Sayın Cumhurbaşkanım! Bizatihi zat-ı aliniz demiştiniz ki;
aklını kiraya vermeyen gençler istiyoruz. Tüm kalbimle ve bilincimle bu
fikrinize iştirak ediyor ve aynı duyguda, düşüncede olduğumu açık yüreklilikle sarahaten
beyan ediyorum. Bugüne kadar da gençliğe ve insanlığa mütemadiyen, zat-ı
alinizin de önerisi olan bu öneriyle gittim naçizane. İşte bu sebeple de
hayatımın hiçbir döneminde aklımı kiraya vermeyi bir türlü beceremedim hatta içime
sindiremedim, bu yüzden de aklım hep kendimde kaldı, çünkü kendime lazımdı,
zira bendenizi bendeniz yapan aklımdı, başıma bela oldu ama umurumda olmadı. Ne
zincirlenebildim, ne kolayca inandım, ne de istendik şekilde yönlendirilebildim
yani hakikatte kazanan hep kendim oldum ve elanda aynı düzlemde duruyorum ve
aynı istikamette ilerliyorum. Aklım kiradaysa, bendeniz kendim değildim ama başkası
olarak yaşamakta bendenize göre değildi. Bu durum bendenizi hep uyumsuz yaptı
ama yapacakta bir şey yoktu. Bendeniz için klikler, yapılar, şahıslar,
ideolojiler değil hakikat önemliydi ve aklım da hakikatle uyumluydu ama
hakikatle uyumlu olmayanlara bir türlü uyamadı, öyleyse sorun yoktu. Bendenizin
kimseyle uyumlu olma zorunluluğum yoktu ama herkesin hakikatle uyumlu olma
zorunluluğu vardı yani sıkıntı bendeniz de değildi. Gerisi de bendenizin
sorunum olamazdı. Kimsenin söylediği fikre, ortaya koyduğu öneriye iştirak
etmek zorunda değildim, ölçmeli, biçmeli ve üzerinde düşünmeliydim, ondan sonra
düşüncemi beyan etmeliydim ama bu yöntem kimsenin işine gelmiyordu, söylenilenlere
hemen itaat edilmesini istiyordu herkes, fakat aklı kendinde olan biri için bu
durum imkânsızdı, işte bu yüzden de hep sıkıntılara duçar kaldım ama dünyayla
ilgili bir beklentim olmadığı için umursamadım. Binaenaleyh, düşüncemi de
özgürce beyan etmeyi bir yaşam ilkesi olarak benimsedim. Kime karşı olursa
olsun, hangi konuda olursa olsun fikrimi açıkça beyan etmeliydim. Ya tecziye
edilirsem diye hiç düşünmedim. Çünkü ihanet etmiyordum, altı üstü sadece
düşüncemi beyan ediyordum ve kimseyle aynı düşünmek zorunluluğumda yoktu.
Kimsenin de böyle bir beklentisi olamazdı, olsa da umurumda olmazdı. Değil mi
ki saygısızlık yapmıyorum, nezaketsizce davranmıyorum, istediğim gibi düşünme
ve düşüncemi özgürce beyan etme hakkım vardı ve kimse de buna müdahale
edemezdi. Müdahale edilmesini asla benimsemedim ve benimsemem de, fikrime karşı
olan varsa fikirle karşıma çıksın isterim, zira şereflice olan budur. Ki, aklın
gereği de budur. Çünkü düşüncemi özgürce beyan etmedikten sonra aklım olsa ne
olurdu, olmasa ne olurdu, kendimsem ve kendim olarak varolabiliyorsam, bu ancak
bir aklımın olmasıylaydı ve aklımın kendime ait kalmasıylaydı. Çünkü aklımı
kiraya verdiğim an ruhumu da aklıma sahip olanlara teslim etmiş olacağımı ve
daha ötesi kaderimi onların iradelerine ve tercihlerine bırakacağımı
biliyordum. Böyle bir şey muhal ender muhaldi. Zira bugüne kadar özgür aklımın
ışığıyla yolumu ve yönümü buldum, hiçte pişmanlık duymadım. Bademada böyle
olacak inşaAllah. Bu sebeple kolay itaat eden biri olamadım. Gerektiği yerde
isyan etmeyi bildim. Böyle olunca da hiçbir yapının müntesibi olmayı
başaramadım. Hiçbir mekanizmanın çarkında tutunamadım. Durduğum her yerde
çarkın arasında ki bir çakıl taşı gibi algılandım. Mütemadiyen sordum ve
sorguladım, merak ettim ve şüphe duydum. Bu durumda karşımdakileri hep rahatsız
etti. Çünkü aklınızı teslim ettiğiniz zaman rahatlıyorsunuz, çok şeylerden
kurtuluyorsunuz. Amma velakin bendenize bir akıl verilmişti ve onunla akletmem
emredilmişti. Öyleyse o aklı kimsenin cebine koyamazdım, kimsenin avuçlarına
bırakamazdım, kimsenin iradesine teslim edemezdim ve yapmadım da bunların
hiçbirisini. Çünkü bendeniz rahatlığı sevemedim, hep rahatsız oldum, başka
türlüsü imkânsızdı, burası dünyaydı ve insan malumdu. Zira baktım, gördüm,
bildim, anladım ve inandım ki, insanlık ne çektiyse ve çekiyorsa, aklını kiraya
verenler yüzünden çekmektedir. Binaenaleyh, her olguya ve olaya bin boyuttan, pencereden
ve perspektiften bakabilmeyi başardım bu yüzden. Zihnimin pencerelerini hiçbir
zaman kapatmadım her diam açık tuttum. Evet, çok sıkıntılarla karşılaştım bu
yüzden ama hiçbirini de umursamadım. Misal, ortama uyayım da bir şeyler
başarayım gibi düşüncelere tevessül etmedim, edemedim. Çünkü aklımın ışığına
güvendiğim için düşüncelerimi özgürce ifade etme gibi bir davranışı hayat
ilkesi olarak belirledim ama ters tepti ve elanda ters tepiyor ama napalım
kader deyip geçiyoruz. Yanlış giden bir şeyler oluyorsa, bir haksızlık
yapılıyorsa, bir insana acı çektiriliyorsa, aklınızı kullandığınız için ve
