AÇIK MEKTUP...16...

Özgür DENİZ - 16.07.2018

Sayın Cumhurbaşkanım! Bizatihi zat-ı aliniz demiştiniz ki; aklını kiraya vermeyen gençler istiyoruz. Tüm kalbimle ve bilincimle bu fikrinize iştirak ediyor ve aynı duyguda, düşüncede olduğumu açık yüreklilikle sarahaten beyan ediyorum. Bugüne kadar da gençliğe ve insanlığa mütemadiyen, zat-ı alinizin de önerisi olan bu öneriyle gittim naçizane. İşte bu sebeple de hayatımın hiçbir döneminde aklımı kiraya vermeyi bir türlü beceremedim hatta içime sindiremedim, bu yüzden de aklım hep kendimde kaldı, çünkü kendime lazımdı, zira bendenizi bendeniz yapan aklımdı, başıma bela oldu ama umurumda olmadı. Ne zincirlenebildim, ne kolayca inandım, ne de istendik şekilde yönlendirilebildim yani hakikatte kazanan hep kendim oldum ve elanda aynı düzlemde duruyorum ve aynı istikamette ilerliyorum. Aklım kiradaysa, bendeniz kendim değildim ama başkası olarak yaşamakta bendenize göre değildi. Bu durum bendenizi hep uyumsuz yaptı ama yapacakta bir şey yoktu. Bendeniz için klikler, yapılar, şahıslar, ideolojiler değil hakikat önemliydi ve aklım da hakikatle uyumluydu ama hakikatle uyumlu olmayanlara bir türlü uyamadı, öyleyse sorun yoktu. Bendenizin kimseyle uyumlu olma zorunluluğum yoktu ama herkesin hakikatle uyumlu olma zorunluluğu vardı yani sıkıntı bendeniz de değildi. Gerisi de bendenizin sorunum olamazdı. Kimsenin söylediği fikre, ortaya koyduğu öneriye iştirak etmek zorunda değildim, ölçmeli, biçmeli ve üzerinde düşünmeliydim, ondan sonra düşüncemi beyan etmeliydim ama bu yöntem kimsenin işine gelmiyordu, söylenilenlere hemen itaat edilmesini istiyordu herkes, fakat aklı kendinde olan biri için bu durum imkânsızdı, işte bu yüzden de hep sıkıntılara duçar kaldım ama dünyayla ilgili bir beklentim olmadığı için umursamadım. Binaenaleyh, düşüncemi de özgürce beyan etmeyi bir yaşam ilkesi olarak benimsedim. Kime karşı olursa olsun, hangi konuda olursa olsun fikrimi açıkça beyan etmeliydim. Ya tecziye edilirsem diye hiç düşünmedim. Çünkü ihanet etmiyordum, altı üstü sadece düşüncemi beyan ediyordum ve kimseyle aynı düşünmek zorunluluğumda yoktu. Kimsenin de böyle bir beklentisi olamazdı, olsa da umurumda olmazdı. Değil mi ki saygısızlık yapmıyorum, nezaketsizce davranmıyorum, istediğim gibi düşünme ve düşüncemi özgürce beyan etme hakkım vardı ve kimse de buna müdahale edemezdi. Müdahale edilmesini asla benimsemedim ve benimsemem de, fikrime karşı olan varsa fikirle karşıma çıksın isterim, zira şereflice olan budur. Ki, aklın gereği de budur. Çünkü düşüncemi özgürce beyan etmedikten sonra aklım olsa ne olurdu, olmasa ne olurdu, kendimsem ve kendim olarak varolabiliyorsam, bu ancak bir aklımın olmasıylaydı ve aklımın kendime ait kalmasıylaydı. Çünkü aklımı kiraya verdiğim an ruhumu da aklıma sahip olanlara teslim etmiş olacağımı ve daha ötesi kaderimi onların iradelerine ve tercihlerine bırakacağımı biliyordum. Böyle bir şey muhal ender muhaldi. Zira bugüne kadar özgür aklımın ışığıyla yolumu ve yönümü buldum, hiçte pişmanlık duymadım. Bademada böyle olacak inşaAllah. Bu sebeple kolay itaat eden biri olamadım. Gerektiği yerde isyan etmeyi bildim. Böyle olunca da hiçbir yapının müntesibi olmayı başaramadım. Hiçbir mekanizmanın çarkında tutunamadım. Durduğum her yerde çarkın arasında ki bir çakıl taşı gibi algılandım. Mütemadiyen sordum ve sorguladım, merak ettim ve şüphe duydum. Bu durumda karşımdakileri hep rahatsız etti. Çünkü aklınızı teslim ettiğiniz zaman rahatlıyorsunuz, çok şeylerden kurtuluyorsunuz. Amma velakin bendenize bir akıl verilmişti ve onunla akletmem emredilmişti. Öyleyse o aklı kimsenin cebine koyamazdım, kimsenin avuçlarına bırakamazdım, kimsenin iradesine teslim edemezdim ve yapmadım da bunların hiçbirisini. Çünkü bendeniz rahatlığı sevemedim, hep rahatsız oldum, başka türlüsü imkânsızdı, burası dünyaydı ve insan malumdu. Zira baktım, gördüm, bildim, anladım ve inandım ki, insanlık ne çektiyse ve çekiyorsa, aklını kiraya verenler yüzünden çekmektedir. Binaenaleyh, her olguya ve olaya bin boyuttan, pencereden ve perspektiften bakabilmeyi başardım bu yüzden. Zihnimin pencerelerini hiçbir zaman kapatmadım her diam açık tuttum. Evet, çok sıkıntılarla karşılaştım bu yüzden ama hiçbirini de umursamadım. Misal, ortama uyayım da bir şeyler başarayım gibi düşüncelere tevessül etmedim, edemedim. Çünkü aklımın ışığına güvendiğim için düşüncelerimi özgürce ifade etme gibi bir davranışı hayat ilkesi olarak belirledim ama ters tepti ve elanda ters tepiyor ama napalım kader deyip geçiyoruz. Yanlış giden bir şeyler oluyorsa, bir haksızlık yapılıyorsa, bir insana acı çektiriliyorsa, aklınızı kullandığınız için ve vicdanınız aktif olduğu için isyan etmekten başka çare bulamıyorsunuz ama işte sıkıntı da burada başlıyor. Zira aklını kiraya verenler diyorlar ki, sana ne, keyfine bak, işlerin yolunda mı, bırak yanan yansın ama yapamıyorum, çünkü aklıma onay verdiremiyorum. Aklını kendi kullananların kaderi hep acılarla yaşamaktır, çaresi yok yaşayacağız. Zira aklını kiraya vermeyenlerin, aklı kirada olanlarca her zaman zımnen tecziye edildiklerini gördüm.  