AÇIK MEKTUP...11...

Özgür DENİZ - 08.07.2018

Sayın Cumhurbaşkanım! Aşkın, sevginin, hüznün üstadı, gönül insanı, güzelinsan Cahit Zarifoğlu’nun dediği gibi, bendeniz de bu çağdan nefret ettim, etimle, kemiğimle nefret ettim. Öyle yoz, saçma, anlamsız, rezil, kof bir çağ ki, ne anlamak mümkün, ne de hazzetmek. Ne insanın da tat var, ne yaşamında ve ne de nimetinde tat var. Tam anlamıyla bir bunalım çağı. Yerden ayaklarım kesilse, farkında olmadan kanatlanıversem, ansızın beliriveren bir rüzgârla uçuversem ve çok garip uzaklara gitsem ve de yere düşmesem deyiveriyorum bir an. Gönlüm yerden kesiliveriyor, duygularım bendenizi sonsuz uzaklara alıp götürüyor, derin iç çekişler yaşıyorum. Yer sıkıyor, boğuyor, göğün maviliğine karışıp gitmek, öylece boşlukta süzülmek istiyorum. Koca gövdemden kopup gitmek isteyen bir şeyler var gibi sanki, gövdem de tutsakmışta gövdemi yarıp fırlayıp çıkmak istiyormuş gibi oluyor. Sadece ama sadece şiirin egemen olduğu bir hayal dünyasına gitmek, yok olmak, baştanbaşa şiirleşivermek istiyorum. Kaybolup gitmek, yitmek istiyorum. Şiirsiz, müziksiz, düşsüz, kitapsız bir dünyada yaşamak, cehennemde yaşamaktan farksız geliyor. Cellatlar kana buluyor hayatı. Küçücük çocukların katledilmesi yüreklerimizi dağlıyor. Düş kırıklıkları yaralıyor insanı. Umutlarınızı kaybediyorsunuz yavaşça, sessizce. Usulca yığılıp kalıyorsunuz kirli ve kanlı dünyanın eteğinin dibine. Kardeşçe yaşamak imkânsız bir umut muydu yoksa diyorsunuz? Sevgi kuru bir ifadeden ibaret miydi? Yaşamaya tutunmak, yaşamak için bir sebep bulmak için miydi? Ne gariptir ki, en temiz bildiklerimiz bile, hesapların en kirlisini yapmaktan imtina etmiyorlar. Niye böyle ki bu hayat? Haddizatında çok iyi biliyorum sanki; insan istemiyor, mutlu, güzel ve kardeşçe yaşanılan bir dünyayı. Yoksa niçin olmasın ki? Cellatların olmadığı, çocukların güldüğü bir dünyayı yaratmak gerçekten imkânsız mıdır? Ya bilmiyoruz ya da bilmek istemiyoruz; her suç, topluma yöneltilmiş bir sorudur haddizatında. Cevaplayamadığımız sorulardan kurtulmuş mu oluruz? Kimdir suçlu, niçin suça yönelmektedir, nasıl suç işleyebilmektedir, kimler eliyle suça bulaşmaktadır? Bize, insanların kardeşçe yaşadığı, mutlulukla dolu, çocukların ağız dolusu gülebildiği, özgürce oynayıp eğlenebildiği bir dünya lazım. Bu da, suçları ve suçluları azaltmaktan geçiyor, bu da kadim insanlık değerlerine yeniden dönmekten geçiyor. Vicdandan, merhametten, sevgiden geçiyor. Ruhsuz kalmış gövdeleri, yeni bir ruhla yeniden diriltmek gerekiyor. Ama samimiyet gerekiyor ilk evvelde, zira samimiyet olmazsa, yapabileceğimiz hiçbir şey olmaz. Samimiyet nedir? Bir şeyi yapmak için gerçekten, sahici adım atmak demektir. Konuşmak değil yapmak demektir. Dünyadan feragat edebilmek, bir şeyler olması için fedakârlık yapabilmek demektir. Laf üretmekle olmuyor ki. Pratiği olmayan teori ne işe yarar ki? Bizler, ruhumuzu kaybetmişiz maalesef! İnsan dünyanın ruhu olduğuna göre, insanda ruhunu kaybettiğine göre, dünyanın cehenneme dönmeme imkânı var mıdır ki Sayın Cumhurbaşkanım?