vicdanınız aktif olduğu için isyan etmekten başka çare bulamıyorsunuz ama işte
sıkıntı da burada başlıyor. Zira aklını kiraya verenler diyorlar ki, sana ne,
keyfine bak, işlerin yolunda mı, bırak yanan yansın ama yapamıyorum, çünkü
aklıma onay verdiremiyorum. Aklını kendi kullananların kaderi hep acılarla
yaşamaktır, çaresi yok yaşayacağız. Zira aklını kiraya vermeyenlerin, aklı
kirada olanlarca her zaman zımnen tecziye edildiklerini gördüm. Binaenaleyh, son tahlilde; şunu kati surette
izhar ediyorum ve izhar edeceğim şeyin varolmamız için olmazsa olmaz bir
önkoşul olduğunu iddia ediyorum: Kesinlikle ve kesinlikle bir zihniyet
devrimini tahakkuk ettirmek mecburiyetindeyiz. Bilinçleri karanlıktan kurtarıp
aydınlığa eriştirmeliyiz. Ve aklını kendi kullananlara haksızlık yapmamalıyız, haksızlık
yapılmasına imkân tanımamalıyız. Zira aklını kendileri kullanamayanlara bu
dünya bir cehennemdir ve bu da büyük bir zulümdür. Böyle bir dünyada sahici bir terakki de muhal
ender muhaldir. İnsanı insan yapan aklıdır ve insanın varoluşunun ispatı aklını
kendisinin kullanmasıdır. İmmanuel Kant diyor ki; aydınlanma, kişinin kendi
aklını kullanmaya cüret etmesidir!
Sayın Cumhurbaşkanım! Frederik Nietzsche diyor ki; ne
yaparsanız yapın, yaptığınız işin ya da şeylerin felsefesini bilmezseniz ve
yapmazsanız, yalnızca bir teknisyen olarak kalırsınız. Aklımın olanca gücüyle ve
duygularımın olanca yoğunluğu ile kesinlikle katılıyorum ve nice sorunların ve
sıkıntıların müsebbibinin de bu şekilde yapmamak olduğunu telakki ediyorum.
Felsefesiz bir hayat yaşıyoruz. Oysa felsefenin irade yaratıcı bir güç olduğunu
söylerler üstad Nurettin Topçu ağabey. Her şeyimiz felsefesiz olduğu için,
yaptıklarımızı alelade yapıyoruz ve hiçbir çözüm üretemiyoruz, üretilen
çözümleri de ya reddediyoruz ya da ıskalıyoruz, umursamıyoruz. Yahut uygulamalarımız
neticesinde hiçbir sahici ve kalıcı sonuca ulaşamıyoruz. Hatta fikirle
tartışamayışımızın, sefilane kavgalara tutuşuşumuzun altında bile felsefesizlik
yatmaktadır. Çünkü felsefesi olanların işi değildir böyle rezil işler. Felsefesiz
olduğumuz için bakışlarımız, görüşlerimiz, algılarımız, anlamalarımız hep kısır
ve güdük kalıyor, üretici olmaktan uzak oluyor. Haddizatında bir önceki yazımda
bahsettiğim meseleyle de ilintili bir meseledir bu mesele. Çünkü felsefesiz
olduğumuz için düşüncemiz zaten kadük kalıyor, böyle olunca da soramıyoruz,
sorgulayamıyoruz. Nurettin Topçu üstadı vb. üstatları anımsayınca içim nasıl da
cız ediyor biliyor musunuz? Niye yaşadı ki bu insanlar, niye bu kadar
düşündüler, ürettiler ki diyorum, zira dikkate alınmıyorlar, umursanmıyorlar,
münhasıran bir anlık hatırlanıyorlar o kadar, bu durum daha da kahredici oluyor
bendeniz için, zira kullanıldıkları hissine kapılıyorum. Bu insanların bu kadar
düşünceyi boşuna üretmediklerini düşünüyorum. Filhakika bizlere bir emanet
olduğuna inanıyorum üstatların ürettikleri düşüncelerin ama emanete ihanet
ediyoruz. Bizler değerlerimizin kıymetini bir türlü bilemiyoruz. Keşke
anlayabilsek ve anlayabilseydik bu insanları. Hayat kitaplarda yazılanlar gibi
değil diyorlar, zaten bizde öyle bir hayat olsun demiyoruz ki. Yazılanla
motomot yaşanan bir hayat zaten imkânsız ama elbette anlayamadığımız için
oluyor tüm bu şeyler. Yani şu söylenen sözlerin uygulanamayacak nesi var,
gerçekten imkânsız mı böyle bir şey? Değil ama kolaycıyız. Kuru laf kalabalığı
yapıyoruz. Ki, başka ne yaptık ki zaten bu hayatta? Misal; Bilge Kral Aliya
İzzetbegoviç’in bir sözünü hatırlayalım, ne diyorlardı kendileri: Ben olsam,
Müslüman Doğu’daki tüm mekteplere “eleştirel düşünme” dersleri koyardım.
Batı’nın aksine, Doğu bu acımasız mektepten geçmemiştir ve birçok zaafın kaynağı
da budur, diyorlardı. Yanlış mı diyorlardı, tatbiki muhal bir şey mi
öneriyorlardı? Ama tabi hayat kitapta yazılanlar gibi değil!!! Şimdi bu
üstattan söz edilince akan sular duruyor, bir heyecandır alıp götürüyor bizi
ama kendilerinin söyledikleri bir sözlerini örnek verdiğimiz zaman sükûta
gömülüyoruz hatta içten içe üstadın sözünü örnek verene bir düşmanlık
besliyoruz. Peki, bu nasıl oluyor gerçekten anlayamıyorum? Bizler riyakâr
mıyız? Ya üstadı sevmiyoruz ya da kullanıyoruz. Bunun başka izahı yoktur. Zira
kendilerini seviyorsak, sözlerine değer veriyorsak, o zaman değer verdiğimiz
sözlerinden örnek verince haysiyetli bir duruşa da sahip olmalı ve karşımızdaki
insana düşmanlık edeceğimize saygı duyabilmeliyiz değil mi? Filhakika, burada
ki bakış açısının da felsefeyle ilintisi vardır kuşkusuz. Sayın Cumhurbaşkanım!