Binaenaleyh, son tahlilde; şunu kati surette izhar ediyorum ve izhar edeceğim şeyin varolmamız için olmazsa olmaz bir önkoşul olduğunu iddia ediyorum: Kesinlikle ve kesinlikle bir zihniyet devrimini tahakkuk ettirmek mecburiyetindeyiz. Bilinçleri karanlıktan kurtarıp aydınlığa eriştirmeliyiz. Ve aklını kendi kullananlara haksızlık yapmamalıyız, haksızlık yapılmasına imkân tanımamalıyız. Zira aklını kendileri kullanamayanlara bu dünya bir cehennemdir ve bu da büyük bir zulümdür.  Böyle bir dünyada sahici bir terakki de muhal ender muhaldir. İnsanı insan yapan aklıdır ve insanın varoluşunun ispatı aklını kendisinin kullanmasıdır. İmmanuel Kant diyor ki; aydınlanma, kişinin kendi aklını kullanmaya cüret etmesidir!

 

Sayın Cumhurbaşkanım! Frederik Nietzsche diyor ki; ne yaparsanız yapın, yaptığınız işin ya da şeylerin felsefesini bilmezseniz ve yapmazsanız, yalnızca bir teknisyen olarak kalırsınız. Aklımın olanca gücüyle ve duygularımın olanca yoğunluğu ile kesinlikle katılıyorum ve nice sorunların ve sıkıntıların müsebbibinin de bu şekilde yapmamak olduğunu telakki ediyorum. Felsefesiz bir hayat yaşıyoruz. Oysa felsefenin irade yaratıcı bir güç olduğunu söylerler üstad Nurettin Topçu ağabey. Her şeyimiz felsefesiz olduğu için, yaptıklarımızı alelade yapıyoruz ve hiçbir çözüm üretemiyoruz, üretilen çözümleri de ya reddediyoruz ya da ıskalıyoruz, umursamıyoruz. Yahut uygulamalarımız neticesinde hiçbir sahici ve kalıcı sonuca ulaşamıyoruz. Hatta fikirle tartışamayışımızın, sefilane kavgalara tutuşuşumuzun altında bile felsefesizlik yatmaktadır. Çünkü felsefesi olanların işi değildir böyle rezil işler. Felsefesiz olduğumuz için bakışlarımız, görüşlerimiz, algılarımız, anlamalarımız hep kısır ve güdük kalıyor, üretici olmaktan uzak oluyor. Haddizatında bir önceki yazımda bahsettiğim meseleyle de ilintili bir meseledir bu mesele. Çünkü felsefesiz olduğumuz için düşüncemiz zaten kadük kalıyor, böyle olunca da soramıyoruz, sorgulayamıyoruz. Nurettin Topçu üstadı vb. üstatları anımsayınca içim nasıl da cız ediyor biliyor musunuz? Niye yaşadı ki bu insanlar, niye bu kadar düşündüler, ürettiler ki diyorum, zira dikkate alınmıyorlar, umursanmıyorlar, münhasıran bir anlık hatırlanıyorlar o kadar, bu durum daha da kahredici oluyor bendeniz için, zira kullanıldıkları hissine kapılıyorum. Bu insanların bu kadar düşünceyi boşuna üretmediklerini düşünüyorum. Filhakika bizlere bir emanet olduğuna inanıyorum üstatların ürettikleri düşüncelerin ama emanete ihanet ediyoruz. Bizler değerlerimizin kıymetini bir türlü bilemiyoruz. Keşke anlayabilsek ve anlayabilseydik bu insanları. Hayat kitaplarda yazılanlar gibi değil diyorlar, zaten bizde öyle bir hayat olsun demiyoruz ki. Yazılanla motomot yaşanan bir hayat zaten imkânsız ama elbette anlayamadığımız için oluyor tüm bu şeyler. Yani şu söylenen sözlerin uygulanamayacak nesi var, gerçekten imkânsız mı böyle bir şey? Değil ama kolaycıyız. Kuru laf kalabalığı yapıyoruz. Ki, başka ne yaptık ki zaten bu hayatta? Misal; Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç’in bir sözünü hatırlayalım, ne diyorlardı kendileri: Ben olsam, Müslüman Doğu’daki tüm mekteplere “eleştirel düşünme” dersleri koyardım. Batı’nın aksine, Doğu bu acımasız mektepten geçmemiştir ve birçok zaafın kaynağı da budur, diyorlardı. Yanlış mı diyorlardı, tatbiki muhal bir şey mi öneriyorlardı? Ama tabi hayat kitapta yazılanlar gibi değil!!! Şimdi bu üstattan söz edilince akan sular duruyor, bir heyecandır alıp götürüyor bizi ama kendilerinin söyledikleri bir sözlerini örnek verdiğimiz zaman sükûta gömülüyoruz hatta içten içe üstadın sözünü örnek verene bir düşmanlık besliyoruz. Peki, bu nasıl oluyor gerçekten anlayamıyorum? Bizler riyakâr mıyız? Ya üstadı sevmiyoruz ya da kullanıyoruz. Bunun başka izahı yoktur. Zira kendilerini