Dinde kardeşim olan
şahsiyetler! Önce beni bir dinleyin, anlayın, sonra yargılayın, ondan sonra
kararınızı verin ve son tahlilde; ister bana zulmedin, ister adalet edin; ister
benden nefret edin, ister sevginizi gösterin. Kalbinizin hükmü ne ise tatbik
edebilirsiniz. Elbette mutlak ahlak yasalarına ittiba etmenizi arzularım. Ama
vurmadan önce hele bir dinleyin ve anlayın. İlk evvelde belirtelim; aynı
düşünmek zorunda değiliz. Düşündüklerimiz yanlışsa da doğrusunu söylemekle
mükellefiz, vurmakla değil. Zira ikna varken, icbara lüzum yoktur, insan olan
için. Bir hakikati ifade etmek istiyorum. Bu hakikat dönemsel değildir, tüm
beşeri zamanların hakikatidir handiyse. Hiçbir zaman da değişmemiştir. Bademada
değişecek gibi görünmemektedir amma velakin değişmek zorundadır. İnsanlıkta bu
sebeple her daim yerinde saymış, bir milim mesafe kat edememiştir. Etmiş gibi
görünmüştür, o da biz öyle görmek istediğimiz için görünmüştür. Ya da biz maddi
terakkiyi manevi terakkiye müreccah kıldığımız için kendimizi ilerledik
saymaktayızdır. Şimdi bu hakikati sarahaten izhar edeceğim için de beni tecziye
etmekte tereddüt etmeyebilirsiniz. Geçelim! Müslüman, Müslüman'ın elinde
tutsaktır. Bu kesindir, katidir, hakikattir. Şöyle ki; dinden uzak birine,
yaptığı işin yanlışlığını ya da yanlış yaptığında, doğru olanı tüm
dobralığımızla ifade edebiliyoruz, onun yüzüne en sert ve keskin hakikatleri
söyleyebiliyoruz ama bir Müslüman yanlış yaptığında bunu kesinlikle
söyleyemiyoruz. Üstelik din, dürüstlüğü sarih olarak emrettiği (emr-i bil
maruf, nehy-i anil münker) ve Müslüman olan bizlerinde yeri geldiğinde
dürüstlükten dem vurduğumuz halde. Yani dürüstlük biz Müslümanların
dillerimizde pelesenk olmuştur. Temcit pilavı gibidir. Tıpkı nice ulvi
değerlerin olduğu gibi. Ama eylemlerimize yansımasında kesinlikle sorun vardır.
Kardeş, kardeşte tutsaktır maateessüf. Ne hazindir ki, kardeşlerimizi aynı
zamanda zımnen yanlış yapmaya mahkûm ediyoruz. Hatta hakikati izhar etmesinler
diye tutsak ediyoruz. Bunu nasıl beceriyoruz? Hakikati söylediklerinde tecziye
ederek. Hakikati söylediklerinde zımnen ellerinden haklarını alıyoruz ve bir
daha hakikati söylemek kabil olmuyor. Böyle olunca noluyor? Müslümanla
hakikatin rabıtası kesiliyor ve Müslüman yalanı alışkanlık haline getiriyor.
