AÇIK MEKTUP...17...

Özgür DENİZ - 18.07.2018

Sayın Cumhurbaşkanım! Birazcık özeleştiri yapmak istiyorum naçizane, küçücük bir ön izahtan sonra, hoşgörünüze sığınarak. Gayet rahat ve açık olacağım. Çünkü her daim terennüm ettiğimiz bir şeyi yapacağım yani dile iltica edip konuşacağım. Eleştiri, toplum olarak pekte hazzetmediğimiz bir şey olsa da, (ki hazzetmeyiz, hakikati saklamaya lüzum yok) yeri geldiğinde; şiddete başvurmaya ne gerek var konuşmak gereken yerde diye de söyleriz ama bunu söylememize rağmen yine de içinde eleştiri de olan konuşmaktan pek hazzetmeyiz, tabir caizse lafta kalmaktan öteye gitmez haddizatında isteyerek söylemediğimiz bu söz, tabi konuşmak derken de bitevi onaylayıcı olmayan konuşmadan bahsederiz zımnen yoksa kuşkusuz her konuşma gayette güzeldir onaylandıktan sonra oysa içinde hakikat olmayan konuşma muhakkak bir taraf için tehlikelidir yani hakikat diye bir şey varsa, muhakkak eleştiride olacaktır ve mutlak onaylamanın olduğu yerde hakikat yoktur ve dolayısıyla eleştiri de olamaz, binaenaleyh hakikat yoksa eleştiri de yoktur ve o konuşma kesinlikle bir tarafın kaybına yol açar ve böyle bir konuşma dostların konuşması olamaz ya da iyilik adına yapılan bir konuşma olamaz yahut orada konuşma diye bir şey yoktur. Ama bendeniz, şiddete yönelmektense her daim konuşmayı tercih ettim, dilin sihrine inandım, tabi hakikatleri de gizlemeden haykırmayı istedim. Çünkü bendeniz çözüm odaklı olmak için mücadele ettim her daim ve çözümü de dilin getireceğine inandım ve böylece konuşma yolunu intihap ettim. Binaenaleyh, imtina etmeden en ağır gerçekleri söylemeye çalıştım her daim. Geçelim! Toplum olarak konuştuğumuz zaman diyoruz ki; bu ülkenin yüzde doksan dokuzu Müslümandır ve bu ülkede şöyle olmaz, böyle olmaz vs. iddialı şeyler söylüyoruz. Bunu yapıyor muyuz toplum olarak? Yapıyoruz. Belki de dilimize pelesenkte olmuş olabilir ama her hâlükârda gerektiği zaman terennüm ettiğimiz bir söylemdir. Burada aklıma üstat İsmet Özel’in hafızamda yer edinmiş ve bendenizi, her hatırladığımda ürperten muhteşem sözü geliyor: “Allah, insanı iddiasından vurur.” Sadede geleyim: Madem Müslümanız, madem bu ülkenin kahir ekseriyetinin Müslüman olması hasebiyle bu ülkede Müslümanları rencide edici uygulamalar olamaz, böyle bir şeye eyvallah edilemez, ki amenna ve sadakna, peki niçin Müslümanlar olarak her şeye Kur’an zaviyesinden bakılmaz? Ya kardeş şu olaya, şu işe, şu ilişkiye, şu ticarete, şu alışverişe bir de Kur’an temelinde baksak ve çözsek olmaz mı dendiği zaman kahir ekseriyet bir garip olur? Vallahi, billahi, tallahi bu hakikattir, kimse kusura bakmasın. Ağır olabilir ama ağırdır diye gerçekleri söylemekten imtina etmeyeceğim. Zira hastalıkları ancak acıtan ve ağrıtan ilaçlar iyileştirebilir. Bizler hep gerçekleri söylüyor gibi olmaktan derin haz aldık ama gerçek olanca sertliği ile karşımıza çıkıverince ne yapacağımızı şaşırdık çünkü hiçbir zaman karşımıza çıkmayacağını düşünerek söyledik söylediklerimizi. Yani Müslüman bir ülke ve toplumuz ama yaşantımızda esas almamız gereken şey niçin ilk etapta Müslümanlığımız değildir? Böyle değilse ve bendeniz bilmiyorsam mazur görülmek isterim. Bilakis, böyle bir şey Müslümanların kendi kendilerini rencide etmeleri demek değil midir ve Müslümanların kendi kendilerini rencide etmeleri normal midir? Bir şey doğru mudur yoksa yanlış mıdır diye niçin Kur’an’a vurulup ona göre yargıya varılmaz? Yani gerçekten merakımı mazur görünüz ama Müslümanlık, Müslümanlar için değil de Müslüman olmayanlar için mi geçerlidir? Yani Müslümanlar istedikleri gibi yaşayabilirler ama Müslüman olmayanlar Müslümanlara göre mi yaşamak zorundadırlar? Ve böyle olmadığında Müslüman olmayanlar suçludurlar ama Müslümanlar Müslüman olarak yaşamadıkları zaman suçsuzdurlar, bu nasıl bir paradokstur? Bu nasıl bir anlayıştır, inanıştır? Müslüman olmayan biri bir şey yaptığı zaman telin edelim velakin Müslüman olarak kendimiz istediğimiz gibi