Yazımı birkaç büyük düşün ve yazın insanının sözleriyle noktalamak istiyorum ve
iktibas yapacağım sözlerin felsefi bakış ve düşünüşle anlaşılmasını istiyorum
naçizane. Bakınız büyük üstat Mevdudi ne diyor; inançlarınız hakkında ne
söylerseniz söyleyin, gerçeği meydana getiren uygulamalarınızdır. Sadece
konuşmak hiç bir anlam taşımaz. Keza bakınız büyük üstat Goethe ne diyor; kanunlar
ve haklar, sanki bir hastalık gibi nesilden nesile miras kalır. İnsanla
birlikte doğan hukuktan ise kimse söz etmez. Hakeza bakınız büyük üstat Halil
Cibran ne diyor; suçluyu yargılamadan önce, onu suça itenin yüreğine bakmak
gerekir. Keşke, keşke, keşke, zihnimizin tüm pencerelerini açabilsek ve tüm bu
sözleri dip derinliklerine değin, her boyuttan, her açıdan tetkik, tahlil,
tahkik edebilsek, üzerlerinde derinlemesine fikredebilsek, senkronik ve
analitik düşünebilsek. Ama tabi hayat kitapta yazılanlar gibi değil!!! Sümme
haşa Kur’an’da boşu boşuna indirildi olmaz mı eğer hayat kitaplarda yazılanlar
gibi değilse? Yoksa Kur’an bir kitap değil mi? Kur’an insanlara indirilmedi mi?
Hayatlar Kur’an’a göre kurulmalı değil mi? Ya da hayat kitaplarda yazılan gibi
değil miydi acaba?!?
Sayın Cumhurbaşkanım! Bendeniz, bu dünyaya da, bu çağa da
yabancıyım galiba, ne ruhum uyuyor, ne kafam ve nede ayaklarım uyum
sağlayabiliyor bu dünyanın ve bu çağın düzenine, insanına ve dahi yaşamına. İnanın
anlayamadığım o kadar çok şey var ki ve içimde, anlayamadığım o kadar çok
şeyler saklıyorum ki. Ya da anlayıpta anlatamadığım mı diyeyim? Çünkü içlerinde
öyle güzel şeyler olupta, o güzel şeyleri tutamayıp dışarıya vuranlar öyle
acımasızca vuruldular ki, insan elinde olmadan korkuyor. Bedri İncetahtacılar,
Adnan Kahveciler, Recep Yazıcıoğulları, Muhsin Yazıcıoğulları, Uğur Mumcular ve
daha niceleri niye vuruldular bilen var mı, bilseler de söyleyen var mı, bir
şeyler söyleseler de gerçeği olduğu gibi haykıranlar var mı? Devlet dediğimiz
mekanizma ne yapar, nasıl çalışır, neyle ve kimle uğraşır? Nasıl çalışması
gerekir hakikatte ve neyle, kimle uğraşması gerekir? Peki, niye böyle oluyor? Böyle
mi olması gerekiyor? Sebep ne o zaman? Üç kuruşluk dünya mı? Peki değer mi?
Korkanlar yaşatabilirler mi? Ya kendileri yaşayabilirler mi? Yaşasalar da
yaşadıkları gerçekten yaşamak olabilir mi? Bu düzeni en başında dizayn etmiş
olanlar mı böyle istiyorlar? Peki, onlar öyle istiyorlar diye, bizler onların
istekleri doğrultusunda istedikleri gibi yaşamak zorunda mıyız? Bizler hep böyle
yaşamak ve bu düzende hep öylece devam etmek zorunda mı? Bu bizim değişmeyen ve
değişmeyecek olan kaderimiz mi? Ya da kader mi bu? Ya da istesek değiştiremez
miyiz bize kader kılınmış bu menhus düzeni, bu kem talihi? Bu sorular, ahhh bu
sorular, bu sorgular… Hadi korkanlar korkuyorlar da ya korkmak için hiçbir
sebepleri olmayanlar niye korkuyorlar? Ya da herkes korkuyorsa, en korkunç
olanı bu değil mi? O zamanda çıldırmamak elde mi? Nedir bizim bu makûs
talihimiz? Hep böyle yaşamaya mahkûm muyuz? Hep vurulacak mıyız? Yaşamak nedir
bilmeden veda etmek mi düşecek bahtımıza? Üstelikte kendi topraklarımızda! Emin
olun ki şunları söyledim diye niceleri tarafından acımasızca yargılanacağım ve
merhametsizce tecziye edileceğim belki de? Umurumda mı? Vallahi de, billahi de,
tallahi de değil, çünkü böyle bir şeye tevessül edecek derekeye düşecek
olanların yeryüzünün en cahil ve en sekter insanları olduklarını biliyorum.