Oysa yanlışlarımızı, hatalarımızı, birebir birbirimize söyleyebilir ve o
yanlışlardan dönmemizi sağlayabiliriz. Çok acıdır ki; hakikati konuştuk diye
jurnalleniyoruz ve sonsuz acıdır ki, bu bize söylendiğinde, hayır ben öyle bir
hakikati söylemedim diye yalan söylemek zorunda kalıyoruz. Tabi böyle
söylemiyoruz ama söylediğimiz bu anlama geliyor, şöyle ki; konuştuğun
hakikattir ve hakikati söylemen kişinin canını acıtmıştır ve gidip seni ihbar
etmiştir ve ihbar ettiği kişi gelip sorunca hayır öyle bir şey yok
demişsinizdir yani ben öyle bir hakikat söylemedim diye yalan söylemek zorunda
kalmışsınızdır. Keza, toplu şekilde oturuyorsunuz diyelim, an geliyor biri
geliyor, bu arada gelen Müslüman kardeşimiz dediğimiz biri oluyor tabi, tam
hakikati konuşuyorken, tamam boş verin sonra konuşuruz diyorsunuz. Bu ne
demektir bilir misiniz? Bu yüreğe kan ağlatan bir şeydir. Tabi bilen değil
anlayan için. Misal; bir Müslüman ya da kendini Müslüman olarak tanımlayan
hatta yeri geldiğinde dava adamlığından dem vuran biri, bu kişi herhangi bir
yapının da müntesibi olabilir, aleni şekilde, adeta gözlere sokarcasına hak
gasp ediyor ve bunu bizatihi hissediyorsunuz ama ona, yaptığı işin İslam'la ve Müslümanlıkla
mutlak tezat oluşturduğunu söyleyemiyorsunuz. Niye? Çünkü bunu yaptığınız zaman
yanıyorsunuz. Eğer arkasında gücü varsa, hakikati söylediğinize bin pişman
ediyor. Kendisi bir şey yapamıyor elbette ama sizi, kendilerine yanlış biri
olarak tanıttığı kimseler tavassutu ile istediğini kotarıyor. Sizi kafasına mıh
gibi çakıyor ve biteviye zihninde tutuyor, siz bir şeyi hak mı ettiniz, hemen
yüzüne söylenen hakikat zihninde tebeyyün ediveriyor ve sizin hakkınızı
metazori elinizden alıyor, sessizce. Çünkü sen artık lanetli oluyorsun. İşin
garip tarafı şu; hem dürüstlükten bahsediyoruz, hem dürüstlüğün ulvi bir haslet
olduğundan dem vuruyoruz hem de dürüst olanı tecziye etmekte tereddüt
etmiyoruz. Belki de böyle yaparak dürüst olanları ayıklıyoruz, takoz olmasınlar
ayağımızın önünde diye. Peki, madem dürüstlüğü anlatıyoruz, öyleyse kime karşı
dürüst olmalıyız ya da dürüstlük ne demektir yahut dürüstlüğü niye anlatıyoruz,
anlatırken gayemiz nedir? Bir de burası izah edilmeli muhakkak. Biz hakikati
ifade etmeliyiz ama üslubumuzu ve düzeyimizi bilerek. Bilakis susmak gibi bir
vazifemiz yok yanlışlıklar karşısında. Keza yalan söyleyenin dininin sıkıntıya
gireceğini söyleriz, bunun üzerine ahkâm keseriz ama zımnen de ya yalana
zorlarız ya da yalanı ortaya koyduğumuz hareketlerimizle örtülü olarak teşvik
ederiz. Eğer söylediklerimde zerre art niyet varsa, görünürde ya da görünmez de,
şerefsizliği ve namussuzluğu kabul ediyorum. Benim konuşmalarımda gizlilik
yoktur, her şey berraktır, çünkü Allah-Peygamber-Kur’an bana; ahlakı, adaleti,
hakikati, samimiyeti emretmiştir. Ama siz benim samimiyetimi hiçbir zaman
anlamadınız ki! Anlayan Müslüman kardeşlerime değildir sözüm. Kahir ekseriyetin
anlamadığı da kesindir. Peki, biz niye böyle olduk? Kim getirdi bizi bu hale?
Rengini hayata vermesi gereken Müslüman, hayatın her türlü rengiyle boyanmış
durumdadır. İnsanlığın kurtulması için yegâne umut olması gereken Müslüman,
kendisi kurtarılmayı bekler durumdadır. İşte dibe vuruşumuzun sebebi budur.
