Sayın Cumhurbaşkanım! Zat-ı Alinize birkaç sorum olacak ama
ilerleyen zamanda ya da bir sonra ki mektubumda. Dünya öyle boş ki, hiçbir şeyi
umursamıyorum. Bazen yaşamak bile
istemiyorum. Çoğu zaman yetsin, buraya kadarmış dediğim bile oldu ama olmadı.
Yani bu kadar! Bendeniz, şiiri, şarkıyı, çiçeği, böceği seviyorum. İnsanı ve
özgürlüğü seviyorum. Bir çocuğun gülümsemesine bitiyorum, ölüyorum. Sadece anı
yaşayan, ne dünden ne de yarından haberi olmayan çocuklarımızın
gülümsemelerine. Aslında ne güzeldir anı yaşayabilmek, keşke yaşayabilsek! Bir
çocuk olaydım, belki de ne dünyanın kirine bulaşmış olurdum ne de dünyanın
kötülüklerini tanırdım. Bir kuş olsaydım da uçsaydım şu mavi göklerde diyorum
bazen iç sesimle diğer kendime. Gökyüzünde süzülen kuşlar büyük bir heyecan
veriyorlar bana. Bazen, görünmez bir şey olaydım da, çocukları katleden
cellatları yeryüzünden süpüreydim dediğim anlar oldu. Bir dağda yaşamak ve o
dağın zirvesinde haykırmak istedim çok zaman, suçlularla dolu şehirlerin
karanlığına, belirsizliğine, kahpeliğine karşı. İnanır mısınız çok dar
sokaklardan, fikirsel evrelerden geçtim geldim. Ter ve yaş akıtarak, emek sarf
ederek, gövdemi eriterek verdim kavgamı. Aklımla, kalbimle fikriler edindim ve
yine aklımla, kalbimle edindiğim fikirlerden vazgeçip, başka fikirlere yelken
açtım. Hiçbir yerde tutunamadım, çünkü ne tutunabilirdim ne de tutabildiler.
Zira bendeniz aklıma ve vicdanıma kulak verdim her zaman. Kendi kendimle
savaştım. Bir yanardağ gibiyim inanır mısınız? Bugüne kadar hiçbir yerde samimi
ve gerçekçi bir kavga görmedim. Kavgalar hep dünya için verildi, elanda aynı
izi sürüyor insançocukları. Dünya için kavga vermeyi çok salakça buluyorum. Yaşayamadıkları,
yaşayamayacakları dünya için kavga veriyorlar. Yaşamak için değil, sahip olmak
için veriyorlar kavgayı. Çok ucuz, basit, anlamsız şeyler uğruna kavga
verildiğini gördüm ve bugünde dünden farksız bir şey göremiyorum. İnsan
maalesef kendine ihanet etmiş ve kendini inkâr etmiş. Küçücük, basit, ucuz
menfaatlerinin ardına düşmüş ve karakterini yolda bırakmış, çiğneniyor
karakteri ama o artık unutmuş bile ne bıraktığını geride. Bendeniz için bu
sefil dünya, sefaletin şarkısını terennüm eden insanlığın dünyası, o kadar boş,
saçma ve anlamsız ki, zerre miskal haz almıyorum. Etim, ruhum, kanım, terim,
tenim, yaşım, tüm gövdemle özgürlüğüm ben. Çok büyük ülkülerin, belki de
hayaller ötesi rüyaların peşindeyim. Başkaları ütopya diyorlar onlara ama
bilmiyorlar ne olduğunu ve ne dediklerini. Keşke bilselerdi, hiç üzülmezdim.