Akıllı olsalardı, akıllarını kendileri kullansalardı ve anlasalardı, böyle bir
şeye tevessül dahi etmezlerdi çünkü. Hayır, içimi dökmekten başka ne yapıyorum
bendeniz? Ya da çok doğal, içten, samimi, nesnel ve açık olmam mı kötü ve
tehlikeli? Böylesi kötüyse, nasıl olmalıyım? Ahlaksızlık, şerefsizlik,
namussuzluk, kahpelik, hainlik mi yapıyorum? Bendeniz küçücük gerçekleri
kendimce söylemeye çalıştığım için niye kötü oluyorum? Niye ben, kötüler değil
de niye ben? Güçleri bana yettiği için mi ben? İçim acıyor be Sayın
Cumhurbaşkanım. Bizlerden yaşamı çalıyorlar, hep çaldılar zaten. İşte
bendenizin asıl isyanı derinlerdedir, çoook derinlerde. Ve en korkunç acılar,
sancılar, ıstıraplar ve isyanlar, sesiz olanlardır biliyor musunuz? Bunları
söylerken yüreğim nasılda hüzne gark oluyor bir bilseniz. İçim nasılda
eziliyor! Nasıl düzelir bu dünya ya da niye düzelmez bu dünya? Sayın
Cumhurbaşkanım! Biliyor musunuz, bizler hissiyatımızı kaybettiğimiz için her
şeye alışmışız ve alıştıklarımıza alıştırmaya çalışıyoruz herkesi, şırınga ile
çekmişler tüm hislerimizi. Ruhumuzu kurutmuşlar, çürütmüşler. Beynimizi iğdiş
edip, zihnimizi kirletmişler. Oysa eğer fert fert bizler akledeydik ve
hissedeydik, emin olun ki toplum sendeler ve sarsılırdı ve çürümeye doğru yol
almış gidişatı tersine çevirebilirdik belki de. Üzgünüm be Sayın
Cumhurbaşkanım. Gerçekten üzgünüm. Çoook üzgünüm. Doğruyu söylemek değil,
anlatmak yoruyor insanı. Nasıl bir insanım böyle, niye böyleyim ya da nasıl
böyle oldum bilemiyorum. Bendeniz devrimciyim be Sayın Cumhurbaşkanım. Önce
zihniyetlerde bir devrim olmalı, sonra çürüyen ruhlar dirilmeli, sonra yıkılan
gövdeler ayağa kalkmalı, nihayet toplumsal bünyede büyük bir sarsıntı olmalı ve
devrim sancağı göndere çekilmeli. Umutlar yeşermeli, çiçekler açmalı, kuşlar
uçmalı diyarlarımızda ve bahar gelmeli topraklarımıza. Dünyamız karanlıktan
çıkıp aydınlığa evrilmeli. İnsanımız uyanmalı, bilinçlenmeli, şuurlanmalı ve
bir daha asla uyumamalı. Acının yapışıp kaldığı çehreler gülümsemeli. Hiç
kimsenin açlıktan kanı çekilmemeli. Gizli kalan hiçbir gerçek olmamalı ve
örtülmemeli gerçekler. Çocuklarımız öldürülmemeli ve gülmeliler, gülerek
aydınlatmalılar karanlık dünyamızı. Bu toplumu çürütenler ve öldürenler büyük
insanlık mahkemesinin adil yargıçlarının huzurunda adaletle yargılanmalı. Biliyor
musunuz, bu ülkeyi sevmesem ve sevdiklerim bu ülkede olmasalar, hiç konuşmaz,
sonsuza dek susardım ama bu ülkeyi seviyorum ve sevdiklerimle birlikte sevdiğim
ülkede mutluluk ve huzur içerisinde yaşamak istiyorum. Bu yüzden de fasılasız
şüphe ediyorum, merak duyuyorum, düşünüyorum, hissediyorum, soruyorum,
sorguluyorum, konuşuyorum ve yazıyorum, ilanihaye de yapacağım tüm bunları, ta
ki takatten düşesiye dek ya da düşürülesiye değin. Bitevi düşüneceğim,
soracağım ve sorgulayacağım. Gerçeği haykırmayanlar zannediyorlar ki bu ülkeyi
çok seviyorlar, gerçeği haykıranlar ise ihanet ediyorlar, vallahi, billahi,
tallahi bu doğru değil, Allah, Muhammed, Kur’an ve İnsanlık şahit olsun ki doğru
olamaz da, bilakis gerçeği örtenler ihanet içindedirler, gerçeği haykıranlar
ise varlıklarını bu ülkeye armağan edenlerdir, hem de umarsız, hesapsız,
çıkarsız. Bu ülkenin makûs talihi ne zaman değişecek diye sormak suç mudur
Sayın Cumhurbaşkanım? Bu ülkede niçin düşünce, bilim, ilim, sanat, değer,
kültür üretilmiyor? Niçin büyük beyinler yetiştiremez oldu bu topraklar? Niçin
kan sürekli bizim coğrafyamızda akıyor? Niçin hiçbir şeyimiz bir felsefeye
sahip değil? İnsanlarımız niye cehaletin ve tefrikanın kurbanları oldular?
Niçin bu toprağın aldanan ya da aldatılmış gariban çocukları açlığa mahkûm
olurlarken, zaten her diam aksırıncaya, tıksırıncaya, kuduruncaya dek yiyip,
içip, kusanlar yine aynı şekilde yaşamaya devam ederler? Nasıl olabilmektedir
bu? Hiçbir şey neden olması gerektiği gibi olmuyor? Neden? Neden? Neden? Niçin
kaybedenler her daim bu toprağın çocukları olurlar? Niçin suçlu ve suçsuz
olanlar adil olarak tahkik ve tetkik edilip ayrılamıyor? Suçsuz olanların suçlu
gibi muameleye tabi tutulup merhamet göz ardı edilerek tecziye edilmelerini
vicdanımız nasıl onaylayabiliyor? Affetmeyi ve bağışlamayı neden beceremiyoruz?