 

Sayın Cumhurbaşkanım! Ne insanlıkla ne de hayatla uzlaşabiliyorum. İnsanlık maalesef hem anlayışsız hem de cahil, nankör ve hasta, hayatta pislik ve kötülüklerle dolu. Şerefim ve namusum üzerine temin ederim ki, insanlık ailesinin tüm fertlerini kastetmiyorum burada, zira böyle bir şey haysiyetsizlik olur ve böyle bir yargıda bulunacak kadar haysiyetsiz değilim. Amma velakin kahir ekseriyeti kastediyorum elbette ki. Vicdansızlık, merhametsizlik, sadece kendini düşünme, bana dokunmayan bin yaşasıncılık almış başını gitmiş. Menfaatlerinin ve dünyanın zebunu olmuş, parayı, maddeyi ilahlaştırmış bir insanlık ailesi dâhilinde yaşıyoruz, adına yaşamak denirse. Yemin ediyorum, insanlık okumuyor, anlamıyor ve düş kuramıyor. İnsanlık yere gömülmüş sanki ve yerin karanlığında kaybolup gitmiş, bir türlü göğe yönelemiyor, bakamıyor bile gökyüzüne. Bir kere baksa belki de çok şeyler görecek ve anlayacak aslında nasılda tutsak olduğunu. Gökyüzünden şiirler yağacak belki de gönlüne ama istiyor mu bunu? İnsan münhasıran bakıyor, münhasıran okuyormuş gibi yapıyor, münhasıran ezberliyor. Ama asla anlamıyor. Valla billa talla belli olurdu anlasa. Bunu hissedersiniz inanın. Bu bir marifet değildir ki, sadece gözlemek ve hissetmek kifayet eder bunu ihsas etmek için. İnsançocukları sadece biliyorlar ama anlamıyorlar, bilgileri de münhasıran ezberden başka hiçbir şey olmuyor. İnsançocuğu Meriç’ten, Topçu’dan, Şeriati’den, Karakoç’tan, Aliya’dan sözler ezberliyor, bunları zaten derinlemesine okumuyor, ezberlediği sözlerle ahkâm kesiyor ama aslında inanmıyor da o sözlere, okuduğu sözlerden tek bir eylem yaratamıyor, çünkü o sözleri anlayarak, hissederek okumuyor. Sözleri okuyor, sözler gövdeye çarpıp geri dönüyor, dağılıp, yok oluyor. Ne kafaya giriyor, ne kalbe iniyor ve ne de vicdanın sesine kuvvet oluyor. Tıpkı Kur’an’ı sadece öylesine okuyup piyasada ayetlerle ahkâm kestiği ama okuduğu ayetlerden tek bir davranış üretemediği gibi. Bendeniz ise okuduklarımla yaşananlar arasındaki paradoksa bakıyorum ve kafayı yiyorum. Böyle olamaz, böyle olmamalı diyorum. O zaman niye okuyoruz diye soruyorum, sorguluyorum. Öyle ya, eğer eyleme dönüşmeyecekse bilgimiz, niçin ediniriz o bilgiyi? Bu her kesim için böyle. İslamcı İslam’dan bihaber, Milliyetçi vatandan bihaber, Solcu adaletten, özgürlükten bihaber ama iş konuşmaya geldiği zaman sanki haberdarlarmış gibi ahkâm kesmeye bayılıyorlar. Herkes bildiğini ve savunduğunu sandığı şeyi, aslında ne biliyor ne de savunuyor. Çünkü hepsi reel politiğin zavallı kurbanları. Her daim demişle kalıyor. Meriç şunu demiş, Topçu onu demiş, Şeriati bunu demiş, Peygamber şöyle demiş. Eee sen diyorsun? Bende dediklerini söylüyorum ya oluyor cevap zımnen, tabi açıktan söylenmez bu! İşte insanlık olarak bizim özümüz, özetimiz bu maateessüf. Yani tam olarak fikrin sefaleti. Fikirsel sefalet, yaşamda da sefaleti tevlit ediyor ister istemez. Burada büyük fikir devi üstad Mevdudi’nin muhteşem ifadesi söylenmeden olmaz kuşkusuz, ne diyor üstat; inançlarınız hakkında ne söylerseniz söyleyin, gerçeği meydana getiren uygulamalarınızdır. Sadece konuşmak hiç bir anlam taşımaz. İşte hakikat budur haddizatında ama bunu da anlayabilmek, kavrayabilmek gerek. Bir dinimiz olduğunu, olduğunu sandığımız dinimize inandığımızı düşünüyoruz ama gerçekten bir dinimiz olduğuna ve olduğunu düşündüğümüz dinimizi yaşadığımıza inanıyor muyuz acaba?