Sahi biz kimin ahlakına sahibiz ya da hangi ahlak ile boyanacaktık? Oysa akıl
ahlakı, ahlakta aklı besler. İkisi birlikte, hakiki ve hakikatli terakkiyi
tevlit eder. Şimdi vurun, kırın, dökün, istiyorsanız şayet hakkımı zorla alın. Vereceğiniz
varsa vermeyin, alacağınız varsa alın. Ben hakikati söyledim yalnızca. Çünkü
insanlık vazifemi ifa ettim münhasıran.
AÇIK MEKTUP
Sevgili Dr. Ali Şeriati;
Seninle 1980’li yılların
başlarında tanışmıştık. İran devriminin rüzgarı ile gelen tercüme furyası, önce
senin kitaplarını getirmişti. Sonradan, devrimin gerçek ideologu olduğunu
öğrendik. Ama İrandan gelen haberler, senin kitaplarının, mollalar tarafından
yasaklandığını, fikirlerine karşı sistematik bir ambargo uygulandığını söylüyordu.
Doğu felsefesinin deposu olan, hikmetin ve şiirin ülkesi İran, Şehinşah’lık
rejimini yıkmış ama yerine Mollaşahlık düzenini kurmuştu. İslami devrim olmuştu
ama Ali Şeriatı yasaklanmıştı. Şah rejimine karşı, bir ömür, kalemi ve
yüreğiyle mücadele veren, onbinlerce genci ‘Hüseyniye-i İrşad’ denilen sivil
okullarda bilinçlendiren, defalarca hapsedilen, sürgün edilen, aç ve işsiz
bırakılan, hasta çocuğunu dahi tedavi ettiremeyen ama yine de, yılmadan
yorulmadan yazan, konuşan ve 1977 yılında sürgün gittiği Londra’da İngiliz
istihbaratının yardımıyla İran'ın Savak ajanlarınca şehid edilen o büyük
öğretmen, Sosyolog Doktor Ali Şeriati, ‘İslam Devrimi’nden sonra yasaklanmıştı.
Neden acaba?
Biz ise , Ali Şeriati’yi
yeni keşfetmiştik. 12 Eylül rejiminden demokrasiye geçiliyordu ve İran
Devrimi'nin etkisini sınırlamak için sağcı-sünni bir İslamcılık pompalanıyordu
buralarda. ‘Devlet'mi korkuyordu, Amerika'mı, İsrail'mi, İngiltere'mi, en çok
hangisi korkmuştu bilemiyorum ama Devrim'in ihracına karşı bulabildikleri tek
silah, ruhsuz bir Yeşil Kuşak Müslümanlığıydı. Biz o zamanlar buna Amerikancı
İslam diyorduk.
Ali Şeriati ismi, tıpkı
İran'ın Şii mollaları gibi, bizim Sünnici mollaları da rahatsız etmişti. Tek
bir cümlesini dahi okumadan, Ali Şeriati hakkında olmadık iftiralar atılıyordu.
Şeriati şiiydi, gizli marksistti -ne demekse-, sapık fikirleri vardı, Allah,
Peygamber, Kur’an ve İslam hakkında itikat dışı yorumlar yapıyor, gençlerin
kafasını karıştırıyordu, vb. İlginçti; İran’daki dinci molla rejimi ile Türkiye’deki
laikçi molla rejimi, aynı kişiden korkuyor, aynı nedenlerle kaygılanıyor ve
neredeyse aynı iftiralarla saldırıyordu. Acaba neden?
Biz her şeye rağmen
okuyorduk Ali Şeriati’yi. ‘İnsanın Dört Zindanı’, ‘Biz ve İkbal’, ‘Dua’,
'Medeniyet ve Modernizm’, ‘Marksizm ve Diğer Batı düşünceleri’, ‘Kevir’, ‘Ali
Şiası-Safevi Şiası’, İslam-Bilim’, ‘Ne Yapmalı?’, ‘Öze Dönüş’, ‘Dine Karşı
Din’, ‘Fatıma Fatımadır’, ‘Ebuzer’, ‘Dinler Tarihi’… Beynimiz allak bullak
oluyor, bütün bildiklerimiz yeniden biçimleniyordu. Şeriati, bir deprem etkisi
yaratıyordu.
