniden öğrenmeye ve anlamlandırmaya çağırıyordu.

 

Marks’tan, Sartre’den, Alexis Carrell’den, Luis Massignon’dan, Franz Fanon’dan, Mahavera’dan, Tagore’den, Pascal’dan bahsediyordu. Yunan mitolojisinden örnekler veriyor, Upanişadlar’dan, Vedalar’dan alıntılar yapıyordu. Konfüçyüs’ü, Lao Tzu’yu, Eflatun’u, Aristo’yu, Descartes’i, Hegel’i anlatıyordu. Atman’ı, Samsara'yı, Brahman'ı, diyalektiği, monadı, aşkı, aklı, bilimi, felsefeyi, ahlakı, estetiği, sanatı arka arkaya sıralıyor, konuşuyor, konuşuyor, konuşuyordu.. Başımız dönüyor, yüreklerimiz kanat çırpıyor, aklımız zorlanıyordu.

 

Bizde olmayan ya da çok az bulunan bir tarzı vardı Şeriati’nin. Hz. Ali’den yola çıkıp, Promethe’ye, Fatıma’dan başlayıp Meryem’e, oradan Kybele’ye, İsa’dan Budha’ya, Hindistan’dan Atina’ya, Paris’ten Afrika’ya, Mekke’den Meşhed’e, Çölden kente, devrimden aşka atlıyor, şiirden, müzikten, resimden, heykelden, sınıflardan, sömürüden, bahsediyordu. ‘Aydın’, diyordu Şeriati, ‘peygamberi bir misyonu vardır, dava ve eylem adamı olmak zorundadır. Toplumu bilinçlendirmeli, yol göstermeli, öncü olmalıdır.’ 'Aydın, aykırı olmalıdır, yalnız ve yabancı, halkla iç içe ama halkın bir adım önünde..’

 

Ali Şeriati, niteliksel bir bilinç düzeyiydi. O düzeyde; sağcılık, solculuk, İslamcılık, milliyetçilik anlamsızlaşıyor, insan, varoluş, tarih, adalet, özgürlük ve arayış, evrensel bir anlam kazanıyordu. Bir Müslüman'a da, Ateist'e de, Hristiyan'a da, Budist’e de konuşuyor, ortak, evrensel ve insana ait bir dil kullanıyordu. Kurumsal dinleri, dogmalaşmış ideolojileri, bütün yerleşik kurumları ve kuralları sorguluyor, her şeye yukardan ve derinden bakmanın özgüvenini kazandırıyordu.

 

Sonuçta, İran’da ve Türkiye’de Ali Şeriati’nin bu kadar çok ve benzer düşmanlarının olması tesadüf değildi. Hepsinin ayakları altındaki halıyı çekiyor, hepsinin kullaştırdığı insan tipini özgürleştirip bilinçlendiriyordu. Ali Şeriati okuyanlarla okumayanlar arasında her zaman düzey, zeka ve bilinç farkı oldu. Şeriati okumayanlar, ‘Yeşil Kuşak İslamcılığına’ kolay yem oldular. Çünkü, dertleri, davaları, düzeyleri, hep güdük kalmıştı. Geleneksel dini literatürle, alışıldık ezberlerle ve bir yığın tabuyla, ne dünyayı anlamak ne de anlamlı bir gelecek tasarlamak mümkün olmuyordu. Belki de bu nedenle, ‘Yeşil Kuşak İslamcılığı’, yerel ve genel iktidarlardan, toplumsal servetten, statü ve ün dağılımından istediği her payı fazlasıyla aldı ama hiç bir zaman muktedir olamadı, olamazdı da..

 

Sevgili Doktor!

 

Özel notların ve yayınlamadığın makalelerinden oluşan ‘Yalnızlık Sözleri’nden, senin iç dünyana giriyor, daha yakından tanıyoruz. Meğer sen, seni okuyan ve sevenlerle aynı kumaştan, aynı dertten, aynı aşktan yaratılmışsın. Yazdıkların, konuştukların, başka aydınlar gibi bir rol ve misyon gereği değil, samimi, içten ve doğal patlamalardan ibaretmiş. İşte en çok bu yanını sevdim. Zira, biz şarklı insanlar, çoğu zaman yüceltmeleri severiz, insanlara kolayca erişilmez ve üstün nitelikler vehmeder, ün, şan ve statülere büyük önem veririz. Bu nedenle de, aydınlarımızı, bilginlerimizi göklere çıkartır, sonra da en küçük bir insani hataları karşısında büyü bozumuna uğrayıp, bilgi ve düşünceye de küsecek tarzda dumurlar yaşarız. Aydınlarımız da maalesef bu vehmedilen konumlara uygun bir rolü oynamaya soyunur, kendilerinde olmayan bir kişiliğin sahte elbisesi ile dolaşmaya başlarlar. Bu oyun, bizim buralarda, kişiliklerin, fikir ve eylemlerin önüne geçmesini sağlar ve bir süre sonra neye inandığımızı unutup, kime bağlandığımızı konuşmaya başlarız.

