Sayın Cumhurbaşkanım! Şahsiyetli bir fikir adamı olan ve elan
düşün dünyasına katkı sunmaya da devam eden üstad Atasoy Müftüoğlu’nun bir sözü
var ki, gerçekten kaydadeğerdir ve calib-i dikkattir. Diyorlar ki kendileri; ‘’Sorulmamış
soruları soranları susturmak yerine, bu sorular etrafında düşünmeye
başlayabilmeliyiz. Düşünmenin büyük bir bilinç etkinliği olduğunu,
düşüncelerimizi en geniş anlamda başkalarıyla paylaşarak çoğaltabileceğimizi,
etkili hale getirebileceğimizi hatırdan çıkarmamalıyız.’’ Ne kadar da etkili,
ufuk açıcı ve yol, yön gösterici bir sözdür. Çağlar yeni düşüncelerle
başlarlar, düşüncelerin çağa cevap verememeye başlamalarıyla sona ererler ve
yeni bir düşünce üretilmedikçe de yeni bir çağ başlatılamaz. Eğer insanlar
sormazlarsa, sorgulamazlarsa ve düşüncelerini özgürce ifade etmezlerse ilerleyemezler.
İnsanların ilerleyememeleri, toplumlarında gerilemelerine sebep olur. Böylece
orada değer üretme imkânsız bir hal alır, değer üretimi olmayınca da hiçleşme
ve yokoluş süreci başlar. Filhakika orada ilim de, bilimde biter zaten. Ki,
sormayan ve sorgulamayan beyinler düşünmeye ihtiyaç duymazlar. Düşünenlerin de
düşüncelerini öldürmekle iştigal ederler. Terakki, düşünülen ve düşüncenin
özgürce beyan edildiği diyarların nasibidir. Düşünceler paylaşıldıkça da
yepyeni fikirler ortaya çıkacaktır ve ortaya çıkan bu fikirler yeni yolların,
yönlerin tezahür etmesine imkân verecektir, böylece çözülememiş meseleler belki
de çözüme kavuşacaktır. Zira akıl akıldan üstündür ve her aklın ortaya koyacağı
bir değer kuşkusuz vardır. Bizler maalesef, ben bilirim, biz biliriz
telakkisiyle muhtelif düşüncelerin önüne set çekiyoruz, bu da tıkanmaya yol
açıyor. Nihayet çözülmesi çok kolay olan nice meseleler, çözümsüzlüğe mahkûm
olmakta ve işlerin daha da karmaşıklaşmasına yol açmaktadır. Bu yüzden
insanların istedikleri gibi düşünmelerine, düşüncelerini özgürce ve rahatlıkla
beyan etmelerine imkân verilmelidir. Ta ki serdedilen düşünceler bizlerin sahip
odluğumuz düşüncelerle tenakuz arzetse dahi, zira herkesin aynı düşündüğü yerde
zaten hiç kimse yoktur ve böyle bir şey eşyanın tabiatına da münafidir. Düşünce,
üretildiği yerde yani kafada kalmaya mahkûm edilirse hem kendisi çürür hem de o
kafayı çürütür, bu da büyük bir kayıptır, zira son tahlilde, çürüyen, toplumun
kendisi olur. Düşünmeyen, sormayan, sorgulamayan beyinlerin, bir medeniyet
tasavvuruna sahip olmaları ve kültürel hamuleye katkı sunmaları imkânsızdır.
Ki, bu tür beyinler haddizatında her türlü şiddetin, karanlığın, cehaletin de
kaynağıdırlar. Düşünmeyen, sormayan ve sorgulamayan insanlar, emperyalizm
karşısında da edilgen ve teslimiyetçi bir ruha sahip olurlar ve kendilerini
maddeyle tatmin etme kolaycılığına sığınırlar. Nicelikle kendilerini ifade eden
ama nitelikten behre sahibi olmayan kuru bir kalabalığa dönerler. Kendileri ve
insanlık adına büyük rüyalar kuracaklarına, günübirlik çıkarlarının peşlerinde
koşarak ömürlerini tüketirler. Düşünce üreten, düşünene değer veren ve sahip
çıkan bir toplumdan daha zengin ve güçlü bir toplum var mıdır? Zaten bir
toplumun kalitesini de, sahip olduğu nitelikli bireyleri belirlemezler mi? Hiçbir
düşünceye sahip olmayan ve bir güce dayanmaktan başka hiçbir şeyleri bulunmayan
insanlar, münhasıran düşünce üretmekle iştigal edenlerin ve düşüncelerinden
başka hiçbir güçleri olmayanların önlerinden çekilmedikçe ve düşünceye saygı
duyulmadıkça, bir adım bile terakki kaydetmek muhal ender muhaldir.
Sayın Cumhurbaşkanım! Bizler güce ulaşmayı, ulaştığımız
güçle daha çok maddeye sahip olmayı ve sahip olduğumuz maddeyle de dışımızdaki
dünyaya egemen olmayı arzuluyoruz. Bu da bizim fikren ve manen terakki
kaydetmemize büyük darbe vuruyor. Hayata çok basit bakıyoruz, çok küçük
düşünüyoruz ve bu da bizi acayip derecede basitleştiriyor, küçültüyor.