Tarih, sınıf mücadelesi ve
efendi köle kavgasıydı. Ezenler ve ezilenler, Habil-Kabil çatışmasıyla başlayan
bir mücadelenin taraflarıydı. İnsan, beşer yanından gelen kötülükle, Allah'ın
ruhundan gelen iyiliğin çatıştığı ve bu çatışmada İlahi yanın kazanması ile
insanlaşabilecek bir türdü. Varolan insan, olması gereken insan değildi. Dört
zindan içinde yani doğa, tarih, toplum ve insanın kendi zindanı içinde
yaşıyorduk. Doğadan, tarihten, toplumdan, bilim ve akıl ile kurtulabilirdik.
Ancak, kendi zindanımızdan, beşer yanımızdan, zaaflarımız, bencilliğimiz,
ihtiras ve yıkıcı tutkularımızdan ancak ve sadece aşk ile kurtulabilirdik. Aşk,
varlığın özüydü ve bütün peygamberler, çöl, çobanlık ve hicret ile, bu aşkı
tazelemeye gelmişlerdi. Gerçek din buydu: İnsanı özgürleştirmek.. Ancak, zer
(altın, mülkiyet), zor (iktidar ve güç) ve tezvir (sahte tanrılar ve sahte
din)den oluşan beşer düzenleri, insanı köleleştirmiş, kullaştırmış ve özne
olmaktan çıkartmıştı. İslam, İbrahim’in, Musa’nın, İsa’nın, Budha'nın,
Zerdüşt’ün, Sokrat’ın, Mani’nin, aşk ve özgürlük mesajının en son halkasıydı ve
özü buydu! Mevlana, ‘Biz Kur'an'ın özünü aldık, kabuğunu köpeklere attık’
demişti. Ali Şeriati, işte bu özün peşindeydi ve İslam olarak bildiğimiz her
şeyi yeniden öğrenmeye ve anlamlandırmaya çağırıyordu.
Marks’tan, Sartre’den,
Alexis Carrell’den, Luis Massignon’dan, Franz Fanon’dan, Mahavera’dan,
Tagore’den, Pascal’dan bahsediyordu. Yunan mitolojisinden örnekler veriyor,
Upanişadlar’dan, Vedalar’dan alıntılar yapıyordu. Konfüçyüs’ü, Lao Tzu’yu,
Eflatun’u, Aristo’yu, Descartes’i, Hegel’i anlatıyordu. Atman’ı, Samsara'yı,
Brahman'ı, diyalektiği, monadı, aşkı, aklı, bilimi, felsefeyi, ahlakı,
estetiği, sanatı arka arkaya sıralıyor, konuşuyor, konuşuyor, konuşuyordu..
Başımız dönüyor, yüreklerimiz kanat çırpıyor, aklımız zorlanıyordu.
Bizde olmayan ya da çok az
bulunan bir tarzı vardı Şeriati’nin. Hz. Ali’den yola çıkıp, Promethe’ye,
Fatıma’dan başlayıp Meryem’e, oradan Kybele’ye, İsa’dan Budha’ya, Hindistan’dan
Atina’ya, Paris’ten Afrika’ya, Mekke’den Meşhed’e, Çölden kente, devrimden aşka
atlıyor, şiirden, müzikten, resimden, heykelden, sınıflardan, sömürüden,
bahsediyordu. ‘Aydın’, diyordu Şeriati, ‘peygamberi bir misyonu vardır, dava ve
eylem adamı olmak zorundadır. Toplumu bilinçlendirmeli, yol göstermeli, öncü
olmalıdır.’ 'Aydın, aykırı olmalıdır, yalnız ve yabancı, halkla iç içe ama
halkın bir adım önünde..’