Niçin bu toprağın çocukları birbirlerine kırdırılır her diam, nasıl başarılır
bu? Niye okuyan ve düşünen insan lanetlenir ve kötü görülür? Tabi bu açıktan
olmaz ama zımnen böyle olduğu bir gerçektir? Niye gerçekten düşünenlerin, bir
değer üretenlerin önüne hep barikat olunur? Ya da düşündüğünü ve değer
ürettiklerini zannettiklerimiz gerçekte ne düşünürler ne de değer üretirler ve
böylece de kolayca yükselebilirler? İşlerini doğru yapanlar niçin zaman içinde
gözden düşerler? Soranlar ve sorgulayanlar niçin tehlikeli olarak görülürler ve
baş eğmeyenler olarak tavsif edilip önleri sürekli kesilir ya da bir şeye
sahiplerse, sahip oldukları şeyler ellerinden alınır? Niye böyle olur Sayın
Cumhurbaşkanım niye? Sizler bilmezseniz, bendeniz nasıl bileceğim Sayın
Cumhurbaşkanım? Koca ama naçiz gövdem bir yanardağ gibi Sayın Cumhurbaşkanım!
İçimin nasıl acıdığını anlatmaya kelimeler kifayetsiz kalıyor şerefim ve
namusum üzerine yemin ediyorum. Kimse şahit olmasa da Rabbim şahit buna.
Sayın Cumhurbaşkanım! Bunca derde, kedere nasıl katlanayım?
Bunca acıları nasıl unutayım? Ne yapayım? Etten, kemikten ibaret olan naçiz gövdem
nasıl dayansın bu yaşama? Ne yapayım da her şeyi unutup, hiçbir şey
hatırlamadan yaşayayım? Kalbimi ve aklımı ne yapıpta susturabilirim? Kalbimi ne
yapıpta hissetmez hale, aklımı ne yapıpta düşünmez, sormaz ve sorgulamaz duruma
getirebilirim? Vicdanımı nasıl sustururum? ‘’İnsan çürümeye başlamaya görsün
yiter gider hiçliğin karanlık gayyasında’’ diyor üstat Nuri Pakdil, kendimi
çürümeye terk edip yitip gideyim mi? Tüm gövdemi ve ruhumu uyuşturup, kuytu bir
köşede sessizce geberip gideyim mi? Varolmak bu kadar acı mıydı? Bu kadar acı
olduğunu bilseydim varolmak ister miydim acaba? Ya da hak etmediğimiz acıları
mı yaşıyoruz? Nasıl oluyor böyle bir şey? Kader deyip razı mı gelmeliyiz yoksa
kader değil ama kader kılınmış deyip değiştirme irademizi mi ortaya koymalıyız?
Oysa üstat Tolstoy’un yaptığı gibi yapmak istiyorum, bendeniz münhasıran öyle
istiyorum, yani: ‘’Ben hiçbir şey kanıtlamak istemiyorum, sadece yaşamak
istiyorum; kendimden başka hiç kimseye kötülük etmeden yaşamak.’’ Ama bendenize
de kötülük yapılmadan yaşamak istiyorum. Peki, niye yaşayamıyorum? Niye kötüler
kazanıyorlar her zaman? Kötüler iyileri niye her daim ekarte ediyorlar? Kötüler
hep gülerlerken, iyiler niçin hep ağlıyorlar? Haramın helali öldürdüğü gibi,
kötüler de iyileri öldürüyorlar, nasıl oluyor bu? İyiler, iyi niyetlerinin ve
masumiyetlerinin kurbanları mı oluyorlar? Niye böyleyiz biz? Gülmek, mutlu
olmak, huzuru hissetmek haram mı kılındı bize acaba? Üstat İsmet Özel nasıl da
gerçeği berrak bir şekilde dile getirmiş: ‘’Asıl söylenmesi gereken şeyleri söyleyemiyoruz.
Bunun sebebi cezaya çarptırılma korkusu değil. Bunun sebebi, asıl söylenmesi
gereken şeylerin söylenmesini bekleyen insanların namevcudiyeti. İnsanlar
kafalarındaki soruların cevaplarını bulmuş olarak yaşıyorlar. Bir bakıma
sorusuz yaşıyorlar. ‘Acaba’ dedikleri hiçbir konu yok. Çok kısa bir zamanda
hayatın görünür manzarasında kendilerinin tatmin olduğu bir kaleyi işgal etmek
insanların zaten buldukları ve tatmin oldukları bir şey.’’ Sayın
Cumhurbaşkanım! Bizim olan bir şey bize kötülük yapar mı? Merhamet etmeyi ve
affetmeyi bilmez mi? Mesela bizi hastalandırır mı, hastalanmamıza göz yumar mı?
Bize zararlı olan şeyleri bize yedirenlere göz yumar mı? Kötüleri azad eder, iyileri
tutsak mı eder? Kendini, münhasıran, bu toprağın gariban ve yoksul çocuklarının
koruduğunu sarf-ı nazar eyleyebilir mi? Kendi uğruna ölenlerin kimler olduğunu
hiç mi görmez, bilmez, duymaz, hissetmez? Kötülerin zevklerine göre
yaşamalarına, kaynakları istedikleri gibi sömürmelerine göz kapayıp, masumların
küçücük sevinçler duyumsamalarına gözlerini sonuna kadar açıp sevinçlerinin
acılaşmasına kapı aralar mı? Kendi öz evlatlarının önlerini tıkar, kendine
düşmanlık etmese de sahici sevgi de beslemeyenlerin önlerini açar mı?