seviyorsak, sözlerine değer veriyorsak, o zaman değer verdiğimiz sözlerinden örnek verince haysiyetli bir duruşa da sahip olmalı ve karşımızdaki insana düşmanlık edeceğimize saygı duyabilmeliyiz değil mi? Filhakika, burada ki bakış açısının da felsefeyle ilintisi vardır kuşkusuz. Sayın Cumhurbaşkanım! Yazımı birkaç büyük düşün ve yazın insanının sözleriyle noktalamak istiyorum ve iktibas yapacağım sözlerin felsefi bakış ve düşünüşle anlaşılmasını istiyorum naçizane. Bakınız büyük üstat Mevdudi ne diyor; inançlarınız hakkında ne söylerseniz söyleyin, gerçeği meydana getiren uygulamalarınızdır. Sadece konuşmak hiç bir anlam taşımaz. Keza bakınız büyük üstat Goethe ne diyor; kanunlar ve haklar, sanki bir hastalık gibi nesilden nesile miras kalır. İnsanla birlikte doğan hukuktan ise kimse söz etmez. Hakeza bakınız büyük üstat Halil Cibran ne diyor; suçluyu yargılamadan önce, onu suça itenin yüreğine bakmak gerekir. Keşke, keşke, keşke, zihnimizin tüm pencerelerini açabilsek ve tüm bu sözleri dip derinliklerine değin, her boyuttan, her açıdan tetkik, tahlil, tahkik edebilsek, üzerlerinde derinlemesine fikredebilsek, senkronik ve analitik düşünebilsek. Ama tabi hayat kitapta yazılanlar gibi değil!!! Sümme haşa Kur’an’da boşu boşuna indirildi olmaz mı eğer hayat kitaplarda yazılanlar gibi değilse? Yoksa Kur’an bir kitap değil mi? Kur’an insanlara indirilmedi mi? Hayatlar Kur’an’a göre kurulmalı değil mi? Ya da hayat kitaplarda yazılan gibi değil miydi acaba?!?

 

Sayın Cumhurbaşkanım! Bendeniz, bu dünyaya da, bu çağa da yabancıyım galiba, ne ruhum uyuyor, ne kafam ve nede ayaklarım uyum sağlayabiliyor bu dünyanın ve bu çağın düzenine, insanına ve dahi yaşamına. İnanın anlayamadığım o kadar çok şey var ki ve içimde, anlayamadığım o kadar çok şeyler saklıyorum ki. Ya da anlayıpta anlatamadığım mı diyeyim? Çünkü içlerinde öyle güzel şeyler olupta, o güzel şeyleri tutamayıp dışarıya vuranlar öyle acımasızca vuruldular ki, insan elinde olmadan korkuyor. Bedri İncetahtacılar, Adnan Kahveciler, Recep Yazıcıoğulları, Muhsin Yazıcıoğulları, Uğur Mumcular ve daha niceleri niye vuruldular bilen var mı, bilseler de söyleyen var mı, bir şeyler söyleseler de gerçeği olduğu gibi haykıranlar var mı? Devlet dediğimiz mekanizma ne yapar, nasıl çalışır, neyle ve kimle uğraşır? Nasıl çalışması gerekir hakikatte ve neyle, kimle uğraşması gerekir? Peki, niye böyle oluyor? Böyle mi olması gerekiyor? Sebep ne o zaman? Üç kuruşluk dünya mı? Peki değer mi? Korkanlar yaşatabilirler mi? Ya kendileri yaşayabilirler mi? Yaşasalar da yaşadıkları gerçekten yaşamak olabilir mi? Bu düzeni en başında dizayn etmiş olanlar mı böyle istiyorlar? Peki, onlar öyle istiyorlar diye, bizler onların istekleri doğrultusunda istedikleri gibi yaşamak zorunda mıyız? Bizler hep böyle yaşamak ve bu düzende hep öylece devam etmek zorunda mı? Bu bizim değişmeyen ve değişmeyecek olan kaderimiz mi? Ya da kader mi bu? Ya da istesek değiştiremez miyiz bize kader kılınmış bu menhus düzeni, bu kem talihi? Bu sorular, ahhh bu sorular, bu sorgular… Hadi korkanlar korkuyorlar da ya korkmak için hiçbir sebepleri olmayanlar niye korkuyorlar? Ya da herkes korkuyorsa, en korkunç olanı bu değil mi? O zamanda çıldırmamak elde mi? Nedir bizim bu makûs talihimiz? Hep böyle yaşamaya mahkûm muyuz? Hep vurulacak mıyız? Yaşamak nedir bilmeden veda etmek mi düşecek bahtımıza? Üstelikte kendi topraklarımızda! Emin olun ki şunları söyledim diye niceleri tarafından acımasızca yargılanacağım ve merhametsizce tecziye edileceğim belki de? Umurumda mı? Vallahi de, billahi de, tallahi de değil, çünkü böyle bir şeye tevessül edecek derekeye düşecek olanların yeryüzünün en cahil ve en sekter insanları olduklarını biliyorum. Akıllı olsalardı, akıllarını kendileri kullansalardı ve anlasalardı, böyle bir şeye tevessül dahi etmezlerdi çünkü. Hayır, içimi dökmekten başka ne yapıyorum bendeniz? Ya da çok doğal, içten, samimi, nesnel ve açık olmam mı kötü ve tehlikeli? Böylesi kötüyse, nasıl olmalıyım? Ahlaksızlık, şerefsizlik, namussuzluk, kahpelik, hainlik mi yapıyorum? Bendeniz küçücük gerçekleri kendimce söylemeye çalıştığım için niye kötü oluyorum? Niye ben, kötüler değil de niye ben? Güçleri bana yettiği için mi ben? İçim acıyor be Sayın Cumhurbaşkanım. Bizlerden yaşamı çalıyorlar, hep çaldılar zaten. İşte bendenizin asıl isyanı derinlerdedir, çoook derinlerde. Ve en korkunç acılar, sancılar, ıstıraplar ve isyanlar, sesiz olanlardır biliyor