Ali Şeriati, niteliksel bir
bilinç düzeyiydi. O düzeyde; sağcılık, solculuk, İslamcılık, milliyetçilik
anlamsızlaşıyor, insan, varoluş, tarih, adalet, özgürlük ve arayış, evrensel
bir anlam kazanıyordu. Bir Müslüman'a da, Ateist'e de, Hristiyan'a da, Budist’e
de konuşuyor, ortak, evrensel ve insana ait bir dil kullanıyordu. Kurumsal
dinleri, dogmalaşmış ideolojileri, bütün yerleşik kurumları ve kuralları
sorguluyor, her şeye yukardan ve derinden bakmanın özgüvenini kazandırıyordu.
Sonuçta, İran’da ve
Türkiye’de Ali Şeriati’nin bu kadar çok ve benzer düşmanlarının olması tesadüf
değildi. Hepsinin ayakları altındaki halıyı çekiyor, hepsinin kullaştırdığı
insan tipini özgürleştirip bilinçlendiriyordu. Ali Şeriati okuyanlarla
okumayanlar arasında her zaman düzey, zeka ve bilinç farkı oldu. Şeriati
okumayanlar, ‘Yeşil Kuşak İslamcılığına’ kolay yem oldular. Çünkü, dertleri,
davaları, düzeyleri, hep güdük kalmıştı. Geleneksel dini literatürle, alışıldık
ezberlerle ve bir yığın tabuyla, ne dünyayı anlamak ne de anlamlı bir gelecek
tasarlamak mümkün olmuyordu. Belki de bu nedenle, ‘Yeşil Kuşak İslamcılığı’,
yerel ve genel iktidarlardan, toplumsal servetten, statü ve ün dağılımından
istediği her payı fazlasıyla aldı ama hiç bir zaman muktedir olamadı, olamazdı
da..
Sevgili Doktor!
Özel notların ve
yayınlamadığın makalelerinden oluşan ‘Yalnızlık Sözleri’nden, senin iç dünyana
giriyor, daha yakından tanıyoruz. Meğer sen, seni okuyan ve sevenlerle aynı
kumaştan, aynı dertten, aynı aşktan yaratılmışsın. Yazdıkların, konuştukların,
başka aydınlar gibi bir rol ve misyon gereği değil, samimi, içten ve doğal
patlamalardan ibaretmiş. İşte en çok bu yanını sevdim. Zira, biz şarklı
insanlar, çoğu zaman yüceltmeleri severiz, insanlara kolayca erişilmez ve üstün
nitelikler vehmeder, ün, şan ve statülere büyük önem veririz. Bu nedenle de,
aydınlarımızı, bilginlerimizi göklere çıkartır, sonra da en küçük bir insani
hataları karşısında büyü bozumuna uğrayıp, bilgi ve düşünceye de küsecek tarzda
dumurlar yaşarız. Aydınlarımız da maalesef bu vehmedilen konumlara uygun bir
rolü oynamaya soyunur, kendilerinde olmayan bir kişiliğin sahte elbisesi ile
dolaşmaya başlarlar. Bu oyun, bizim buralarda, kişiliklerin, fikir ve
eylemlerin önüne geçmesini sağlar ve bir süre sonra neye inandığımızı unutup,
kime bağlandığımızı konuşmaya başlarız.
Senin, özü sözü bir
kişiliğin ve hayatın, zaaflarını, şüphelerini, tereddütlerini itiraf eden
samimiyetin, o saf ve doğal iç dünyan, beni gerçekten etkiledi. Bir an için,
ülkemizde beş on tane Ali Şeriati ayarında aydın olduğunu düşledim.. Vazgeçtim,
bir tane olduğunu hayal ettim. Ne bileyim, tek nedenle mutlak dönüşümlere
inanmam ama bir tane Ali Şeriati çıkarmış olsaydı bu ülke, inan çok şey farklı
olurdu diye düşündüm. En azından, son otuz kırk yıllık muazzam İslamcı
enerjiden bambaşka ve daha ileri bir şeyler çıkardı. Milyonlarca insanın
alınteri, emeği, gözyaşı, bileziği, küpesi, harçlığı, umudu, duası, Yeşil
Kuşağa yem olmazdı belki ve Avrupacılık, İsrailcilik, Amerikancılık,
İngilizciliğe dümen kıran Yeşil Kuşak İslamcılığının elinde çarçur edilmezdi.