Belki de bu yüzdendir böyle duygularım. Zira dünya devasa bir mahpushane gibi
geliyor bana. Arabalar, evler, dükkânlar, servetler vb. he şey devasa
mahpushanenin fanusları, dar ve karanlık koridorları, ağır zincirleri gibi
geliyor bana. Dünyayı elde edemediğimden değil bu, istesem elde ederim ve nasıl
elde edildiği de malumdur. Ama bendeniz maddeyi sevmiyorum, maddeye
sahiplenmeyi sevmiyorum ya da maddeye sahiplenme yöntemlerine ve maddenin
sahiplenilme sebebine karşıyım. Sus diyorlar, kendi işine bak diyorlar, belanı
mı arıyorsun diyorlar. Valla billa umursamıyorum. Böyle pislik bir dünyanın
neyini umursayayım ki? Karanlığın, cehaletin, haysiyetsizliğin, ufkumuzu
kapladığı bir dünyada kalmak mı ya da kalmak için kavga vermek mi? Yemin
ediyorum akıl kârı değil ve ahmak işi. Bir varmış bir yokmuş gibi hayat, göz
açıp kapayıncaya kadar tükeniveriyor. Niye susayım, niye korkayım, niye
insanım, niye varım diyorum. Soruyorum, sorguluyorum, cevap bulamasam da
yapıyorum bunu. Belki bu dünyada sonsuz olsaydım daha farklı olurdum, dinlerdim
insanları ama maalesef sonsuz değilim ve bu yüzden yaşamayı seçtim ben.
Yaşamayı derken, işte canlı kalayım, dünya da olayım değil, yaşamak sevincini
en dibine dek duyumsamayı seçtim. Belki…
Sayın Cumhurbaşkanım! Cevabını çok merak ettiğim birkaç şey
var naçizane. Haddizatında sorularıma insançocuklarının verecekleri cevabı biliyor
gibiyim ama yine de merak ediyorum ve zat-ı alinize sormak gereği duyuyorum.
Sorum insançocuklarına değil çünkü. Zira dediğim gibi, onların cevaplarını
biliyor gibiyim. Garip bir his bu. Sözcüklere bürünemeyen bir his. Sezgi mi
demeliyim yoksa, bilemiyorum. Beynimin göklerinde milyarlarca düşünce bulutu
uçuşuyor. Duygularımın sonu yok, kalbim uçsuz bucaksız bir deniz gibi. Daha
önce detaya girmeden öylesine değindim geçtim. İnsan niye okur ya da niye
okumalıdır yahut okumalı mıdır? Okuyun derken, okuyun diyenler bunda samimi
midir? Samimi değilse niye okuyun demektedirler? Okuyun diyenler, okuması
gerekenler okuyunca kendilerinden olacaklarını ve kendileri gibi
düşüneceklerini mi düşünmektedirler de okunmasını istemektedirler? Ya da neyin
okunmasını istemektedirler? İstenilenlerin okunmasını istemek ahlaki midir? Bendeniz
okuduğum zaman başkaları gibi düşünmezsem, kendileri gibi düşünmediğim başkalarınca
cezalandırılabilir miyim ve böyle bir şey, kutsal ve mutlak yasalara uygun
mudur? Ya da okuduklarımdan anladıklarımı özgürce ifade edebilir miyim,
edemezsem şayet niçin okuyayım? Bendenize oku deniyorsa, niçin oku deniyor,
okuduğum zaman ne olur, okumak sonucunda olduğuma katlanılabilinir mi? Ya da
bendenize işkence mi edilmek isteniyor? Özgürce düşünmemin önüne barikatlar
konulacaksa, okumamın anlamı nedir? Keza; Müslümanız ve Müslüman bir ülkede
hayat sürüyoruz değil mi? Yanlış mı düşünüyorum diyorum, hayır gayet doğru
düşünüyorum diye biliyorum. Ama bendeniz nasıl Müslüman olacağımı bir türlü
anlayamadım. Valla billa anlayamadım gitti. Bendenize birilerinin ama dinden
anlayan birilerinin nasıl Müslüman olacağımı gerçekten izah etmelerini çok
istiyorum. Yani Kur’an’ı okuyorum, okuduğumu anlama gayretinde oluyorum,
anladığımı yaşama çabasına giriyorum ama Müslüman bir ülkede garipseniyorum.