yaşayalım ama kimliğimiz de Müslüman yazdığı için hiçbir şey yapmamış tertemiz bir insan gibi olalım, Allah indinde böyle bir şey kabul görür mü? Ya da Müslümanlar olarak böyle bir şeyi içimiz nasıl alabilir? Diyelim ki bir işadamı var, bu zat çok rahat bir şekilde vergi kaçırabiliyor ama Cuma Namazı dendiği zaman akan sular duruyor ve bir şey istirham ettiğiniz zaman; hele şu Cumayı bir eda edelim sonra bakarız diyor. Bu hangi Müslümanlıktır? Keza hepimiz biliriz ve görürüz ki, nice apartmanların en görünür yerinde Mülk Allah’ındır yazar ama ne gariptir ki, mutlak hakikatin cüzü olan o sözü oraya koyan insan, kiracısına manevi işkence yapmakta pek mahirdir. Bu hangi Müslümanlıktır? Hakeza faiz haramdır deriz ama faiz ile hiçte ihtiyacımız olmayan şeyleri münhasıran fiyakamız olsun diye almakta hiçbir beis görmeyiz. Bu hangi Müslümanlıktır? Ve hakeza Müslüman olarak hiç olmayacak şeyi yapalım, üstelikte bu şey tüm toplumu alakadar eden bir şey olsun ama bundan zerre rahatsızlık duymayalım velakin başka bir insan münhasıran kendini ilgilendiren bir şey yaptığında hemen asla tolere edilemeyecek ithamda bulunalım. Bu hangi Müslümanlıktır? Yine bir insanın suçlu olup olmadığını kutsal ve mutlak yasalar temelinde vicdana göre değerlendirmek varken, niçin nefsimize ve işimize nasıl hoş geliyorsa ve uyuyorsa o şekilde değerlendirip neticeye varmaya çalışırız? Üstelik bu konuda muhkem ayet bile varken, suçsuz bir insana hiçbir sıkıntı duymadan acı çektiririz ve çektirdiğimiz acıdan dolayı zerre miskal utanmayız ve Allah’tan korkmayız? Niçin vicdanın mutlak anayasasını ıskalarız, uygulamaktan imtina ederiz? Bu tür bir Müslümanlık hangi tür Müslümanlıktır? Dillerimizde Müslümanlık ya eylemlerimiz de ki nedir Allah, Muhammed, Kur’an ve İnsanlık aşkına? Yani hiç mi sigaya çekmeyelim kendi kendimizi? Bizler hep iyi olalım ama ne gariptir ki bir kötülükle karşılaşınca bizden gelmemiş olsun o kötülük, üstelikte apaçık, muhkem ayet varken. Sahi bizler nasıl bir inanca ve kimliğe sahibiz ya da inandığımızı iddia ettiğimiz şeye ne kadar inanıyoruz, sahip olmakla övündüğümüz kimliği ne kadar taşıyabiliyoruz? Söylemle eylem insicam içerisinde olmalı, ruhla gövde insicam içerisinde olmalı, kimlikle yaşam insicam içerisinde olmalı, imanla amel insicam içerisinde olmalı, bilakis her şey şirazesinden çıkar ve ateş bizi de yakar. Kafamı, ruhumu her daim yakan bir şey var; bendeniz bugüne değin hiçbir zaman hamdolsun ki adaletsizlik yapmadım, hamdolsun ki tek bir kulun hakkını yemedim, hamdolsun ki tek bir insana iftira atmadım ve tek bir kimseye kötülük etmedim ve acı da çektirmedim, tek bir insanın yaşamak sevincini çalmadım, hamdolsun tek bir kimsenin terini, yaşını, kanını, emeğini gasp etmedim, hamdolsun yoksullara elimden geldiğince hep yardım ettim, hamdolsun aç gördüm doyurdum, hiçbir dilenciyi bugüne dek geri çevirdiğim vaki değildir ama her zaman bendeniz kötü oldum kötü olmasam da çok tasvip ve tensip edilen biri olmadım, bu garip değil mi Müslüman bir toplum için ya da bir Müslüman nasıl olmalıdır tam tersi mi olmalıydım yoksa? Bir insanın, insanlık ödevi nedir? Yoksa bizler Müslüman olmadan önce iyi insanlar olmayı mı başarabilmeliydik ve bunu başaramadıkta mı böyleyiz? Bunları söylüyorum ya, kim nasıl anlarsa anlasın umurumda bile değil, zira artık bilen ve anlayan zaten biliyordur ve anlıyordur, ruhumu ve oradan dökülüp gelen sözlerimi. Hakikati seviyorum, doğallığı seviyorum, samimiyeti seviyorum, maskesizliği seviyorum, ta ki zarar görme ihtimalim olsa bile. Bendeniz böyleyim, bu dünyaya bir kere geldim, kendim olarak geldim, başkası olarak yaşayıp, başkası olarak ölemem. Hakikat insanlara uymayacak, insanlar hakikate uymak zorundadırlar! Bendeniz bir insanım, insan geldim, insan yaşamak derdindeyim ve insan gitmek istiyorum. Ne uşak olabilirim ne de efendilikte gözüm var, insanlık için sözüm var! Bendeniz böyle garip bir yolcuyum işte hayat yolunda Sayın Cumhurbaşkanım!