musunuz? Bunları söylerken yüreğim nasılda hüzne gark oluyor bir bilseniz. İçim nasılda eziliyor! Nasıl düzelir bu dünya ya da niye düzelmez bu dünya? Sayın Cumhurbaşkanım! Biliyor musunuz, bizler hissiyatımızı kaybettiğimiz için her şeye alışmışız ve alıştıklarımıza alıştırmaya çalışıyoruz herkesi, şırınga ile çekmişler tüm hislerimizi. Ruhumuzu kurutmuşlar, çürütmüşler. Beynimizi iğdiş edip, zihnimizi kirletmişler. Oysa eğer fert fert bizler akledeydik ve hissedeydik, emin olun ki toplum sendeler ve sarsılırdı ve çürümeye doğru yol almış gidişatı tersine çevirebilirdik belki de. Üzgünüm be Sayın Cumhurbaşkanım. Gerçekten üzgünüm. Çoook üzgünüm. Doğruyu söylemek değil, anlatmak yoruyor insanı. Nasıl bir insanım böyle, niye böyleyim ya da nasıl böyle oldum bilemiyorum. Bendeniz devrimciyim be Sayın Cumhurbaşkanım. Önce zihniyetlerde bir devrim olmalı, sonra çürüyen ruhlar dirilmeli, sonra yıkılan gövdeler ayağa kalkmalı, nihayet toplumsal bünyede büyük bir sarsıntı olmalı ve devrim sancağı göndere çekilmeli. Umutlar yeşermeli, çiçekler açmalı, kuşlar uçmalı diyarlarımızda ve bahar gelmeli topraklarımıza. Dünyamız karanlıktan çıkıp aydınlığa evrilmeli. İnsanımız uyanmalı, bilinçlenmeli, şuurlanmalı ve bir daha asla uyumamalı. Acının yapışıp kaldığı çehreler gülümsemeli. Hiç kimsenin açlıktan kanı çekilmemeli. Gizli kalan hiçbir gerçek olmamalı ve örtülmemeli gerçekler. Çocuklarımız öldürülmemeli ve gülmeliler, gülerek aydınlatmalılar karanlık dünyamızı. Bu toplumu çürütenler ve öldürenler büyük insanlık mahkemesinin adil yargıçlarının huzurunda adaletle yargılanmalı. Biliyor musunuz, bu ülkeyi sevmesem ve sevdiklerim bu ülkede olmasalar, hiç konuşmaz, sonsuza dek susardım ama bu ülkeyi seviyorum ve sevdiklerimle birlikte sevdiğim ülkede mutluluk ve huzur içerisinde yaşamak istiyorum. Bu yüzden de fasılasız şüphe ediyorum, merak duyuyorum, düşünüyorum, hissediyorum, soruyorum, sorguluyorum, konuşuyorum ve yazıyorum, ilanihaye de yapacağım tüm bunları, ta ki takatten düşesiye dek ya da düşürülesiye değin. Bitevi düşüneceğim, soracağım ve sorgulayacağım. Gerçeği haykırmayanlar zannediyorlar ki bu ülkeyi çok seviyorlar, gerçeği haykıranlar ise ihanet ediyorlar, vallahi, billahi, tallahi bu doğru değil, Allah, Muhammed, Kur’an ve İnsanlık şahit olsun ki doğru olamaz da, bilakis gerçeği örtenler ihanet içindedirler, gerçeği haykıranlar ise varlıklarını bu ülkeye armağan edenlerdir, hem de umarsız, hesapsız, çıkarsız. Bu ülkenin makûs talihi ne zaman değişecek diye sormak suç mudur Sayın Cumhurbaşkanım? Bu ülkede niçin düşünce, bilim, ilim, sanat, değer, kültür üretilmiyor? Niçin büyük beyinler yetiştiremez oldu bu topraklar? Niçin kan sürekli bizim coğrafyamızda akıyor? Niçin hiçbir şeyimiz bir felsefeye sahip değil? İnsanlarımız niye cehaletin ve tefrikanın kurbanları oldular? Niçin bu toprağın aldanan ya da aldatılmış gariban çocukları açlığa mahkûm olurlarken, zaten her diam aksırıncaya, tıksırıncaya, kuduruncaya dek yiyip, içip, kusanlar yine aynı şekilde yaşamaya devam ederler? Nasıl olabilmektedir bu? Hiçbir şey neden olması gerektiği gibi olmuyor? Neden? Neden? Neden? Niçin kaybedenler her daim bu toprağın çocukları olurlar? Niçin suçlu ve suçsuz olanlar adil olarak tahkik ve tetkik edilip ayrılamıyor? Suçsuz olanların suçlu gibi muameleye tabi tutulup merhamet göz ardı edilerek tecziye edilmelerini vicdanımız nasıl onaylayabiliyor? Affetmeyi ve bağışlamayı neden beceremiyoruz? Niçin bu toprağın çocukları birbirlerine kırdırılır her diam, nasıl başarılır bu? Niye okuyan ve düşünen insan lanetlenir ve kötü görülür? Tabi bu açıktan olmaz ama zımnen böyle olduğu bir gerçektir? Niye gerçekten düşünenlerin, bir değer üretenlerin önüne hep barikat olunur? Ya da düşündüğünü ve değer ürettiklerini zannettiklerimiz gerçekte ne düşünürler ne de değer üretirler ve böylece de kolayca yükselebilirler? İşlerini doğru yapanlar niçin zaman içinde gözden düşerler? Soranlar ve sorgulayanlar niçin tehlikeli olarak görülürler ve baş eğmeyenler olarak tavsif edilip önleri sürekli kesilir ya da bir şeye sahiplerse, sahip oldukları şeyler ellerinden alınır? Niye böyle olur Sayın Cumhurbaşkanım niye? Sizler bilmezseniz, bendeniz nasıl bileceğim Sayın Cumhurbaşkanım? Koca ama naçiz gövdem bir yanardağ gibi Sayın Cumhurbaşkanım! İçimin nasıl acıdığını anlatmaya kelimeler kifayetsiz kalıyor şerefim ve namusum üzerine yemin ediyorum. Kimse şahit olmasa da Rabbim şahit buna.