Hatta emin olun bana hayır diyenlerin, acayip bakanların, tavır alanların
içinde Müslümanlıktan büyük bir ciddiyetle bahsedenlerin olduklarını
bildiklerimden de oluyor. Kur’an’ın hükümlerinden bahsediyorum ve tepki
çekiyorum ya da anlaşılmıyorum. Bendeniz okuduğum Kur’an’dan anladıklarımı
ifade etmemeli miyim ya da Kur’an’a göre yanlış bulduklarımı dile getirmeyip
kendime mi saklamalıyım? Hani insanlar Kur’an’dan bahsediyorlar ama
yaşamıyorlar ve başkalarının da öyle mi olmalarını istiyorlar acaba yani
konuşmalarını ama yaşamamalarını ya da Kur’an’ın özünden bahsetmemelerini mi
istiyorlar? O zaman Kur’an’ı niçin okuyorum ya da okuyayım? Bunun nasıl
olduğunu gerçekten merak ediyorum. Muhammed İkbal’in bir sözü var, diyor ki;
dinimizi getiren Peygamberimiz gelse, getirdiği dini tanıyamazdı diyor.
Hakikaten garip bir çıkarım değil mi? Bendeniz kime göre, neye göre ve nasıl
bir Müslüman olmalıyım? Çünkü Kur’an’a göre Müslüman olmak garipseniyor. Hayata
bakıyorum, Kur’an’a bakıyorum, tezat gördüğüm zaman izhar ediyorum ama itham
ediliyorum hatta tecziye bile ediliyorum. Dahası tezattan söz bile edemiyorum. Haaa
bendenize deniyorsa ki, sen Kur’an’a bak, Müslümana bakma, öyle de bendeniz
Müslüman insanların arasında yaşıyorum ve bu katıksız bir gerçek. Bir de şunu
merak ediyorum; bugün bir Müslüman, Müslüman olmayan birine dini anlatsa,
tebliğ etse, nasıl edecek, edebilir mi? Burada da Yusuf İslam isimli şahıs
aklıma geliveriyor. Kur’an’ın anlattığı Müslüman’a bakıyorum, bir de dünyada ki
Müslüman’a bakıyorum, valla billa talla şaşırıp kalıyorum ve soruyorum,
bendeniz kime göre, neye göre, nasıl bir Müslüman olmalıyım? Cevap verecek
olana da sormak istiyorum; şayet istenilen gibi Müslüman olduğum zaman, olduğum
Müslümanlığı yaşamama eyvallah edilebilir mi? Ya da bendeniz birine göre mi
yoksa Allah’a göre mi Müslüman olmalıyım? Birine göre Müslüman olduğumda
olduğum gibi yaşayabileceksem, Allah’a göre Müslüman olduğumda yaşayamayacak
mıyım ve bu ne acayip bir şeydir? İçinden çıkamadığım bir paradoks. Hakeza; her
doğruyu her yerde söyleme ama söylediğin her şey doğru olsun. Valla billa talla
bunu da bir türlü anlayamadım gitti. Bendeniz doğruyu bilecem ama söylemeyecem?
Yani bunun adı nedir ki? Bu düpedüz münafıklık değil midir? Çendan riyakârlık
değil midir? Ya da söyleyeceğim bir doğru, yanlış yolda ki bir insanı
kurtaracaksa ama söylemediğim için kurtulamayacaksa ne olacak? Bendeniz doğruyu
niye öğreniyorum, ne zaman söyleyeceğim, nerede söyleyeceğim, kime
söyleyeceğim? Ölümlü biriyim ve bildiğim doğruları kendimle mi götüreceğim,
götürdüğüm yerde kime söyleyeceğim, ne işime yarayacak? Burada hiçbir işe
yaramayan doğru orada ne işe yarayacak? Dahası doğruyu söylemekten niçin korkayım
ki? İnsanlara hep doğru olmaları söylenmiyor mu? Bu söylenilenlerde samimi
değiller mi yoksa söyleyenler? Hayır, gerçekten merak ediyorum, doğruyu niye
söylemeyeyim ya da niye her yerde söylemeyeyim? Yoksa insanlığa kurulmuş
tehlikeli bir tezgâh mıdır bu? Zira nice şeyler, kutsallık ve takva elbisesi
giydirilerek kabul ettiriliyor insanlığa. Bu emir yani doğruyu söylememek,
Allah’ın, Peygamberin ve Kur’an’ın bir emri midir? Eğer kutsal bir emirse,
hücceti nedir? Hakikaten bunları tüm benliğimle ve bilincimle soruyorum ve bu
soruların cevabını merak ediyorum. Daha çok soru var soracağım! Ne garip bir
dünya ve ne acayip bir insanlık değil mi Sayın Cumhurbaşkanım?