Malumumuz bu yıl Kars’a gitmeyeni
dövüyorlardı. Kışın o kadar popüler olmuştu ki sağımda solumda, önümde
arkamda herkes Kars’ı konuşuyordu. Genellikle popüler olandan kaçma gibi
bir huyum vardır ama gelin görün ki konu gezmek olunca işler değişti
biraz. Kars gezisini zaten organize etmiştik ve tam da “hot topic”
olduğu dönemin ortasında, geçtiğimiz Ocak ayında Kars’a gittik.
Öncelikle söylemeliyim ki Kars’ı çok beğendim, alabildiğine kardan
bembeyaz olan tüm manzaralar için şu hayata gerçekten teşekkürler!
Baştan belirteyim bu yazının amacı, Kars’a nasıl gidilmeli – trenle mi
yoksa uçakla mı, peki nereler görülmeli, ne yenmeli gibi tavsiyeler
vermek değil. Bunu da yapmak isterim ama bu yazıda değil. Bu yazıda tabi
ki Kars’ın, benim üretim derdime dokunan tarafını yazmak istiyorum.
Ocak gezimizden beri Kars’taki
peynir üretimine dair bir şeyler yazmak istiyordum, bu sabah Cem
Seymen’in Fransız Comté peynirleri ile ilgili videosunu da izleyince,
klavye başına oturdum. Bu aralar sabahları bir doz Cem Seymen videosu
bana çok iyi geliyor. Takip ettiği konuları, karşımıza çıkardığı
örnekleri ve tabi ki coşkulu konuşmalarını dinlemek beni gerçekten
motive ediyor. Özellikle bu aralar, hayata geçirmeye çalıştığım fikrime
aradığım manevi desteği resmen bu yayınlarda buluyorum.
Tabi ki bir köy gördüm diye, tarımla
ilgili bir video izledim diye burada ahkam kesecek değilim. Biz
küçükken, yaklaşık 10 yıl önce, peki tamam 15 yıl önce olsun, ya da 25
yıl önce olabilir:), dedem, güzel Ege’mizin güzel bir kasabasında
hayvancılıkla uğraşıyordu ve o yaşlarda bana çiftlik gibi görünen küçük
bir besihanesi vardı. İnekler, koyunlar, hatta atlar. Babamın memuriyeti
sebebiyle biz vilayet vilayet (adeta bir Reşat Nuri Güntekin romanı:))
dolaşırken ne yazık ki orda çok zaman geçiremedim. Ancak bayramdan
bayrama gider görürdük oraları. Hayvanların arasında piknik yapar,
babaannemin kendi eli ile yaptığı köy peynirini yer, kendi yaptığı
kaymağı ekmeğe sürer, ev yapımı reçelle taçlandırırdık o ekmeği. Ekmeğin
köy ekmeği olduğunu söylememe gerek yok herhalde. Sonra dedem yaşlandı,
kendini emekli etti, işleri arkasından devam ettirecek biri yoktu.
Hayvanlar satıldı, besihane kapandı, üretim bitti. Pazarlama sektöründe
12 yıl geçirip tecrübelenmiş biri olarak şu an diyorum ki, keşke o
üretimler devam ediyor olsaydı, ben devralsaydım da ürünleri
markalaştırsaydım. Türkiye’de bunu yapabileceğimiz o kadar çok yöre, o
kadar çok ürün var ki. Büyüklerinizden kalma Balıkesir’de bir zeytinlik
ya da Rize de bir çaylık hiç vakit kaybetmeden üretimi markalaştırmak
için düşünün derim.
Bu yörelerden biri de elbette Kars.
Kars gezimizin son gününde Boğatepe Köyü’ne gittik. Boğatepe Köyü, Kars
Gravyeri’nin ilk kez üretildiği ve memleketimize kazandırıldığı yer.
Köyün önceki adı, peynir yapılan ve iyi cins hayvan yetiştirilen yer
anlamındaki Zavot imiş. Kelimenin kökeni Rusça desem.:) Bu bilgiyi
bizzat Boğatepe Köyü’nün içinde köy halkının imece usulü kurduğu
Ekomüze’nin duvarlarında asılı bilgi levhalarından öğrendim. Köyün
içinde böyle bir müzenin kurulmuş olması bile bana mucize gibi geliyor,
giderseniz ne demek istediğimi anlayacaksınız. Müzenin hikayesini,
kurucularından Kazım Bey’den dinlemeniz lazım, not edin bunu.
Müze’nin
kurulduğu bina, 1880’de İsviçreli peynir üreticileri tarafından Zavot
köyünde, mandıra olarak inşa ediliyor. 1920’ye kadar gravyer
imalathanesi olarak kullanılıyor. Mandıranın üst katı imalathane alt
katı ise peynir olgunlaştırma ve dinlendirme deposu olarak
kullanılırmış. Şimdi gelecek cümleye dikkat, müze bilgilendirme levhası
üzerinde yazı şöyle devam ediyor; “1970’lerin sonunda kooperatifler
dağılıp, son üyeler de özel mülklerinde yaptıkları mandıralarında
üretime geçince, mandıra binası atıl kalmış ve zamanla bakımsızlıktan
üst katı yıkılmış.” Dikkat dedim çünkü bu kooperatif konusuna tekrar
geleceğiz. Müze’de ayrıca peynir yapımının aşama aşama anlatıldığı,
bölgenin zengin bitki örtüsünden bahseden bilgilendirmelerle beraber
peynir üretimi sırasında kullanılan malzemeler de profesyonelce
sergileniyor.
Boğatepe köyünde, köy halkı sizi çok
güzel ağırlıyor. İsterseniz bir köy evinde, evin sakinleri ile beraber
kahvaltı yapabilirsiniz. Biz de böyle bir kahvaltı organizasyonuna
katıldık. Sohbet sırasında öğrendim ki tarım ve hayvancılık için pek çok
devlet teşviki varmış, köy halkı bu desteklerden memnun görünüyor. O
zaman aklıma, ithal inekler konusu geldi ve sormadan edemedim. Anladığım
kadarıyla dişi olanların bakımı, yeteri kadar desteklenmiyormuş.
Dişiler yetiştirilemeyince de doğurganlık azalıyor ve inekleri ithal
etmek zorunda kalıyormuşuz. Burada destek matematiğinde atlanan bir
nokta var gibi geliyor bana, yoksa neden genel destekler iyi olur da
dişi hayvan bakımı destekleri yetersiz olur, bu kısmın yorumunu
uzmanlara bırakıyorum.
Köyde, kendi ürünleriyle ve yükselen
turizm değeriyle ilgili bilinçlenme düzeyi çok iyiydi, ah dedim, hayal
ettiğim, her yıl kişi başı en az 12 kitap okuyan köy burası olabilir
miydi? Fena mı olur mesela, köy halkının elinde pazarlamayla, iş
yönetimiyle ilgili kitaplar olsa. Ama ne yazık ki genç nesil köyden
kaçıyormuş. "Kimse köye kız vermek istemiyor" dediler. Bu “kız vermek”
lafı da ne kadar bizim kültüre has bir ifade. Neden oğlan verilmiyor
mesela, ya da vermek ne demek acaba? Neyse, feminist yorumlarımı kısa
kesip yazıya bir ara veriyorum. Yazının devamına buradan ulaşabilirsiniz.