 

Sayın Cumhurbaşkanım! Bunca derde, kedere nasıl katlanayım? Bunca acıları nasıl unutayım? Ne yapayım? Etten, kemikten ibaret olan naçiz gövdem nasıl dayansın bu yaşama? Ne yapayım da her şeyi unutup, hiçbir şey hatırlamadan yaşayayım? Kalbimi ve aklımı ne yapıpta susturabilirim? Kalbimi ne yapıpta hissetmez hale, aklımı ne yapıpta düşünmez, sormaz ve sorgulamaz duruma getirebilirim? Vicdanımı nasıl sustururum? ‘’İnsan çürümeye başlamaya görsün yiter gider hiçliğin karanlık gayyasında’’ diyor üstat Nuri Pakdil, kendimi çürümeye terk edip yitip gideyim mi? Tüm gövdemi ve ruhumu uyuşturup, kuytu bir köşede sessizce geberip gideyim mi? Varolmak bu kadar acı mıydı? Bu kadar acı olduğunu bilseydim varolmak ister miydim acaba? Ya da hak etmediğimiz acıları mı yaşıyoruz? Nasıl oluyor böyle bir şey? Kader deyip razı mı gelmeliyiz yoksa kader değil ama kader kılınmış deyip değiştirme irademizi mi ortaya koymalıyız? Oysa üstat Tolstoy’un yaptığı gibi yapmak istiyorum, bendeniz münhasıran öyle istiyorum, yani: ‘’Ben hiçbir şey kanıtlamak istemiyorum, sadece yaşamak istiyorum; kendimden başka hiç kimseye kötülük etmeden yaşamak.’’ Ama bendenize de kötülük yapılmadan yaşamak istiyorum. Peki, niye yaşayamıyorum? Niye kötüler kazanıyorlar her zaman? Kötüler iyileri niye her daim ekarte ediyorlar? Kötüler hep gülerlerken, iyiler niçin hep ağlıyorlar? Haramın helali öldürdüğü gibi, kötüler de iyileri öldürüyorlar, nasıl oluyor bu? İyiler, iyi niyetlerinin ve masumiyetlerinin kurbanları mı oluyorlar? Niye böyleyiz biz? Gülmek, mutlu olmak, huzuru hissetmek haram mı kılındı bize acaba? Üstat İsmet Özel nasıl da gerçeği berrak bir şekilde dile getirmiş: ‘’Asıl söylenmesi gereken şeyleri söyleyemiyoruz. Bunun sebebi cezaya çarptırılma korkusu değil. Bunun sebebi, asıl söylenmesi gereken şeylerin söylenmesini bekleyen insanların namevcudiyeti. İnsanlar kafalarındaki soruların cevaplarını bulmuş olarak yaşıyorlar. Bir bakıma sorusuz yaşıyorlar. ‘Acaba’ dedikleri hiçbir konu yok. Çok kısa bir zamanda hayatın görünür manzarasında kendilerinin tatmin olduğu bir kaleyi işgal etmek insanların zaten buldukları ve tatmin oldukları bir şey.’’ Sayın Cumhurbaşkanım! Bizim olan bir şey bize kötülük yapar mı? Merhamet etmeyi ve affetmeyi bilmez mi? Mesela bizi hastalandırır mı, hastalanmamıza göz yumar mı? Bize zararlı olan şeyleri bize yedirenlere göz yumar mı? Kötüleri azad eder, iyileri tutsak mı eder? Kendini, münhasıran, bu toprağın gariban ve yoksul çocuklarının koruduğunu sarf-ı nazar eyleyebilir mi? Kendi uğruna ölenlerin kimler olduğunu hiç mi görmez, bilmez, duymaz, hissetmez? Kötülerin zevklerine göre yaşamalarına, kaynakları istedikleri gibi sömürmelerine göz kapayıp, masumların küçücük sevinçler duyumsamalarına gözlerini sonuna kadar açıp sevinçlerinin acılaşmasına kapı aralar mı? Kendi öz evlatlarının önlerini tıkar, kendine düşmanlık etmese de sahici sevgi de beslemeyenlerin önlerini açar mı? Tehlikeleri önceden ihsas edip bertaraf etmez mi ve buradan neşet edecek acıların önüne geçmez mi? Ya da ayrım yapmadan herkese karşı niçin tam adil olmaz? Niye böyle pislik, rezil, iğrenç bir dünyadayız? Yoksa dünyanın hiçbir suçu yok mu? Öyle ya, akılsız, cansız, iradesiz, ihtiyarsız, kalpsiz bir mahlûk dünya dediğimiz şey. Ya insan kim? İnsan nerede? Bizler gerçekten bir Allah olduğuna inanıyor muyuz ve varolduğuna inandığımız Allah’a iman ediyor muyuz? Hayat bu soruyu sordurtuyor bendenize. Hayatı veren ve alan, rızkı veren ve almaya yetkili olan kimdir? Bize yaşamı veren ve bizi yaşatan kimdir? Peki, bizlere insanların vermediğini ve veremeyeceğini, insanların bizlerden almaları ahlaki midir, adil midir, hakkaniyete uygun mudur? Bilge Kral Aliya’nın hikmet yüklü sözüyle sözlerimi noktalamak istiyorum: ‘’İstediğin isme sahip olabilirsin, istediğin dine inanabilirsin, ancak insan olman gerekir, yaşamalı ve diğerlerinin yaşamalarına da izin vermelisin.’’ Sayın Cumhurbaşkanım! Kalplere dokunmalıyız, insan kimdir tanımalı, bilmeli ve anlamalıyız. Acıları azaltmak için ne yapmak gerekiyorsa yapmaktan imtina ve tereddüt etmemeliyiz. Eğer becerebiliyorsak, sevinci, huzuru, mutluluğu olabildiğince çoğaltmalıyız. Bilakis, biz niye varız ki bu dünyada? Sözümüz neydi bizim, varolurken?