Düşünmeye başladığınız zaman ve bu düşüncenizi paylaşmaya çalıştığınız zaman
sakıncalı biri oluyorsunuz ve bitevi ekarte edilmenizin yolu aranmaya
başlanıyor. Ne kadar rezil bir durumdur değil mi bu? Hakkaniyete, ahlaka,
adalete mutlak olarak mugayirdir. İsteniyor ki, herkes birbiriyle aynı düşünsün
ya da hiç düşünülmesin, bu kabil midir Allah aşkına? Ya bendeniz, nasıl olurda
herkesle aynı düşünebilirim, her şeye nasıl aynı gözle bakabilirim, nasıl aynı
duyabilir, duygulanabilir ve hissedebilirim? Bir defa Allah her insanı farklı
bir fıtratla halk etmiştir, o zaman bunu nereye koyacağız? Ve o zaman hakikat
güneşi nasıl tuluu edecektir göklerimizde? Bu kadar basitse bu şeyler, o vakit,
bir meseleye farklı boyutlardan bakmak nasıl imkân dâhilinde olacaktır ve
doğruya ulaşmak nasıl kabil olacaktır? Muhtelif olgular temelinde zuhur eden
olayları bile özgürce yorumlayamıyoruz. O olaya farklı boyutlardan bakamıyoruz
ve kendi mantalitemize göre değerlendiremiyoruz. Hayır yani bir düşünce
serdediliyorsa, serdedilen düşünceye aykırı bir düşünce de serdedilebilir ve
ikisi kıyaslanabilir, nihayet hakikate erişilir. Yani illa serdedilen
düşüncenin bize aykırı olması, o düşüncenin boğulmasını ve o düşünceyi
serdedenin tecziye edilmesini mi iktiza eder Allah aşkına? Önümüze konulan her
yemeği yiyor muyuz, üstümüze dar gelen bir elbiseyi giymekte ısrar ediyor
muyuz? Burada mantık olabilir mi, aranabilir mi? Bir düşünceye katılmayabiliriz
ama o düşüncenin özgürce uçabilmesine da imkân tanıyabiliriz, bundan daha doğal
ne olabilir ki? Bir olguya istinat ederek bir olay meydana geliyorsa ve o olay
toplumsal bünyede muhtelif depremler yaratıyorsa ve o depremden insanlar
etkileniyorlarsa, şimdi bizler o olayın neşet ettiği olguyu ve olayın bizatihi
kendisini sorgulayamaz mıyız? Sebeplerini tetkik, tahkik ve tahlil edemez
miyiz? Sonuçlarının değerlendirmesini yapamaz mıyız? Tüm bunlar imkânsızsa ve
burada farkında olmadan büyük yanlışlar yapılıyorsa, o zaman ne yapacağız? Acı
çeken ruhları nasıl mutmain kılacak ve bu ruhların acılarını nasıl
dindireceğiz? Akılları nasıl ikna edeceğiz? Haykıran vicdanları nasıl ıskat
edip susturacağız? Yani hiç mi sormayacağız, sorgulamayacağız? Her şeye hemen
inanmamız nasıl beklenebilir? Böyle bir şey insan olmaklığa mugayir değil midir
ve insan ruhuna, beynine zulüm değil midir bu? Tüm sıkıntılar, düşünceyle ve
düşüncelerin paylaşılmasıyla aşılır ancak. Eğer insanlar düşüncelerini
birbirlerine açmaktan imtina ederlerse, orada gerçeklerin tezahür etmesinin
imkânı var mıdır? Gerçeklerin karanlığa mahkûm olduğu yerlerde de kalplerden
kalplere bir köprü kurabilmek imkânsız olmaz mı? Kalplerden kalplere bir köprü kurmayı
başaramamış insanların yarınlara mutluluk içinde yürümeleri nasıl kabil
olacaktır? Hissiyat, hassasiyet, mesuliyet ve haysiyet temelinde yaşamadıkça,
başarıya erişmek ve hep birlikte mutlu olmak muhal ender muhaldir.
Sayın Cumhurbaşkanım! Hayatımın hiçbir anında bildiğimi
ifade etmedim ama bilmek çabası içinde olduğumu söyledim. Ki, haddizatında
öyleyim de. Çünkü cahilim ama gerçekten cahilim (bu ne bir tevazuudur ne de
gizli bir kibirdir, münhasıran basit bir hakikattir) ve bu yüzden öğrenmek,
bilmek, anlamak gayreti içerisinde olan bir faniyim. Çünkü biliyorum demek,
bilgiye açılan kapıyı ebediyen kapatmaktır ve o kapıyı bir daha açmak muhal
ender muhaldir. Zaten bu türlerden de oldum olası korkmuşumdur. İşbu sebeple,
mütemadiyen bilmek ve öğrenmek peşindeyim, fasılasız soruyorum ve sorguluyorum.