 

Sayın Cumhurbaşkanım! İnsanın tutarsızlığı hayatta da tutarsızlıklara sebep oluyor ve bu durumda, yaşamı yaşanmaz kılıyor. Haddizatında çok ince bir noktadır burası. Zaten derinliklere, inceliklere, detaylara dikkat kesilmeyince fark edilmiyor bu tür yönler. Ki, insanlar tam da buraları fark edebilseler, hissedebilseler zaten bu dünyada vicdansızlık, merhametsizlik, zalimlik diye bir şey de olmayacak, kalmayacak ama nafile. İnsanlarda, maateessüf kalıpsal ve kabalama yaşıyorlar. Hep sanarak yaşıyorlar. Şöyle sanıyorlar, böyle sanıyorlar, öyle sanıyorlar ama hiçbir zaman gerçek, sandıkları gibi olmuyor, olamaz da zaten. Bir dünya öneriyorlar mesela, ama önerdikleri dünyalardan kendilerinin bile haberi yok. Neyi önerdiklerini, niçin önerdiklerini, önerdiklerinin insanlığa neler getireceğini ya da insanlıktan neleri alıp götürebileceğini bilmiyorlar. Şöyle ki; Proudhon’u, Bakunin’i, Stirner’i vs. vs. vs. bilmezler ya da bunların isimlerini bilirler ama eserlerinden bihaberdirler, buna rağmen Anarşist bir dünya önerirler. Keza, Marks’ı, Engels’i, Lenin’i vs. vs. vs. bilmezler ya da bunların isimlerini bilirler ama eserlerinden bihaberdirler, buna rağmen Komünist bir dünya önerirler. Hakeza, Erol Güngör’ü, Peyami Safa’yı, Dündar Taşer’i, Seyid Ahmet Arvasi’yi vs. vs. vs. bilmezler ya da bunların isimlerini bilirler ama eserlerinden bihaberdirler, buna rağmen Milliyetçi bir dünya önerirler. Ve hakeza, Seyyid Kutup’u, Mevdudi’yi, Hasan el-Benna’yı vs. vs. vs. bilmezler ya da bunların isimlerini bilirler ama eserlerinden bihaberdirler, buna rağmen İslamcı bir dünya önerirler. Ve bu insanlar, kendilerini Anarşist, Komünist, Milliyetçi, İslamcı olarak tanımlarlar. Kavramsal olarak tanımlamakla her şeyin öyle olacağını sanırlar. Şimdi bendeniz nasıl böyle bir tanımlama yapabilirim ki? Asla yapamam. Binaenaleyh, bendeniz hayatta ki herkese fikir sahibi olarak bakamıyorum. Bir insan hangi fikirden olduğunu söylüyorsa, en azından o fikirde bazı şeylere sahip olacaktır. Ben şöyleyim demekle olmuyor ki. Belki de insanlar ne olduklarını, kim olduklarını, oldukları şeyi bilseler her şey çok daha güzel olacak. Bilmedikleri ama bildiklerini sandıkları için hiçbir şey olmuyor. Zira