Ya da irtica öcüsüne malzeme yapılıp, toplumun bir kesimini korkutmaz, Batı'nın
fincancı katırlarını ürkütmezdi. Dini, bir köylü ideolojisi ve sistemden pay
talep eden yeni sınıfların malzemesi yapmaz ve tüm topluma ve insanlığa,
hayatın her alanında ileri ve kaliteli yaşam felsefesi ve etiği sunacak bir
birikime dönüşürdü.. Daha modern, daha doğal bir Müslümanlık ve daha demokratik
bir ülke için mücadele eden bir çok akım ve siyasetin anası olurdu İslamcılık.
Hatta, Sol ve Milliyetçi çevreler dahi, bu düzey ve nitelikten beslenir, emek ve
eşitlik kavgası ile vatan ve bağımsızlık kavgası, bir biriyle çatışan değil,
bir birini bütünleyen ve geliştiren tatlı bir rekabetin konusu olabilirdi.
İnsanlar, etnik yada mezhebi kimlikleri üzerinden konuşmaktan utanır, bu ilkel
dil yerine, insanın dilini, hayatın ve özgürlüğün ortak dilini üreten bir
konuşma üslubu kazanabilirdi. Keşke, bir Ali Şeriati’miz olsaydı. Bu zihinsel
devrim ve seviyeyi ateşleyecek çapta... Keşke...
Sonra bu düşümden uyandım.
İyi ki olmamış dedim, Sevgili Doktor! İyi ki senin gibiler henüz çıkmamış. Eğer
çıksaydı, biz de boğmaya çalışır, olmadık iftiralarla sürgün ederdik. Senin
kadar, kitleleri, özellikle gençliği etkileyen bir yazarımız olsaydı, devlet de
boş durmaz, ‘bu memlekete Ali Şeriati lazımsa, onu da ben yaparım’ der ve
illaki zindanlarda çürütürdü. Ya da ‘arkasında acaba kim var?’ der ve mutlaka
bir yabancı parmağı arar bulurdu. Alimlerimiz tekfir eder, aydınlarımız
kıskanır, örgütlerimiz, cemaatlerimiz önce yanlarına çekip şişinmek ister,
olmayınca düşman kesilip karalamaya başlardı. Kitaplarına, fikirlerine bu kadar
düşman olanlar, eğer burada yaşasaydın sana neler yapmazlardı...
Ali Şeriati, Franz Fanon,
Jean Paul Sartre, Karl Marks, Hegel, Cemil Meriç, Nurettin Topçu, Mehmet Akif
Ersoy, Necip Fazıl, Nazım Hikmet, Sezai Karakoç, Cemal Süreya... Bu çapta
aydınların çıkabildiği toplumlar, tabii ki bir üst düzeyi gösterir. Ama bundan
daha önemlisi, bu çapta aydınları korumak ve yaşatabilmektir. Biz henüz bu
aşamaya gelemedik. Henüz bilgi, felsefe ve sanata dönük kuşkularımızı atamadık.
Belki de, toplumsal bilinçaltımız, henüz güvenlik ve beslenme ihtiyacını
doyurup, uygarlık yaratma eylemine geçemedi. Bu nedenle, her farklı sese, önce,
elimizden ne almaya çalışıyor diye bakıyoruz, sonra eğer bundan eminsek, peki
karın doyuruyor mu? Diye yaklaşıyoruz. Nihayet, elimizden bir şey almayan,
ezberlerimizi bozmayan, kafa konforlarımızı rahatsız etmeyen, sahte
kamplaşmalardan bir mevki kapan, sonrada bundan ekmek yemeye başlayan bir sürü
aydınımız oluyor. Ali Şeriati’ler de tabii ki, bizim toplumlarımıza birkaç
gömlek fazla geliyor.