 

Sayın Cumhurbaşkanım! İlk evvelde kati surette izah ve izhar edeyim ki, bendeniz adı ne olursa olsun ve hangi fraksiyonla, gurupla, yapıyla, şahısla iltisaklı olursa olsun sığ düşünceli, dar kafalı, lümpen ve sekter tiplere matuf yazmıyor ve konuşmuyorum. Düşünme, hissetme, anlama, sorma, sorgulama yetileri aktif olanlara ve olgulara, olaylara nesnel temellerde bağımsız bir kafa ve gönül ile bakabilenlere ve dahi hayata ve her şeye önyargısız yaklaşabilenlere matuf yazıyor ve konuşuyorum. Hemen inanmayı değil, olguları ve olayları dip derinliklerine değin tetkik, tahkik, tahlil ettikten ve her olgunun, olayın üzerinde analitik ve senkronik düşündükten sonra anlamayı tercih edenlere matuf yazıyor ve konuşuyorum. Binaenaleyh, birinci türlerin yani sığ düşünceli, darkafalı, lümpen ve sekter tiplerin söyleyeceklerimle ilgili ne düşünecekleri bendenizi zerre miskal ilgilendirmiyor. Zira artık sığlıklardan, basitliklerden, dar kafalılıklardan, sekterliklerden, lümpenliklerden öyle bıkmış ve usanmışım ki, böylelerinin bendenizden sonsuzcasına uzaklarda olmalarını istiyorum. Bendeniz yaşamak sevincini duyumsamak istiyorum. Bendeniz anlaşılmak ve anlamak istiyorum. Bendeniz özgür, bağımsız, önyargısız ve açık bir insan olarak hayata tek yönden bakmayı ve insan ayırmayı sevmiyorum. Çünkü kardeşliğe ve kardeşçe yaşamaya sevdalıyım. Tüm mevcudata bin boyuttan bakarım ve her çeşit insanla konuşmakta, her türlü kitabı okumakta, her yönlü müziği dinlemekte sakınca görmem, bilakis bunu zenginlik olarak telakki eder, artı değer olarak algılarım. Biriyle konuşmam ondan olduğum, farklı bir kitap okumam o minvalde düşündüğüm, farklı bir müziği en dip tınılarına kendimi vererek tüm yüreğimle dinlemem o müzikle aynı boyutta duygulandığım anlamına gelmez ama bu hayatta da bir türlü anlaşılmadı böyle yaşamak. Zira kimse kendisi olarak yaşamaya sevdalanmadı hiç. Çünkü hayat birinci türde ki özelliklere sahip olanlarla yani lümpen vb. özelliklere sahip olanlarla lebalep maatteessüf. İnsançocukları kim olurlarsa olsunlar, nasıl düşünürlerse düşünsünler, nereyle iltisaklı olurlarsa olsunlar ve dahi nasıl yaşarlarsa yaşasınlar bendenizi ırgalamıyor. Yeter ki insanca yaşamak şerefini taşısınlar. Bendeniz göğe baktığımda tümünü, yere baktığımda tümünü ve insanlara baktığımda tüm insanlığı görüyorum. Olgulara ve olaylara bin pencereden bakıyor ve her pencereden farklı bir şey görüyorum ve gördüklerimi fikir havuzunda biriktirdikten sonra yoğurup ortaya sahici ve nesnel bir sonuç çıkarıyor, ondan sonrada yargıya varıyorum. Zaten sıkıcı, dar, boş, anlamsız ve saçma bir dünya da mahkumum, bir de malum ahmaklıklara göre kendimi kurgulayamam ve malum tiplere göre yaşayamam. Kendimi kısıtlayamam, zaten kısıtlı ve kısacık bir hayatın yolcusuyum. Kimseye zarar vermeden dilediğim gibi yaşama hakkım olduğuna inanıyorum. Ne yiyeceğime, ne içeceğime, kiminle oturup kalkacağıma, neyi okuyacağıma, neyi dinleyeceğime ve ne şekilde düşüneceğime, duygularımı nasıl yaşayacağıma, nasıl inanacağıma hiçbir insançocuğu karar veremez ve verdirtmem de. Köle değil hür bir insanım. Bendenizi bir insan yaratmadı ki, nasıl yaşayacağımı tayin etmek ve kaderime hükmetmek hakkı olsun. Zincirlere mi vurulacağım? Hücrelere mi tıkılacağım? Yaşamak sevincim mi gasp edilecek? Tümüne eyvallah olsun. Yok olmaktan korksaydım, yaşamaya merhaba demezdim. Göklere yükselen dualarım var benim ve yere nasıl düşeceğini sadece ve sadece dualarımın Kendisine ulaştığı Allah bilir. Ve bu dünyada bir savaş başlatmışım, son nefesime dek sürecek, sürdüreceğim bir savaştır bu: Kendim Olma Savaşı! Her ne yaparsam yapayım mutlaka ve mutlaka mutlak ve kutsal yasalara göre yargılanmayı isterim. Eğer ki, tek bir insanın canına kast etmişsem yani canını teninden ayırmışsam, eğer ki vatana ihanet etmişsem yani açık ve net bir şekilde vatanın çok özel sırlarını düşmana satmışsam ve bu suçlarım sabit olmuşsa boynum kıldan incedir ve kurşunlanmak isterim. Eğer ki suçum Allah’ın yasalarına göre sabitse tecziye edilmekten