bildiklerinin doğru olup olmadığını da sorgulayamıyorlar bilmeyince. Senkronize düşünemiyorlar, analitik düşünemiyorlar, kendi kendilerini murakabeye tabi tutamıyorlar. Uyuyanları uyandırmak kolaydır da, uyanık olduğunu sananları uyandırmak imkânsızdır. Durum, burada da aynıdır maalesef. Bilmeyene belki öğretebilirsiniz ve kendi de öğrenebilir ama bildiğini sanıpta bilmeyene neyi öğreteceksin ya da neyi öğrenebilir? Bu türler bildikleri her şeyin doğru olduğunu sanırlar. Zaten her şeyi bildiklerini sanırlar. Bir şey yaptıkları zaman doğru şeyi yaptıklarını düşünürler. Yaptıklarının hangi sonuçları doğuracağını asla umursamazlar. Zira yaptıklarını da, yaptıklarının doğuracağı sonuçları da ne şekilde olursa olsun peşinen kabullenmişlerdir. İyi de olsa, kötü de olsa, bilmeden kabullenmişlerdir. Gerçeği söylediniz mi, yargılanıyorsunuz acımasızca, küfre, hakarete uğruyorsunuz. Ama gerçek bu değil mi, bu değil mi ama gerçek Allah, Muhammed, Kur’an ve İnsanlık aşkına? Hayır, gerçeği göz göre göre nasıl inkâr edebiliriz ki? Böyleyiz işte böyleyiz, hepimiz böyleyiz. Böyle değilsek, dünya niye böyle, hayat niye böyle o zaman? Bahsettiğimiz nice sıkıntıların en diplerinde de bu yatmaktadır filhakika. Bilmeyen insanda,  anlamayan ve hissetmeyen insanda vicdan nasıl oluşabilir, merhamet nasıl filizlenebilir? Böyle olduğu için, kimse birbirini dinleyemiyor, anlayamıyor, dinleme ve anlama olmayınca da aynı dil oluşamıyor. Çünkü herkes kendisinin mutlak hakikat olduğunu ve hakikati tüm yönleriyle bildiğini düşünüyor. Ve önyargı temelinde birbirleriyle ilişki ve iletişim kuruyorlar. Böyle olunca da çok kolay bir şekilde aldatılabiliyorlar, uyutulabiliyorlar ve kullanılabiliyorlar. Yaşayamıyorlar ama yaşatıyorlar ve sadece izliyorlar yaşayanları. Belki birbirlerini sağlıklı olarak dinleyebilseler, anlayabilseler, kendilerinde ki kusurları fark edip, daha nesnel temellerde konuşabilecekler ve doğruyu bulabilecekler ve güzel bir dünya kurabilecekler el ele, gönül gönüle, farklılıklarına rağmen kardeşçe yaşayabilecekleri bir dünya kurabilecekler belki de. Cellatların olmadığı, çocukların ölmediği, açların bulunmadığı, herkesin ağız dolusu gülebildiği ve yaşamak sevincini duyumsayabildiği bir dünya!