 

Senin, özü sözü bir kişiliğin ve hayatın, zaaflarını, şüphelerini, tereddütlerini itiraf eden samimiyetin, o saf ve doğal iç dünyan, beni gerçekten etkiledi. Bir an için, ülkemizde beş on tane Ali Şeriati ayarında aydın olduğunu düşledim.. Vazgeçtim, bir tane olduğunu hayal ettim. Ne bileyim, tek nedenle mutlak dönüşümlere inanmam ama bir tane Ali Şeriati çıkarmış olsaydı bu ülke, inan çok şey farklı olurdu diye düşündüm. En azından, son otuz kırk yıllık muazzam İslamcı enerjiden bambaşka ve daha ileri bir şeyler çıkardı. Milyonlarca insanın alınteri, emeği, gözyaşı, bileziği, küpesi, harçlığı, umudu, duası, Yeşil Kuşağa yem olmazdı belki ve Avrupacılık, İsrailcilik, Amerikancılık, İngilizciliğe dümen kıran Yeşil Kuşak İslamcılığının elinde çarçur edilmezdi. Ya da irtica öcüsüne malzeme yapılıp, toplumun bir kesimini korkutmaz, Batı'nın fincancı katırlarını ürkütmezdi. Dini, bir köylü ideolojisi ve sistemden pay talep eden yeni sınıfların malzemesi yapmaz ve tüm topluma ve insanlığa, hayatın her alanında ileri ve kaliteli yaşam felsefesi ve etiği sunacak bir birikime dönüşürdü.. Daha modern, daha doğal bir Müslümanlık ve daha demokratik bir ülke için mücadele eden bir çok akım ve siyasetin anası olurdu İslamcılık. Hatta, Sol ve Milliyetçi çevreler dahi, bu düzey ve nitelikten beslenir, emek ve eşitlik kavgası ile vatan ve bağımsızlık kavgası, bir biriyle çatışan değil, bir birini bütünleyen ve geliştiren tatlı bir rekabetin konusu olabilirdi. İnsanlar, etnik yada mezhebi kimlikleri üzerinden konuşmaktan utanır, bu ilkel dil yerine, insanın dilini, hayatın ve özgürlüğün ortak dilini üreten bir konuşma üslubu kazanabilirdi. Keşke, bir Ali Şeriati’miz olsaydı. Bu zihinsel devrim ve seviyeyi ateşleyecek çapta... Keşke...

 

Sonra bu düşümden uyandım. İyi ki olmamış dedim, Sevgili Doktor! İyi ki senin gibiler henüz çıkmamış. Eğer çıksaydı, biz de boğmaya çalışır, olmadık iftiralarla sürgün ederdik. Senin kadar, kitleleri, özellikle gençliği etkileyen bir yazarımız olsaydı, devlet de boş durmaz, ‘bu memlekete Ali Şeriati lazımsa, onu da ben yaparım’ der ve illaki zindanlarda çürütürdü. Ya da ‘arkasında acaba kim var?’ der ve mutlaka bir yabancı parmağı arar bulurdu. Alimlerimiz tekfir eder, aydınlarımız kıskanır, örgütlerimiz, cemaatlerimiz önce yanlarına çekip şişinmek ister, olmayınca düşman kesilip karalamaya başlardı. Kitaplarına, fikirlerine bu kadar düşman olanlar, eğer burada yaşasaydın sana neler yapmazlardı...

 

Ali Şeriati, Franz Fanon, Jean Paul Sartre, Karl Marks, Hegel, Cemil Meriç, Nurettin Topçu, Mehmet Akif Ersoy, Necip Fazıl, Nazım Hikmet, Sezai Karakoç, Cemal Süreya... Bu çapta aydınların çıkabildiği toplumlar, tabii ki bir üst düzeyi gösterir. Ama bundan daha önemlisi, bu çapta aydınları korumak ve yaşatabilmektir. Biz henüz bu aşamaya gelemedik. Henüz bilgi, felsefe ve sanata dönük kuşkularımızı atamadık. Belki de, toplumsal bilinçaltımız, henüz güvenlik ve beslenme ihtiyacını doyurup, uygarlık yaratma eylemine geçemedi. Bu nedenle, her farklı sese, önce, elimizden ne almaya çalışıyor diye bakıyoruz, sonra eğer bundan eminsek, peki karın doyuruyor mu? Diye yaklaşıyoruz. Nihayet, elimizden bir şey almayan, ezberlerimizi bozmayan, kafa konforlarımızı rahatsız etmeyen, sahte kamplaşmalardan bir mevki kapan, sonrada bundan ekmek yemeye başlayan bir sürü aydınımız oluyor. Ali Şeriati’ler de tabii ki, bizim toplumlarımıza birkaç gömlek fazla geliyor.