Tehlikeleri önceden ihsas edip bertaraf etmez mi ve buradan neşet edecek
acıların önüne geçmez mi? Ya da ayrım yapmadan herkese karşı niçin tam adil
olmaz? Niye böyle pislik, rezil, iğrenç bir dünyadayız? Yoksa dünyanın hiçbir
suçu yok mu? Öyle ya, akılsız, cansız, iradesiz, ihtiyarsız, kalpsiz bir mahlûk
dünya dediğimiz şey. Ya insan kim? İnsan nerede? Bizler gerçekten bir Allah
olduğuna inanıyor muyuz ve varolduğuna inandığımız Allah’a iman ediyor muyuz? Hayat
bu soruyu sordurtuyor bendenize. Hayatı veren ve alan, rızkı veren ve almaya
yetkili olan kimdir? Bize yaşamı veren ve bizi yaşatan kimdir? Peki, bizlere
insanların vermediğini ve veremeyeceğini, insanların bizlerden almaları ahlaki
midir, adil midir, hakkaniyete uygun mudur? Bilge Kral Aliya’nın hikmet yüklü
sözüyle sözlerimi noktalamak istiyorum: ‘’İstediğin isme sahip olabilirsin,
istediğin dine inanabilirsin, ancak insan olman gerekir, yaşamalı ve
diğerlerinin yaşamalarına da izin vermelisin.’’ Sayın Cumhurbaşkanım! Kalplere
dokunmalıyız, insan kimdir tanımalı, bilmeli ve anlamalıyız. Acıları azaltmak
için ne yapmak gerekiyorsa yapmaktan imtina ve tereddüt etmemeliyiz. Eğer
becerebiliyorsak, sevinci, huzuru, mutluluğu olabildiğince çoğaltmalıyız. Bilakis,
biz niye varız ki bu dünyada? Sözümüz neydi bizim, varolurken?
Sayın Cumhurbaşkanım! İlk evvelde kati surette izah ve izhar
edeyim ki, bendeniz adı ne olursa olsun ve hangi fraksiyonla, gurupla, yapıyla,
şahısla iltisaklı olursa olsun sığ düşünceli, dar kafalı, lümpen ve sekter
tiplere matuf yazmıyor ve konuşmuyorum. Düşünme, hissetme, anlama, sorma,
sorgulama yetileri aktif olanlara ve olgulara, olaylara nesnel temellerde
bağımsız bir kafa ve gönül ile bakabilenlere ve dahi hayata ve her şeye
önyargısız yaklaşabilenlere matuf yazıyor ve konuşuyorum. Hemen inanmayı değil,
olguları ve olayları dip derinliklerine değin tetkik, tahkik, tahlil ettikten
ve her olgunun, olayın üzerinde analitik ve senkronik düşündükten sonra
anlamayı tercih edenlere matuf yazıyor ve konuşuyorum. Binaenaleyh, birinci
türlerin yani sığ düşünceli, darkafalı, lümpen ve sekter tiplerin
söyleyeceklerimle ilgili ne düşünecekleri bendenizi zerre miskal
ilgilendirmiyor. Zira artık sığlıklardan, basitliklerden, dar kafalılıklardan,
sekterliklerden, lümpenliklerden öyle bıkmış ve usanmışım ki, böylelerinin
bendenizden sonsuzcasına uzaklarda olmalarını istiyorum. Bendeniz yaşamak
sevincini duyumsamak istiyorum. Bendeniz anlaşılmak ve anlamak istiyorum.
Bendeniz özgür, bağımsız, önyargısız ve açık bir insan olarak hayata tek yönden
bakmayı ve insan ayırmayı sevmiyorum. Çünkü kardeşliğe ve kardeşçe yaşamaya
sevdalıyım. Tüm mevcudata bin boyuttan bakarım ve her çeşit insanla konuşmakta,
her türlü kitabı okumakta, her yönlü müziği dinlemekte sakınca görmem, bilakis
bunu zenginlik olarak telakki eder, artı değer olarak algılarım. Biriyle konuşmam
ondan olduğum, farklı bir kitap okumam o minvalde düşündüğüm, farklı bir müziği
en dip tınılarına kendimi vererek tüm yüreğimle dinlemem o müzikle aynı boyutta
duygulandığım anlamına gelmez ama bu hayatta da bir türlü anlaşılmadı böyle
yaşamak. Zira kimse kendisi olarak yaşamaya sevdalanmadı hiç. Çünkü hayat
birinci türde ki özelliklere sahip olanlarla yani lümpen vb. özelliklere sahip
olanlarla lebalep maatteessüf. İnsançocukları kim olurlarsa olsunlar, nasıl
düşünürlerse düşünsünler, nereyle iltisaklı olurlarsa olsunlar ve dahi nasıl
yaşarlarsa yaşasınlar bendenizi ırgalamıyor. Yeter ki insanca yaşamak şerefini
taşısınlar. Bendeniz göğe baktığımda tümünü, yere baktığımda tümünü ve
insanlara baktığımda tüm insanlığı görüyorum. Olgulara ve olaylara bin
pencereden bakıyor ve her pencereden farklı bir şey görüyorum ve gördüklerimi
fikir havuzunda biriktirdikten sonra yoğurup ortaya sahici ve nesnel bir sonuç
çıkarıyor, ondan sonrada yargıya varıyorum. Zaten sıkıcı, dar, boş, anlamsız ve
saçma bir dünya da mahkumum, bir de malum ahmaklıklara göre kendimi
kurgulayamam ve malum tiplere göre yaşayamam. Kendimi kısıtlayamam, zaten
kısıtlı ve kısacık bir hayatın yolcusuyum. Kimseye zarar vermeden dilediğim
gibi yaşama hakkım olduğuna inanıyorum. Ne yiyeceğime, ne içeceğime, kiminle
oturup kalkacağıma, neyi okuyacağıma, neyi dinleyeceğime ve ne şekilde
düşüneceğime, duygularımı nasıl yaşayacağıma, nasıl inanacağıma hiçbir
insançocuğu karar veremez ve verdirtmem de. Köle değil hür bir insanım.
Bendenizi bir insan yaratmadı ki, nasıl yaşayacağımı tayin etmek ve kaderime
hükmetmek hakkı olsun. Zincirlere mi vurulacağım? Hücrelere mi tıkılacağım?