Her şeyi tetkik, tahkik ve tahlil ediyorum, anlamaya çalışıyorum, ta ki tek bir
karanlık nokta kalmayıncaya değin. Çünkü karanlıkta kalan tek bir hakikat
parçasının bile, bir gün kendini gösterdiğinde çok büyük tehlikelere sebep
olacağına inanıyorum. İnsanın her şeyi bilmesi, hiçbir şey bilmediğinin
hüccetidir haddizatında. Her şeyi bildiği iddiasında olan birine hiçbir şey
öğretmezsiniz ve onunda böyle bir çabası olmaz. Bilmeye teşne olmamak,
bildiğini sanmanın neticesidir, ancak her şeyi bildiğini sanan bir insan bilginin
peşine düşmeye lüzum görmez. Bilakis, bendeniz, öğrenip bildikçe cehaletim daha
da arttı. Özüme yabancı olan bir dünyada kuşkusuz bilemezdim ve biliyorum
deseydim büyük bir ahmak olduğumu göstermiş olurdum. Binaenaleyh, sorularımda,
sorgulamalarımda, araştırmalarımda mazur görülmek isterim. Bu meyanda
hatalarımda, kusurlarımda, yanlış anlaşılabileceğim durumlarda olabilir ama bu
gayet tabiidir. Çendan ahlaksızlık yapmıyorum, nezaketli olmaya çalışıyorum ve
haddimi, hududumu biliyorum. Öyleyse bendenize hoşgörüyle bakılabilir. Ki,
münhasıran düşünme çabası içindeyim ve bu da insanca yaşamak bağlamında hakkımdır.
Bazı ruhlar şarkılarını sessizce terennüm ederler ve hikâyelerini sessizce
yazarlar, işte bendeniz de filhakika kendi şarkımı terennüm etmekten ve kendi
hikâyemi yazmaktan başkaca bir şey yapmıyorum. Ama bunları yaparken, ne
şarkılarımı ne de hikâyemi kirletmek istemiyorum. Ne şarkımda ne de hikâyem de
tek bir kara nokta olsun istemiyorum. Sormadan, sorgulamadan, araştırmadan ve
emin olmadan, hiçbir suça iştirak etmek, hiçbir günaha ortak olmak istemiyorum.
Zira bu dünyada çok büyük günahlar işleniyor ve bu günahlar çok büyük acılara
sebep oluyor. Bendeniz tek bir insançocuğunun ruhuna haksız yere acı
çektirmekten korkarım, utanırım ve böyle bir şeye ortak olmayı da zül
addederim. Ve çekilen hiçbir acıya karşı da gönlüm hoşnutluk duymaz. Zira o
acıların hangi sebebe binaen çektirildiğini kutsal ve mutlak yasalar emelinde
dip derinliklerine dek sorgularım. Çünkü birgün bir vicdan karşıma geçip
vicdanıma çok ağır sorular yönelttiğinde ve vicdanımı acımasızca sigaya
çektiğinde elimden sükût etmekten başka bir şey gelmez, binaenaleyh böyle bir
duruma düşmekten imtina ediyorum. İşte münhasıran bu sebeple bitevi bilginin
izini sürüyorum. Çünkü bendenizi büyük gerçeğe ancak izini sürdüğüm bilgi
ulaştıracaktır. Sayın Cumhurbaşkanım! İnsanın bir kimliğe sahip olması ve o
kimliğin güzel olması, kimliğin sahibini de güzel yapar mı ya da o insanı güzel
yapan, kimliğinden ilham alarak güzel davranışlar sergilemesi midir? Bir insan,
hakkaniyete, ahlaka, adalete mugayir davranıyorsa şayet, kimliği o insanı
kurtarır mı ve o insanı temize çıkarır mı? Keza, bir insanın güç sahibi olması
ve gücün her şeyi yaptırmaya vesile olması, o güç vesilesiyle istediği gibi
davranan insanın haklı olduğunu ve o gücün karşısındakilerin haksız olduğunu mu
gösterir? Ya da o güç ne yaparsa yapsın haklı mıdır ve yaptığı her şey mutlak
doğru mudur ve sorgudan muaf mıdır? Diyelim ki bir insan kötü denilerek ifşa
edildi, şimdi bendeniz hiçbir soru sormadan, sorgulamadan, tahkik, tetkik ve
tahlil yapmadan, sırf o insana kötü denildiği için kötü olarak mı bakmalıyım,
yoksa o insan gerçekten söylendiği gibi midir yoksa değil midir diye naçizane
bir araştırma mı yapmalıyım derinlemesine, sormalı ve sorgulamalı mıyım? Yani
günaha ortak mı olmalıyım yoksa günah işlenmesine mani olabilme imkânım varsa
mani olabilme yolunu mu aramalıyım veyahut o günahı reddetmeli ve kendimi
kirletmemek adına çendan vicdanımda isyan mı etmeliyim? Bilmek çabası içinde
oldukça, acılara davetiye de bulunuyor insan ama çaresizdir insan, çünkü
bilmedikçe karanlıkta yaşayacak ve hiçbir hakikati öğrenemeyecek. Hakikati
öğrenmekte kuşkusuz bedel ödetiyor, ödeyeceğiz!