 

Sayın Cumhurbaşkanım! Bu dünyaya niye geldik ki? Dünya nimeti dediğimiz şey nedir ki? Bir varmış bir yokmuş masalı gibi sanki her şey. Ama öyle sıkı, sımsıkı tutunuyoruz ki, sanki elimizden kayıp gidecekmiş gibi, sanki böyle tutunduğumuzda kayıp gitmesini önleyecekmişiz gibi. Birimiz yaptık mı hepimiz yapmaya çalışıyoruz aynı şeyi. Birimiz yapmasa, belki de hiçbirimiz yapmayacak. İşte büyük sır tam da burada saklı gibi. Ben koşmasam bile başkası nasıl olsa koşacak dünya leşinin peşinden diye düşünüyoruz. Bu dünya düzleminde gerçekleşmesi gereken en ideal adaletin imkansız olmasının önündeki en büyük handikapta budur filhakika. Ama olmuyor, üzüm üzüme baka baka kararıyor. Oysa bilmeden yaşamımızı zehirliyoruz. Çünkü dünyanın peşinden koşarken yaşamak sevincini kaçırıyoruz. Ne kadar çok maddeye sahip olursak o kadar iyi yaşayacağımızı ve yaşamak sevincini duyumsayacağımızı sanıyoruz. Ama hem kendimize hem de dışımızdakilere zulmediyoruz bilmeden. Ne büyük aldanış! Sömürüler, gasplar, baskılar, eziyetler tam da buradan çıkış noktası buluyor işte. Uçsuz bucaksız bir bozkırın ortasında dursak ve tüm alemi oradan temaşa etsek ya da bir gece yarısında yıldızlara baksak ve oradan tekrar yeryüzüne indirsek bakışlarımızı anlarız gibime geliyor hakikati. Çünkü böyle bir şey insana çok şey anlatır, yüreği sonsuzluğa alır götürür ve faniliği haykırır. Belki beyni zonklatır. Hele bi de bir rüzgar eserse görün. Tabi rüzgarla konuşabilmesi gerekir ruhunuzun ve bozkırın ve yaprakların hışırtılarının eşlik etmesi gerekir bu tinsel muhavereye. Varlığın tüm tecessümlerine bakıyorsunuz, bakıyorsunuz, bakıyorsunuz, anlamaya çalışıyorsunuz ama gözünüzün önünden kayboluveriyormuş gibi oluyor her şey bir anda. Yokluğunuzu duyumsamaya çalışıyorsunuz ve siz yokken devam edecek hayatı tahayyül ve tasavvur etmeye çalışıyorsunuz ve her şey anlamını, önemini kaybediyor o anda ve artık gözünüzde, gönlünüzde hiçleşiveriyor dünyaya dair ne varsa. Bu sefer iflah olmaz bir kopuş başlıyor her şeyden. Gözünüze bir leş gibi görünüyor her şey ve uğruna kendinizi bile feda etmekten imtina etmediğiniz şeylerin hiçbirini yanınızda götüremeyecek olduğunuzun hissi derin bir acıya boğuyor sizi. Öyleyse niye bu hırs, kin, nefret, açgözlülük, intikam ve zulümler? İnsan niye kötülük yapar? Eğer dünya nimeti için değilse niçin? Değer mi gerçekten? Handiyse ömrünü ikmal etmişlerin bile gözlerini, gönüllerini hırsların esir aldığına şahit oluyorsunuz ve şok geçiriyorsunuz, hayretler içerisinde kalıyorsunuz. Hüzünlenip vay be çekiveriyorsunuz derin iççekişleri eşliğinde. Bir yandan acıyla dolu, bir yandan hüzün yüklü, bir yandan sevinçle iç içe garip ve fani bir dünya. Ne bizim olacak ne de hiçbir kimsenin, ne bize kalacak ne de hiçbir kimseye. Ama böylesi bir dünya için nice gönülleri acıyla doldurmaktan geri durmuyoruz bir türlü.