Yaşamak sevincim mi gasp edilecek? Tümüne eyvallah olsun. Yok olmaktan
korksaydım, yaşamaya merhaba demezdim. Göklere yükselen dualarım var benim ve
yere nasıl düşeceğini sadece ve sadece dualarımın Kendisine ulaştığı Allah
bilir. Ve bu dünyada bir savaş başlatmışım, son nefesime dek sürecek,
sürdüreceğim bir savaştır bu: Kendim Olma Savaşı! Her ne yaparsam yapayım
mutlaka ve mutlaka mutlak ve kutsal yasalara göre yargılanmayı isterim. Eğer
ki, tek bir insanın canına kast etmişsem yani canını teninden ayırmışsam, eğer
ki vatana ihanet etmişsem yani açık ve net bir şekilde vatanın çok özel
sırlarını düşmana satmışsam ve bu suçlarım sabit olmuşsa boynum kıldan incedir
ve kurşunlanmak isterim. Eğer ki suçum Allah’ın yasalarına göre sabitse tecziye
edilmekten dolayı nedamet duymam, yargılayana da adavet gütmem. Velakin
orijininde nefsi arzu ve hırsları tazammum eden yasalara göre yargılanmayı
ruhumla ve beynimle asla ve kata onaylamam, belki yargılanabilirim zira
güçsüzüm ama asla onaylamam. Çünkü bu tür yargılamaların ruhunda adalet
olduğuna kesinlikle inanmıyorum. Öyleyse bu şekilde yargılanmayı da ruhumla
kabullenemem. Aksi takdirde yargılanmam kesinlikle ve kesinlikle adaletsiz
olacaktır ve böyle bir şey ruhuma ve gövdeme yönelik tarifi imkansız bir zulüm
olacaktır. Öyleyse yaşamıma müdahaleyi tolere etmem ve müdahale ettirmem de.
Herkes haddini ve hududunu bilecek. Bendeniz aşağılık bir köle değilim,
kulların kulu değilim. Bendeniz her nasıl, ne şekilde, niçin, ne zaman, kim
tarafından ve kime yönelik olarak kurgulanmış olursa olsun ve adına ne
deniyorsa densin bu düzene karşıyım ve bendeniz bu düzen tarafından ezilenlerin
sesiyim. Şimdiki söyleyeceklerim çok derinden algılanmalı, söyleyeceklerime bin
boyuttan bakılmalı, zira düz bakıldığında basit bir algı olacaktır ve cahilce
bir yargılama yapılacaktır. Umurumda mıdır? Vallahi bir gram bile umurumda
değildir. Sayın Cumhurbaşkanım! Hayata şöyle bakıyorum da devlet tarafından
tescillenmiş ama daha önceden kendileriyle ilgili insanlığa matuf hiçbir
bilgileri afişe edilmemiş hangi örtgütsel yapılanma olursa olsun tüm örgütsel
yapılanmalarda ve bu yapılanmalara matuf olaylarda gariban Anadolu çocukları ve
her türlü ideolojik olaylarda yine gariban Anadolu çocukları en öndeler ve
tezgaha gelip mağdur olanlar bunlar ve hayatın her alanında ezilen, sömürülen,
haksızlığa uğrayan, hakkını arayamayan yine gariban Anadolu çocukları. Partiler
için en altta çalışanlar, koşturup yorulanlar ve ideolojiler uğruna ölenler
yine gariban Anadolu çocukları. PKK olayında yine gariban Anadolu çocuklarıdır
şehit olanlar. Ki, buraya dahil olanları, dahil olanların kahir ekseriyetinin
hangi sosyal ortamdan geldikleri, ailelerinin nasıl bir dünyada yaşadıkları
malumdur. Hayır öyle değil mi? Öyle değilse nasıl? Ki, hepimiz hayatın
içindeyiz ve bu insanlarda aynı hayatın yolcuları. Görüyoruz, biliyoruz,
tanıyoruz. Tüm bunlara rağmen Bodrum da fink atan komprador piçleri, İstanbul’u
yiyip yutan komprador piçleri ve dahi her yerde her şeye hükmeden komprador
piçleri. Bu ülkenin kaymağını yiyenler komprador piçleri. Suçlu olsalar bile
kurtulanlar komprador piçleri. Ezenler, sömürenler, suçlu olsalarda temize
çıkanlar ya da kaçıp uçup yok olanlar komprador piçleri. Burada bir gariplik
yok mu? Vicdanı sızlatan bir durum yok mu? Hayır aklım almıyor. Gerçekten aklım
almıyor hatta ruhum yerle yeksan oluyor. Gariban Anadolu çocukları öldükleri
halde bile hiçbir şey kazanmıyorlar hatta ölmeyip yaşasalarda kaybediyorlar ama
diğerleri ölmedikleri halde hatta bir gram katkıları olmadıkları halde yine de
kazanıyorlar. Bu nasıl oluyor, olabiliyor vallahi, billahi, tallahi
anlayamıyorum. Burada derin bir paradoks var ve çözülmeye, aydınlanmaya ve
izaha muhtaçtır. Yazıktır, günahtır, ayıptır. Bu olay kesinlikle dip
derinliklerine değin tetkik edilmeli ve hakkaniyete, adalete, ahlaka uygun bir
neticeye kavuşturulmalıdır. Münhasıran hayatı, mutlak ve kutsal yasalar
temelinde, hüzünle karışık düşünce bağlamında doğal bir gözleme tabi tutarsak
her şey tüm teferruatıyla sarahaten aşikar olacak, tezahür edecektir. Aksi
takdirde göklere ve yerlere hükmeden Allah’ın kararının ne yönde olacağını
hiçbir kimse bilemez. O Allah’tır ki bağışlayacak yegane mercidir ve O’dan
bağışlama dileyenler bağışlamasını bileceklerdir. Elbette hakkaniyete, adalete,
ahlaka uygun şekilde. Zaten aksini söylemiyor ve istemiyorum. Bilakis apaçık
şekilde can almış olanlar, vatanın sırlarını düşmana bizzat peşkeş çekmiş
olanlar bağışlanmayı hak etmezler zaten. Buna da aklı, ruhu, vicdanı hakikat
istikametinde aktif olan tek bir kimsenin diyeceği hiçbir şey olamaz. Son
tahlilde; olması gereken hiçbir şey gecikmemeli, olması gereken zamanda, olması
gerektiği gibi, hiçbir eksiklik kalmadan oldurulmalıdır.