 

Sevgili Doktor! Sonuçta seni sadece biz okuduk ve sen, sadece bizimle konuştun. Biz, Allah’tan başka sahibi olmayanlarız. Kimseye eyvallah etmeyen, kimseye biat etmeyen, bütün dogmalara, tabulara saldıran, kimsenin bir yerlere oturtamadığı bir garip kuşağız. Bizi sadece bizden olanlar anlar. Bizim konuşmalarımız da yalnızlık senfonisidir. Sessizdir, derindir, manalıdır. Biz, gözlerimizden tanırız birbirimizi, göz bebeklerimizdeki hüzünden, yorgunluktan tanışırız. Bir demli çayın buğusudur şifremiz ya da bir sigara dumanının kavisi. Nedensiz dalıp gitmelerdir muhabbetimizin en koyu anları. İç çekişlerimizle kurarız en uzun cümleleri. Ne mutluluğun resmini yapabilen bir ressam, ne hayatı kendine yontabilen bir heykeltıraş değiliz. Alış verişi bilmeyiz, tek ticaretimiz, gençliğimizi verip belirsiz bir geleceği satın almışlığımızdır. Geleceğin, yaşadıklarımızın tekrarı olacağının da farkındayızdır. Zira, her şeyi yaşamış, kavgayı, sevdayı, öfkeyi tatmışızdır. Bize, ‘ölüm gelir, çitlembikler, sarmaşıklarla’, çünkü ne yaşamdan ne ölümden bir beklentimiz kalmamıştır. Yolumuz, hedefimizdir ve yürürüz sadece, öyle mahsun ve öyle onurlu. Kardelen, bizim çiçeğimizdir; kartal, bizim kuşumuz. Her akıntıya karşı durur, her şeye yukardan bakarız. Özgürlüktür önce ve sadece, imanımızın özü. En çok yılandan korkarız, fırsatçı ve hainden... Çöl ve denizdir, tabiatımız. İki sonsuzluk arasında yaşamaya çalışırız. Ne saray takarız ne malikane.. Ne devlet sever bizi ne de ‘kiliseler’. Bir bitimsiz yalnızlıktır yolumuz, bir sonsuz özgürlüktür menzili.. Hem vatan deriz, hem özgürlük, hem akıl deriz, hem aşk. Hem halk deriz, hem yalnızlık... Hem Doğudur ülkemiz, hem Batı.. Hem Muhammed’dir önderimiz, hem İsa... Hem Spartaküs'tür yüreğimiz, hem Ali... Hem Che Guevara’dır kahramanımız, hem Malcolm X; hem İzzetbegoviç’tir, hem Dudayev… Biz, bütün şiirlerden tek bir şiir, bütün bestelerden tek bir senfoni yapar, hayatı tek bir film karesine sığdırırız. Ne Amerika anlar bizi, ne Patagonya.

 

Biz sadece birbirimize tutunur, birlikte yanarız. Ateşimiz suyumuzu yakar, nefesimiz ateşi.

 

Seni daima okuyacağız doktor, daima okutacağız. Seni, biz tanıttık bu toprağın yüreğine, biz dalgalandıracağız o put kıran sancağını. Çocuklarımız, ‘Üstad Ali Şeriati’, diyecekler, Ali Şeriati okudum da adam oldum diyecekler. Ve seni okumayan ve okutmayanlar, o cehaletin, bağnazlığın, zeka özürlü esnafları, düştükleri çukurun derinliğiyle övünenler, onlar, bir gün çocuklarının ellerindeki Ali Şeriati kitaplarını görünce yıkılacaklar. Ali Şeraiti, onların Azrail'i olacak..

 

Sevgili Doktor! Kalem tutan ellerinden öper, şehid kanından süzülen bereket için sana sonsuz teşekkür ederim. Hüda’nın rahmeti üzerinden eksik olmasın. Hoşça kal.

 

AHMET ÖZCAN

Tarih: 30.09.2017 Okunma: 826

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?