 

Sayın Cumhurbaşkanım! Okuyan insandan, düşünen insandan korkulur mu? Belki de şu hayatta tek emin olunacak insan okuyan, düşünen insandır. Ama insançocukları olarak garip varlıklarız. Kahir ekseriyetle okuyan ve düşünen insanlardan yana yanlış kanaatlere sahip oluyoruz. Tabi dürüst ve namuslu okumalı ve düşünmeli, okuyan ve düşünende. Neyi okursa okusun, nasıl düşünürse düşünsün fark etmez. Yeter ki namusluca okusun ve düşünsün, düşüncenin namusuna ihanet etmesin. Kitaba ihanet etmesin. Kalbine ve kafasına ihanet etmesin. Belki aykırı düşülebilir okuyan ve düşünen insanla ama asla ve kata zarar gelmez okuyan ve düşünen insandan. Çünkü hayata farklı bakar, her şeyi okur, biteviye bir düşün sürecine tabidir, her düşünce insanına saygı duyar bu tür insanlar. Düşünceyle savaşmanın, kavgasını okuyarak ve düşünerek vermenin kutsallığına inanmışlardır bu tür insanlar. Farklı okuma yapmaları, farklı düşünmeleri, farklı düşün ve yazın insanlarından istifade edip, paylaşımlar yapmaları bu insanaları kötü yapar mı, bunlardan zarar geleceği anlamına gelir mi böyle bir davranışa sahip olmaları Allah, Muhammed, Kur’an ve İnsanlık aşkına? Bu tür insanlar ancak iylik, güzellik, mutluluk olsun isterler. Herkes kardeş olsun isterler. Dünya adaletle, sevgiyle, huzurla dolsun isterler. Herkesin kalbi tertemiz, bakışı tertemiz, hareketi tertemiz olsun isterler. Okuyan ve düşünen için düşman yoktur ama faraza olsun diyelim, vallahi, billahi, tallahi düşmanına bile zarar vermez okuyan ve düşünen insan. Bilakis düşmanı bile dost kılmak için canını verir. Çünkü çok farklı bir dünyanın insanıdır o. Okuduğu ve düşündüğü için, bilmek, anlamak, idrak etmek, hissetmek, sormak ve sorgulamakla ve eylemlerini güzelleştirmekle meşguldür o münhasıran. Kendini bulmakla, bilmekle ve kendi olabilmekle meşguldür. Böyle bir durumda da kötülüğe ayıracak zamanı kesinlikle olamaz, bulamaz. Okuyan ve düşünen insan asla ve kata kötülük yapamaz, pislik yapamaz. Zaten onda derin bir vicdan oluşacağı için, yüreği de, beyni de kötülüğe, pisliğe yönelemez. Ahlaksızlığa temayülü olmaz okuyan insanın. Mesela; Kur’an’ı okuyan ve okudukları üzerinde düşünen bir insanı düşünelim, bu insan, kul hakkı yiyebilir mi, tek bir insana acı çektirebilir mi, bir cana kıyabilir mi, başkalarının sevincini kedere döndürebilir mi, bir insana iftira atabilir ve bir insanı jurnalleyebilir mi? Bilakis aşırı hassas davranır, bin düşünüp bir hareket eder. Kalbi mermahetle, aklı kötülüğü nasıl iyiliğe çevirebilirim düşüncesiyle dolu olur. Dürüstçe, sammice, namusluca okuyan bir insan, eğer okuduğunu anlıyorsa, anladığını kalbinin derinliklerinde hissediyorsa ve vicdanının emriyle eyleme dönüştürüyorsa, böyle bir insan, tek bir insana, hangi yönden olursa olsun zarar verebilir mi? Eğer tüm bunları yapıyorsa da, yapabiliyorsa da, nasıl okuyordur, düşünüyordur acaba ya da gerçekten okuyor mudur, düşünüyor mudur? Çünkü okuyan ve düşünen insan asla ve kata zalim olamaz, kötülük yapamaz, insana kıyamaz, insana ancak merhamet edebilir ve sevebilir insanı. Bu tür insanlar, neyi okurlarsa okusunlar, nasıl düşünürlerse düşünsünler, neye inanırlarsa inansınlar, hangi bakış ve görüş açısına sahip olurlarsa olsunlar, valla da, billa da, talla da tek bir insançocuğuna zarar vermezler, veremezler. Vicdanları, merhametleri engel olur onlara. Okumak ve düşünmek sonsuzcasına farklı bir eylemdir. Tabi namusluca okumak ve düşünmek elbette. Okumalıyız, düşünmeliyiz. Kim olursak olalım, hangi düşünceye sahip olursak olalım, hayata, dünyaya ve varlığa hangi yönden ve nasıl bakarsak bakalım, okumalıyız ve düşünmeliyiz muhakkak. Zira bize yönelmiş tüm kötülükler, kendi ellerimizle işledikleirmiz yüzündendir ve okumayıp düşünmeyince de güzel şeyler işlememiz muhal ender muhaldir. Okumak ve düşünmek, hiç olmazsa, bizleri vasıflı insanlar yapar, bilinçli insanlar yapar, hangi düşünce örgüsüne sahip olursak olalım farketmez bu. Bu dünya, eğer kötülükle, zulümle dolu ise, okumayan ve düşünmeyen insanlar yüzündendir münhasıran. İnsan OKU-mak ve DÜŞÜN-mek için vardır bir defa. Okumayan ve düşünmeyen insan, nasıl insandır acaba? Okuyan ve düşünenle, okumayan ve düşünmeyen aynı olur mu?