dolayı nedamet duymam, yargılayana da adavet gütmem. Velakin orijininde nefsi arzu ve hırsları tazammum eden yasalara göre yargılanmayı ruhumla ve beynimle asla ve kata onaylamam, belki yargılanabilirim zira güçsüzüm ama asla onaylamam. Çünkü bu tür yargılamaların ruhunda adalet olduğuna kesinlikle inanmıyorum. Öyleyse bu şekilde yargılanmayı da ruhumla kabullenemem. Aksi takdirde yargılanmam kesinlikle ve kesinlikle adaletsiz olacaktır ve böyle bir şey ruhuma ve gövdeme yönelik tarifi imkansız bir zulüm olacaktır. Öyleyse yaşamıma müdahaleyi tolere etmem ve müdahale ettirmem de. Herkes haddini ve hududunu bilecek. Bendeniz aşağılık bir köle değilim, kulların kulu değilim. Bendeniz her nasıl, ne şekilde, niçin, ne zaman, kim tarafından ve kime yönelik olarak kurgulanmış olursa olsun ve adına ne deniyorsa densin bu düzene karşıyım ve bendeniz bu düzen tarafından ezilenlerin sesiyim. Şimdiki söyleyeceklerim çok derinden algılanmalı, söyleyeceklerime bin boyuttan bakılmalı, zira düz bakıldığında basit bir algı olacaktır ve cahilce bir yargılama yapılacaktır. Umurumda mıdır? Vallahi bir gram bile umurumda değildir. Sayın Cumhurbaşkanım! Hayata şöyle bakıyorum da devlet tarafından tescillenmiş ama daha önceden kendileriyle ilgili insanlığa matuf hiçbir bilgileri afişe edilmemiş hangi örtgütsel yapılanma olursa olsun tüm örgütsel yapılanmalarda ve bu yapılanmalara matuf olaylarda gariban Anadolu çocukları ve her türlü ideolojik olaylarda yine gariban Anadolu çocukları en öndeler ve tezgaha gelip mağdur olanlar bunlar ve hayatın her alanında ezilen, sömürülen, haksızlığa uğrayan, hakkını arayamayan yine gariban Anadolu çocukları. Partiler için en altta çalışanlar, koşturup yorulanlar ve ideolojiler uğruna ölenler yine gariban Anadolu çocukları. PKK olayında yine gariban Anadolu çocuklarıdır şehit olanlar. Ki, buraya dahil olanları, dahil olanların kahir ekseriyetinin hangi sosyal ortamdan geldikleri, ailelerinin nasıl bir dünyada yaşadıkları malumdur. Hayır öyle değil mi? Öyle değilse nasıl? Ki, hepimiz hayatın içindeyiz ve bu insanlarda aynı hayatın yolcuları. Görüyoruz, biliyoruz, tanıyoruz. Tüm bunlara rağmen Bodrum da fink atan komprador piçleri, İstanbul’u yiyip yutan komprador piçleri ve dahi her yerde her şeye hükmeden komprador piçleri. Bu ülkenin kaymağını yiyenler komprador piçleri. Suçlu olsalar bile kurtulanlar komprador piçleri. Ezenler, sömürenler, suçlu olsalarda temize çıkanlar ya da kaçıp uçup yok olanlar komprador piçleri. Burada bir gariplik yok mu? Vicdanı sızlatan bir durum yok mu? Hayır aklım almıyor. Gerçekten aklım almıyor hatta ruhum yerle yeksan oluyor. Gariban Anadolu çocukları öldükleri halde bile hiçbir şey kazanmıyorlar hatta ölmeyip yaşasalarda kaybediyorlar ama diğerleri ölmedikleri halde hatta bir gram katkıları olmadıkları halde yine de kazanıyorlar. Bu nasıl oluyor, olabiliyor vallahi, billahi, tallahi anlayamıyorum. Burada derin bir paradoks var ve çözülmeye, aydınlanmaya ve izaha muhtaçtır. Yazıktır, günahtır, ayıptır. Bu olay kesinlikle dip derinliklerine değin tetkik edilmeli ve hakkaniyete, adalete, ahlaka uygun bir neticeye kavuşturulmalıdır. Münhasıran hayatı, mutlak ve kutsal yasalar temelinde, hüzünle karışık düşünce bağlamında doğal bir gözleme tabi tutarsak her şey tüm teferruatıyla sarahaten aşikar olacak, tezahür edecektir. Aksi takdirde göklere ve yerlere hükmeden Allah’ın kararının ne yönde olacağını hiçbir kimse bilemez. O Allah’tır ki bağışlayacak yegane mercidir ve O’dan bağışlama dileyenler bağışlamasını bileceklerdir. Elbette hakkaniyete, adalete, ahlaka uygun şekilde. Zaten aksini söylemiyor ve istemiyorum. Bilakis apaçık şekilde can almış olanlar, vatanın sırlarını düşmana bizzat peşkeş çekmiş olanlar bağışlanmayı hak etmezler zaten. Buna da aklı, ruhu, vicdanı hakikat istikametinde aktif olan tek bir kimsenin diyeceği hiçbir şey olamaz. Son tahlilde; olması gereken hiçbir şey gecikmemeli, olması gereken zamanda, olması gerektiği gibi, hiçbir eksiklik kalmadan oldurulmalıdır.