 

Şair Nurullah Genç’in çok güzel bir dizesi var, der ki;

 

“”Birgün, dostların ıslanmış çehrelerine

Son defa, hasretle bakar giderim.""

 

Ya bakamazsak!!!

Ya nasıl gideceğiz!!!

 

Kaçışı olmayan bir sona doğru gidiyoruz ve mecburen varacaz, çaresiz. Ne düşünecez oraya vardığımızda? Ya da nasıl olacaz vardığımızda? Çünkü takatten kesilip, elden ayaktan düşecez. İşte o anda anlayacağız niçin yaşadığımızı ve anlayacağız aslında niçin yaşayacakmışız, yaşamalıymışız. Velakin son pişmanlık fayda etmeyecek, nedamet gözyaşları da acıları dindirmeyecek. Yapabileceğimiz hiçbir şey olmayacak ve yaptıklarımızı da yeniden düzeltme imkanı bulunmayacak. Öyleyse yaşarken dikkat etmeli değil miyiz? Nasıl ve niçin yaşamamız gerektiğini daha canlı kanlı iken anlamamız gerekmez mi ve kötülüklerimizden kurtulmamız, ettiğimiz kötülüklere tövbe etmemiz ve ediyor olduğumuz ya da etmeyi düşündüğümüz kötülükleri unutmamız ve hepsinden el ayak çekmemiz gerekmez mi?

 

Hayır, hayır, insan gerçekten cahil, zalim ve de nankör. İnsan aldanmakta! Keşke böyle olmasa, keşke, keşkelerimizi çoğaltmasak ve hiç keşkemiz olmasa. Nahak yere acılara gark ediyoruz hayatları. Doğmamış çocukların, günahsız bebelerin ömürlerini ipotekliyoruz. Neyle kurtuluruz bu günahlardan? Günaha bulanmış hayatlarımızı nasıl temizleriz? Bağışlamadan biterse ömrümüz, yeniden başlayacak ömrümüzde nasıl bağışlanma dileyecez? Adil olmadan adalet, bağışlamadan bağışlanma, merhamet etmeden merhamet dileyebilir miyiz Allah’tan?

 

Bendenizin naçizane fikrimce hüzüne yoldaşlık etmemiz iktiza ediyor sanki. Hüzün rüzgarı esmeli gönül toprağımızda, hüzün yağmurları düşmeli beynimizin göklerinden gönlümüzün topraklarına. İşte o zaman merhamet filizlenecektir gönül toprağımızda ve o merhametle insanlık toprağında ki tüm acıları sevinçlere tedvir eyleyeceğiz inşaAllah.

Tarih: 18.07.2018 Okunma: 851

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?