 

Sayın Cumhurbaşkanım! Bu mektubumu, büyük insan selinin tam ortasında, vicdanımın isyanı, dünya denilen cehenneme, gökyüzüne yönelmiş gözlerimden kanlı yaşlar olarak akarken yazıyorum. Samimiyetsizsem binler kez lanet olsun, lanet olsun, lanet olsun bana ve yüce Rabbim şuracıkta alsın bu aciz gövdemden canımı. Keşke sesli olarak haykırabilsem tüm dünyaya! Belki bir gün... İnsanlığın sessiz acılarına tanıklık ediyorum. İnsanlığın bir şeylere nasılda muhtaç olduğunu ve kalbinin nasılda ağladığını öyle hissediyorum ki, vicdanım utançla kahroluyor. Ve insanlığın Müslüman vicdanına muhtaç olduğunu taaa derinden hissediyorum. Bir Müslüman vicdanıyla bakıyorum dünyaya, insanlığa ve tarihe ve büyük bir sorumlulukla, mesuliyet bilinciyle düşünüyor, hissediyor, konuşuyor, yazıyorum. Vicdanım zehirleniyor yavaş yavaş. Bizim bu dünyada ki vazifemiz neydi? Niçin gelmiştik buraya? Kim ve niçin ve ne olarak görevlendirmişti bizi? Ne yapacaktık ve ne yapıyoruz? Bir Müslüman olarak susmaya mahkum muyum bendeniz? Konuşursam suçlu mu olurum? Suçlu sayılır ve tecziye edilirsem, kim ne kazanır bundan ve bendeniz ne kaybederim ve biz ne kaybederiz? Ve hakikatte kaybediyor muyuz yoksa kazanıyor muyuz? Kazandığımızı sanırken, kaybettiğimiz çok büyük şeyler olabilir mi ve bu kendimiz olabilir miyiz, özümüz olabilir mi? Ne zaman anlarız ki neyi kaybettiğimizi ya da kazanıp kazanmadığımızı? Anladığımızda geride ve elimizde kalan ne olacaktır? Dünya da kazanmak ve dünyayı kazanmak, gerçekte kazanmak mıdır? Yoksa bu büyük bir yanılgı olabilir mi? Bendeniz münhasıran Allah’ın hakikatini haykırmak için var olduğumu düşünüyorum burada ve Allah’ın adaletini ikame etmek için kavga vermem gerektiğine inanıyorum. Birgün geriye dönüp baktığımızda ve neyi bıraktığımızı görünce ne düşüneceğiz? Birgün çocuklarımız nasıl okuyacaklar yazılanları? Nasıl okumalarını isteriz onların? Onlara bıraktıklarımızı gururla anlatabilmelerini ve asla utanmamalarını isteriz değil mi? Biz bir şeyler yaparken acaba bir şeyleri sessizce yıkıyoruz da farkında mı değiliz? Tarih öyle acımazsızdır ki Sayın Cumhurbaşkanım, her şeyi kaydeder. Ve bir gün her insan sadece yazılanları okur, okumalarını istediklerimizi değil. Çünkü artık her şey tarihe emanettir ve kimse bırakılmış bir emaneti değiştirmeye muktedir olamaz. Yazılanları kimsenin değiştiremediğine ve herkesin sadece