 

Sayın Cumhurbaşkanım! Mektubumun başında, ilk evvelde, buradan, zat-ı aliniz tavassutu ile, her halükarda, her şey değişse dahi, kendisinin her şartta ve koşulda her daim mevcut olduğu (zira her şey muvakkat ama devlet muhakkaktır), kanunlarına ve yasalarına karşı sorumlu olduğum ve dahi kanunlarını ve yasalarını her vatandaşı üzerinde istediği gibi tatbik etmeye gücü bulunan devlete bir talep iletmek istiyorum. Belki acayip bir talep olabilir ama nihayetinde bir insanım ve taleplerimin olması normaldir, ki düşmanımdan değil devletimden talep ediyorum. Kabul görmezse cevap verilmez ama bendenizi de suçlu yapmaz. Sadede gelirsem; kuşkusuz bir hakikattir ki, bu ülkede, bu ülkenin çocuklarına matuf etkin olarak faaliyet gösteren şahıslar ya da yapılar vardır ve bu insanlar ya da yapılar devlet nezdinde malumdur. Öyledir yani. Öyleyse bendenizin devletten küçücük bir istirhamım olacaktır. Bu şahısların ve yapıların kimler olduklarını ve hatta devletin şimdi suçlu görmediği halde sonradan suçlu göreceği şahısları ve yapıları bileyim ki, bunlarla normal bir insan olarak iletişim kurduğumda suçlu olarak görülüp tarassut altına alınmayayım ya da alınacak bir şey yapmayayım ve nahak yere temel insani haklarımdan mahrum kalmayayım ve yaşama sebebim olan haklarım metazori elimden alınmasın. Bilakis, benim üzerimde hiçbir kanun ya da yasa tatbik edilemez, edilirse de haklı olunamaz. Çünkü böyle bir şey mutlak vicdana, merhamete, adalete ve ahlaka mugayir olur. Hatta bendeniz hayatımın tüm boyutlarıyla tahkik edileyim ve kim olduğum açıkça bilinsin ki, sonradan büyük bir haksızlığa ve zulme maruz kalmayayım. Hainsem, devlet düşmanı isem, yıkıcı faaliyet içinde isem, terörist örgütlerle ya da devlet nezdinde sonradan terörist olacak örgütlerle iltisaklı isem gereken yapılsın. Şayet böyle bir yönüm yoksa da, iletişim kurduğum ama iletişim kurmam onlardan olacağım anlamına gelmediği ve böyle olduğu bilindiği halde öyle görülmeye çalışılıp sanki suçluymuşum gibi olmasın. Hülasa; adalet istiyorum ve bu benim insanca yaşamak hakkımdır. Tüm boyutlardan bakıp düşünüyorum ve hissediyorum ki, buna hakkım var gibime geliyor. Hatta ve hatta hayatı şöyle tüm yönleriyle ve uygulamaları tüm teferruatlarıyla gözlemlediğim zaman bu düşüncemin ve hissimin kesinlikle doğru olduğuna emin oluyorum. Eğer devlet böyle bir şey yapmazsa, sonradan bendeniz vatandaşını hangi saiklerle yargılama hakkına sahip olacaktır? Ya da yargılasa dahi neye göre yargılayacak ve adaleti nasıl işletecektir yahut yaptırımlarının adaletli olduğu neyle ayan olacaktır? Zira bendeniz hiçbir tereddüde düşmeden güven içinde yaşamak istiyorum ve bu da devletin en hayati ödevidir bendeniz vatandaşına karşı. Bilinmeli ve unutulmamalıdır ki, bendeniz (insan) yaşarsam devlet yaşar, devlet benimle (insan) kaimdir. Zira böyle olmadığı zaman, vicdani anlamda çok büyük sıkıntılar baş göstermektedir. Devlet nezdinde tehlikeli görülmeyen her şahıs ya da yapı, toplumsal alanda istediği gibi hareket etmekte, insanları kolayca avlamakta, insanlarda bilmeden av olmaktadırlar ve zaman içinde oraya iyice bağlanmaktadırlar. Halkeden Allah’ın, halkettiği kulunu yani insanı tanıyorsak, sosyopsikolojik anlamda tahlil edebiliyorsak bu durum çok tabiidir. Çünkü insan dediğimiz varlık, zaaflarıyla, hırslarıyla, cehaletiyle, nankörlüğüyle ve zalimliliğiyle malum olan bir canlıdır. Ama hakikat böyle olduğu halde, yasalar ve kanunlar insanlar üzerinde, bu durumlar yani saf hakikat sarf-ı nazar eylenerek çok kolay şekilde tatbik edilebilmektedir ve insanlar yargılanabilmektedirler, nihayet yaşamsal haklarından mahrum olabilmektedirler. Peki burada suçlu kimdir? İnsanlar iletişim kurdukları şahıslara, yerlere ve geçmişlerine göre itham edilebilirler mi, yargılanabilirler mi? Böyle bir şey olduğu zaman bir toplum bünyesinde suçlanmayacak insan bulunabilir mi? Adalete göre ve adaletin tam anlamıyla tatbik edilmesi için, her şeyin tüm teferruatıyla sarahaten ortaya konması iktiza etmez mi? Burada Ahzap Suresinin 58. Ayeti düşüveriyor gönlüme ve kafama. Mezkur ayetin, çendan mutlak suçsuz ve günahsız insanlara matuf olarak büyük bir uyarıyı tazammum ettiğini tahayyül ve tasavvur ediyorum. Bu dünyada olan biten hiçbir şey Allah’ın bilgisi dışında değildir ve Allah her şeyi görmekte ve bilmektedir. Binaenaleyh, İnsançocukları attıkları her adımı olabildiğince titizlikle ve hassasiyetle ve her boyutuyla kontrol ederek atmalıdırlar vicdani kanaatimce.

Tarih: 16.07.2018 Okunma: 851

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?