Sevgili Doktor! Sonuçta seni
sadece biz okuduk ve sen, sadece bizimle konuştun. Biz, Allah’tan başka sahibi
olmayanlarız. Kimseye eyvallah etmeyen, kimseye biat etmeyen, bütün dogmalara,
tabulara saldıran, kimsenin bir yerlere oturtamadığı bir garip kuşağız. Bizi
sadece bizden olanlar anlar. Bizim konuşmalarımız da yalnızlık senfonisidir.
Sessizdir, derindir, manalıdır. Biz, gözlerimizden tanırız birbirimizi, göz
bebeklerimizdeki hüzünden, yorgunluktan tanışırız. Bir demli çayın buğusudur
şifremiz ya da bir sigara dumanının kavisi. Nedensiz dalıp gitmelerdir
muhabbetimizin en koyu anları. İç çekişlerimizle kurarız en uzun cümleleri. Ne
mutluluğun resmini yapabilen bir ressam, ne hayatı kendine yontabilen bir
heykeltıraş değiliz. Alış verişi bilmeyiz, tek ticaretimiz, gençliğimizi verip
belirsiz bir geleceği satın almışlığımızdır. Geleceğin, yaşadıklarımızın
tekrarı olacağının da farkındayızdır. Zira, her şeyi yaşamış, kavgayı, sevdayı,
öfkeyi tatmışızdır. Bize, ‘ölüm gelir, çitlembikler, sarmaşıklarla’, çünkü ne
yaşamdan ne ölümden bir beklentimiz kalmamıştır. Yolumuz, hedefimizdir ve
yürürüz sadece, öyle mahsun ve öyle onurlu. Kardelen, bizim çiçeğimizdir;
kartal, bizim kuşumuz. Her akıntıya karşı durur, her şeye yukardan bakarız.
Özgürlüktür önce ve sadece, imanımızın özü. En çok yılandan korkarız, fırsatçı
ve hainden... Çöl ve denizdir, tabiatımız. İki sonsuzluk arasında yaşamaya
çalışırız. Ne saray takarız ne malikane.. Ne devlet sever bizi ne de ‘kiliseler’.
Bir bitimsiz yalnızlıktır yolumuz, bir sonsuz özgürlüktür menzili.. Hem vatan
deriz, hem özgürlük, hem akıl deriz, hem aşk. Hem halk deriz, hem yalnızlık...
Hem Doğudur ülkemiz, hem Batı.. Hem Muhammed’dir önderimiz, hem İsa... Hem
Spartaküs'tür yüreğimiz, hem Ali... Hem Che Guevara’dır kahramanımız, hem
Malcolm X; hem İzzetbegoviç’tir, hem Dudayev… Biz, bütün şiirlerden tek bir
şiir, bütün bestelerden tek bir senfoni yapar, hayatı tek bir film karesine
sığdırırız. Ne Amerika anlar bizi, ne Patagonya.
Biz sadece birbirimize
tutunur, birlikte yanarız. Ateşimiz suyumuzu yakar, nefesimiz ateşi.
Seni daima okuyacağız
doktor, daima okutacağız. Seni, biz tanıttık bu toprağın yüreğine, biz
dalgalandıracağız o put kıran sancağını. Çocuklarımız, ‘Üstad Ali Şeriati’,
diyecekler, Ali Şeriati okudum da adam oldum diyecekler. Ve seni okumayan ve
okutmayanlar, o cehaletin, bağnazlığın, zeka özürlü esnafları, düştükleri
çukurun derinliğiyle övünenler, onlar, bir gün çocuklarının ellerindeki Ali
Şeriati kitaplarını görünce yıkılacaklar. Ali Şeraiti, onların Azrail'i
olacak..
Sevgili Doktor! Kalem tutan
ellerinden öper, şehid kanından süzülen bereket için sana sonsuz teşekkür
ederim. Hüda’nın rahmeti üzerinden eksik olmasın. Hoşça kal.
AHMET ÖZCAN