yazılanları okuyup ona göre karar verdiklerine bizatihi zat-ı alileriniz de şahitsiniz. Kötü bir mazi bırakanların yakasını kendi elleriyle bıraktıkları asla bırakmıyor. İşte bu sebeple yeni bir tarih yazmak isteyenlerin tarihi nasıl yazdıklarına ve yazacaklarına olabildiğince titizlikle ve hassasiyetle dikkat etmeleri iktiza eder. Her fert bir toplum içinde yaşasa da bireysel bir varoluş yasasına da tabidir ve kendi tarihini yazar. Bendeniz kendi tarihimi korkarak ve susarak yazmak ve utançla okumak istemiyorum. Geriye dönüp baktığımda hemen yüzümü geri çevirmek istemiyorum. Bendeniz vicdanın yönlendirdiği ve yönettiği eylemlerden başka hiçbir şeye ortak olamam. Bu dünya bizim vatanımız değil, buna inanıyorum artık. Biz buraya düşmüşüz, bir cehennemin içindeyiz ve yanıyoruz, cennet ırmaklarında ateşimizi söndürmek istiyoruz ama önce o ırmağa erişmemiz gerekiyor. Buraya kibir, güç, para, şöhret egemen olmuş. Bunu derinden hissediyorum. İbadetler bile münhasıran basit birer ritüelden ibaret kalmış artık. Değerler iflas etmiş. İnsan menfaatlerinin zebunu olmuş. Kimsenin gözü kimseyi görmüyor. Dillerde yüce olgular, eylemlerde ise koskoca bir hiç oluşluk görüyorum. Ama bizler buradan bu cehennemden de kurtulmaya çalışmalıyız ve ateşin şiddetini azaltmak yoluna gitmeliyiz. Bu dünya alçalmışların, alçakların vatanı gibi geliyor bendenize. Nasıl hayvanların gerçek vatanı ise, biz insanlar için sahte bir vatanmış gibi geliyor. Bizim gerçek yurdumuzun ise cennet olduğuna inanıyorum ve biz düşmüşüz, alçalmışız. İnsan çok yanıldığı ve yanlış yaptığı için neyin ne olduğunu bilmiyor. Zaten düşmesi ve alçalması da bu yüzdendir. Kömür ile Elmasın farkını düşünüyorum bazen eskiden okuduklarımın da yardımıyla. Basıncın şiddeti belirliyor gibi geliyor ikisinin de kaderini. Basıncın yoğunluğu ve dayanıklılık yaratıyor ikisini de ve neticede biri yanıyor, diğeri baştacı oluyor. İşte insan da böyle ya dayanacak ve baştacı olacak ya da dayanamayıp yakılacak ve yok olacak. Bendeniz bir insançocuğu olarak şerefli halkedildim ve bana tevdi edilmiş o kutsal emaneti kirletmek ve kaybetmek istemiyorum. Son nefesime kadarda, sahip olduğum Müslüman vicdanıyla, kadim insanlık değerleri temelinde ve aklımın ışığıyla bakacağım dünyaya. Bakışımda, görüşümde, düşünüşümde, algılayışımda, anlayışımda, hissedişimde, konuşuşumda, yazışımda hep bu temelde olacak.