Sayın Cumhurbaşkanım! Mektubumun başında, ilk evvelde,
buradan, zat-ı aliniz tavassutu ile, her halükarda, her şey değişse dahi,
kendisinin her şartta ve koşulda her daim mevcut olduğu (zira her şey muvakkat
ama devlet muhakkaktır), kanunlarına ve yasalarına karşı sorumlu olduğum ve
dahi kanunlarını ve yasalarını her vatandaşı üzerinde istediği gibi tatbik
etmeye gücü bulunan devlete bir talep iletmek istiyorum. Belki acayip bir talep
olabilir ama nihayetinde bir insanım ve taleplerimin olması normaldir, ki
düşmanımdan değil devletimden talep ediyorum. Kabul görmezse cevap verilmez ama
bendenizi de suçlu yapmaz. Sadede gelirsem; kuşkusuz bir hakikattir ki, bu
ülkede, bu ülkenin çocuklarına matuf etkin olarak faaliyet gösteren şahıslar ya
da yapılar vardır ve bu insanlar ya da yapılar devlet nezdinde malumdur.
Öyledir yani. Öyleyse bendenizin devletten küçücük bir istirhamım olacaktır. Bu
şahısların ve yapıların kimler olduklarını ve hatta devletin şimdi suçlu
görmediği halde sonradan suçlu göreceği şahısları ve yapıları bileyim ki,
bunlarla normal bir insan olarak iletişim kurduğumda suçlu olarak görülüp
tarassut altına alınmayayım ya da alınacak bir şey yapmayayım ve nahak yere
temel insani haklarımdan mahrum kalmayayım ve yaşama sebebim olan haklarım
metazori elimden alınmasın. Bilakis, benim üzerimde hiçbir kanun ya da yasa
tatbik edilemez, edilirse de haklı olunamaz. Çünkü böyle bir şey mutlak
vicdana, merhamete, adalete ve ahlaka mugayir olur. Hatta bendeniz hayatımın tüm
boyutlarıyla tahkik edileyim ve kim olduğum açıkça bilinsin ki, sonradan büyük
bir haksızlığa ve zulme maruz kalmayayım. Hainsem, devlet düşmanı isem, yıkıcı
faaliyet içinde isem, terörist örgütlerle ya da devlet nezdinde sonradan
terörist olacak örgütlerle iltisaklı isem gereken yapılsın. Şayet böyle bir
yönüm yoksa da, iletişim kurduğum ama iletişim kurmam onlardan olacağım
anlamına gelmediği ve böyle olduğu bilindiği halde öyle görülmeye çalışılıp
sanki suçluymuşum gibi olmasın. Hülasa; adalet istiyorum ve bu benim insanca
yaşamak hakkımdır. Tüm boyutlardan bakıp düşünüyorum ve hissediyorum ki, buna
hakkım var gibime geliyor. Hatta ve hatta hayatı şöyle tüm yönleriyle ve
uygulamaları tüm teferruatlarıyla gözlemlediğim zaman bu düşüncemin ve hissimin
kesinlikle doğru olduğuna emin oluyorum. Eğer devlet böyle bir şey yapmazsa,
sonradan bendeniz vatandaşını hangi saiklerle yargılama hakkına sahip
olacaktır? Ya da yargılasa dahi neye göre yargılayacak ve adaleti nasıl
işletecektir yahut yaptırımlarının adaletli olduğu neyle ayan olacaktır? Zira
bendeniz hiçbir tereddüde düşmeden güven içinde yaşamak istiyorum ve bu da
devletin en hayati ödevidir bendeniz vatandaşına karşı. Bilinmeli ve
unutulmamalıdır ki, bendeniz (insan) yaşarsam devlet yaşar, devlet benimle (insan)
kaimdir. Zira böyle olmadığı zaman, vicdani anlamda çok büyük sıkıntılar baş
göstermektedir. Devlet nezdinde tehlikeli görülmeyen her şahıs ya da yapı,
toplumsal alanda istediği gibi hareket etmekte, insanları kolayca avlamakta,
insanlarda bilmeden av olmaktadırlar ve zaman içinde oraya iyice
bağlanmaktadırlar. Halkeden Allah’ın, halkettiği kulunu yani insanı tanıyorsak,
sosyopsikolojik anlamda tahlil edebiliyorsak bu durum çok tabiidir. Çünkü insan
dediğimiz varlık, zaaflarıyla, hırslarıyla, cehaletiyle, nankörlüğüyle ve
zalimliliğiyle malum olan bir canlıdır. Ama hakikat böyle olduğu halde, yasalar
ve kanunlar insanlar üzerinde, bu durumlar yani saf hakikat sarf-ı nazar
eylenerek çok kolay şekilde tatbik edilebilmektedir ve insanlar yargılanabilmektedirler,
nihayet yaşamsal haklarından mahrum olabilmektedirler. Peki burada suçlu
kimdir? İnsanlar iletişim kurdukları şahıslara, yerlere ve geçmişlerine göre
itham edilebilirler mi, yargılanabilirler mi? Böyle bir şey olduğu zaman bir
toplum bünyesinde suçlanmayacak insan bulunabilir mi? Adalete göre ve adaletin
tam anlamıyla tatbik edilmesi için, her şeyin tüm teferruatıyla sarahaten
ortaya konması iktiza etmez mi? Burada Ahzap Suresinin 58. Ayeti düşüveriyor
gönlüme ve kafama. Mezkur ayetin, çendan mutlak suçsuz ve günahsız insanlara
matuf olarak büyük bir uyarıyı tazammum ettiğini tahayyül ve tasavvur ediyorum.
Bu dünyada olan biten hiçbir şey Allah’ın bilgisi dışında değildir ve Allah her
şeyi görmekte ve bilmektedir. Binaenaleyh, İnsançocukları attıkları her adımı
olabildiğince titizlikle ve hassasiyetle ve her boyutuyla kontrol ederek
atmalıdırlar vicdani kanaatimce.