 

Sayın Cumhurbaşkanım! Ömrünü okumaya ve düşünmeye adamış, her düşünce adamına saygı duymayı şeref bilmiş ve bu uğurda gözlerini karanlığa teslim edip aydınlığa veda etmiş ama gerçekte her daim gerçek aydınlığın tam ortasında yaşamış (zira gerçek aydınlık beynin ve yüreğin aydınlığıdır) büyük üstad Cemil Meriç der ki; saygıyı hak eden ve saygıya layık olan insan, kendi kafasıyla düşünen, kendi gönlüyle hisseden ve düşüncelerini ve hislerini haykırmaktan hiçbir şekilde çekinmeyendir. Şimdi üstadımın bu sözlerini okuyorum, üzerinde analitik ve senkronik bazda düşünüyorum, kelime kelime her boyutuyla tetkik ve tahlil ediyorum ve hakikatten bir cüz olduğuna kanaat getiriyorum, nihayet muktezasını tatbik etmekte herhangi bir sakınca görmüyorum. Ki, zaten bir insan kendi düşüncelerini ve hislerini izhar edemiyorsa, orasının cehennemden hiçbir farkı yoktur. Orada hürriyette, adalette, insan haysiyetine saygı da yoktur. Velakin insançocukları öyle acayip bir kafaya ve gönüle sahipler ki hayretler içerisinde kalıyorsunuz. Çünkü kafalarını ve gönüllerini başkalarının ellerine teslim ediyorlar ve tamamen dünyaya dalıyorlar, böylece de sorumluluklarından kurtulduklarını sanıyorlar. Artık onların yerine başkaları düşünüyor ve hissediyor. Oysa bu durum, hakikatte köleliğin en ağırıdır. Ne acınası bir durum. Filhakika en tehlikeli insan tipi de budur ve insanlığın başına gelen belalar da, felaketler de hep bu tipler yüzünden gelmiştir. Büyük fikirler, bu tipler yüzünden iflas etmektedirler. Kutsal olgular bu tipler yüzünden haksızca yargılanmaktadırlar. İşte hayat bu sebeple çekilmez bir hal alıyor. Çünkü hayat münhasıran bu yüzden ve bu türlerin yüzünden, okuyanlar, düşünenler, soranlar, sorgulayanlar, hissedenler ve kutsal ve yüce olgulara tam bir sadakatle bağlı olanlar için tam anlamıyla bir cehenneme dönüşüyor. Oysa herkesin okumak ve düşünmek, sormak ve sorgulamak gibi bir sorumluluğu vardır. İradesini özgürce ortaya koymak, aklını kullanarak özgürce düşünmek ve yüreğinde ki duygularını özgürce ifade edebilmek ve kendi kaderine özgürce yön verebilmek gibi bir sorumluluğu vardır. Böyle olduğu için, insançocukları çok kolay şekilde yönlendirilebilmekte, atomize edilebilmekte ve birbirine düşman edilebilmektedirler. Ama bunu farkedip gereğini yapacak insançocukları nerededir? İnsançocuklarını, bir araya gelmelerini imkansız kılacak şekilde bin parçaya bölmüşler, her parçanın bünyesine öyle böyle bir düşünce zerketmişler ve irili ufaklı parçaları daima birbirleriyle çatıştırmışlar ve bu durum insançocuklarına sürekli kaybettirirken, bu durumu yaratanlara sürekli kazandırmış. İnsançocukları ilk evvelde neyi aradıklarını, neyin peşinde koştuklarını anlayacaklar, sonrada gerçekte neyi aradıklarını ve neyin peşinde koşmaları gerektiğini öğreneceklerdir. Bunu yapmadıkları müddetçe hep yanılgı içinde yaşayacaklar ve kaybedeceklerdir. Bir gün gerçeği algılayıp, anlayacaklardır ama yapabilecekleri hiçbir şey olmayacaktır. Aslında herkes aynı şeyi aramaktadır ama aradığını doğru şekilde aramamaktadır. Büyük olanı aramaktadır ama küçücük şeylerde takılıp kalmaktadır. Yani gerçek ideallerini, hiçbir anlamı olmayan küçük ve ucuz hesaplara feda etmektedirler. Oysa sen ben, şu bu yoktur, gerçek vardır ve gerçek olana adanmak kazandıracaktır. Herkes ferdi hesaplarını ve menfaatlerini bir kenara koyup, ortak hesaplarının ve menfaatlerinin peşinden koşacaklardır. Bilakis, bu dünyada, insançocukları acılardan acılara sürgün olmaktan asla kurtulamayacaklardır. Yaşamak sevincini bir an bile duyumsayamayacak ve tadamayacaklardır. Öyleyse ortak iyilikte, büyük gerçekte ve ortak gayede birleşmekten başka yol yoktur.

Tarih: 08.07.2018 Okunma: 782

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?