Sayın Cumhurbaşkanım! Birazcık özeleştiri yapmak istiyorum
naçizane, küçücük bir ön izahtan sonra, hoşgörünüze sığınarak. Gayet rahat ve
açık olacağım. Çünkü her daim terennüm ettiğimiz bir şeyi yapacağım yani dile
iltica edip konuşacağım. Eleştiri, toplum olarak pekte hazzetmediğimiz bir şey
olsa da, (ki hazzetmeyiz, hakikati saklamaya lüzum yok) yeri geldiğinde;
şiddete başvurmaya ne gerek var konuşmak gereken yerde diye de söyleriz ama
bunu söylememize rağmen yine de içinde eleştiri de olan konuşmaktan pek
hazzetmeyiz, tabir caizse lafta kalmaktan öteye gitmez haddizatında isteyerek
söylemediğimiz bu söz, tabi konuşmak derken de bitevi onaylayıcı olmayan
konuşmadan bahsederiz zımnen yoksa kuşkusuz her konuşma gayette güzeldir
onaylandıktan sonra oysa içinde hakikat olmayan konuşma muhakkak bir taraf için
tehlikelidir yani hakikat diye bir şey varsa, muhakkak eleştiride olacaktır ve
mutlak onaylamanın olduğu yerde hakikat yoktur ve dolayısıyla eleştiri de
olamaz, binaenaleyh hakikat yoksa eleştiri de yoktur ve o konuşma kesinlikle
bir tarafın kaybına yol açar ve böyle bir konuşma dostların konuşması olamaz ya
da iyilik adına yapılan bir konuşma olamaz yahut orada konuşma diye bir şey
yoktur. Ama bendeniz, şiddete yönelmektense her daim konuşmayı tercih ettim,
dilin sihrine inandım, tabi hakikatleri de gizlemeden haykırmayı istedim. Çünkü
bendeniz çözüm odaklı olmak için mücadele ettim her daim ve çözümü de dilin
getireceğine inandım ve böylece konuşma yolunu intihap ettim. Binaenaleyh,
imtina etmeden en ağır gerçekleri söylemeye çalıştım her daim. Geçelim! Toplum
olarak konuştuğumuz zaman diyoruz ki; bu ülkenin yüzde doksan dokuzu
Müslümandır ve bu ülkede şöyle olmaz, böyle olmaz vs. iddialı şeyler
söylüyoruz. Bunu yapıyor muyuz toplum olarak? Yapıyoruz. Belki de dilimize
pelesenkte olmuş olabilir ama her hâlükârda gerektiği zaman terennüm ettiğimiz
bir söylemdir. Burada aklıma üstat İsmet Özel’in hafızamda yer edinmiş ve
bendenizi, her hatırladığımda ürperten muhteşem sözü geliyor: “Allah, insanı
iddiasından vurur.” Sadede geleyim: Madem Müslümanız, madem bu ülkenin kahir
ekseriyetinin Müslüman olması hasebiyle bu ülkede Müslümanları rencide edici
uygulamalar olamaz, böyle bir şeye eyvallah edilemez, ki amenna ve sadakna,
peki niçin Müslümanlar olarak her şeye Kur’an zaviyesinden bakılmaz? Ya kardeş
şu olaya, şu işe, şu ilişkiye, şu ticarete, şu alışverişe bir de Kur’an
temelinde baksak ve çözsek olmaz mı dendiği zaman kahir ekseriyet bir garip
olur? Vallahi, billahi, tallahi bu hakikattir, kimse kusura bakmasın. Ağır
olabilir ama ağırdır diye gerçekleri söylemekten imtina etmeyeceğim. Zira
hastalıkları ancak acıtan ve ağrıtan ilaçlar iyileştirebilir. Bizler hep
gerçekleri söylüyor gibi olmaktan derin haz aldık ama gerçek olanca sertliği
ile karşımıza çıkıverince ne yapacağımızı şaşırdık çünkü hiçbir zaman karşımıza
çıkmayacağını düşünerek söyledik söylediklerimizi. Yani Müslüman bir ülke ve
toplumuz ama yaşantımızda esas almamız gereken şey niçin ilk etapta
Müslümanlığımız değildir? Böyle değilse ve bendeniz bilmiyorsam mazur görülmek
isterim. Bilakis, böyle bir şey Müslümanların kendi kendilerini rencide
etmeleri demek değil midir ve Müslümanların kendi kendilerini rencide etmeleri
normal midir? Bir şey doğru mudur yoksa yanlış mıdır diye niçin Kur’an’a
vurulup ona göre yargıya varılmaz? Yani gerçekten merakımı mazur görünüz ama
Müslümanlık, Müslümanlar için değil de Müslüman olmayanlar için mi geçerlidir?
Yani Müslümanlar istedikleri gibi yaşayabilirler ama Müslüman olmayanlar
Müslümanlara göre mi yaşamak zorundadırlar? Ve böyle olmadığında Müslüman
olmayanlar suçludurlar ama Müslümanlar Müslüman olarak yaşamadıkları zaman
suçsuzdurlar, bu nasıl bir paradokstur? Bu nasıl bir anlayıştır, inanıştır? Müslüman
olmayan biri bir şey yaptığı zaman telin edelim velakin Müslüman olarak
kendimiz istediğimiz gibi yaşayalım ama kimliğimiz de Müslüman yazdığı için
hiçbir şey yapmamış tertemiz bir insan gibi olalım, Allah indinde böyle bir şey
kabul görür mü? Ya da Müslümanlar olarak böyle bir şeyi içimiz nasıl alabilir?
Diyelim ki bir işadamı var, bu zat çok rahat bir şekilde vergi kaçırabiliyor
ama Cuma Namazı dendiği zaman akan sular duruyor ve bir şey istirham ettiğiniz
zaman; hele şu Cumayı bir eda edelim sonra bakarız diyor. Bu hangi
Müslümanlıktır? Keza hepimiz biliriz ve görürüz ki, nice apartmanların en
görünür yerinde Mülk Allah’ındır yazar ama ne gariptir ki, mutlak hakikatin cüzü
olan o sözü oraya koyan insan, kiracısına manevi işkence yapmakta pek mahirdir.
Bu hangi Müslümanlıktır? Hakeza faiz haramdır deriz ama faiz ile hiçte
ihtiyacımız olmayan şeyleri münhasıran fiyakamız olsun diye almakta hiçbir beis
görmeyiz. Bu hangi Müslümanlıktır? Ve hakeza Müslüman olarak hiç olmayacak şeyi
yapalım, üstelikte bu şey tüm toplumu alakadar eden bir şey olsun ama bundan
zerre rahatsızlık duymayalım velakin başka bir insan münhasıran kendini
ilgilendiren bir şey yaptığında hemen asla tolere edilemeyecek ithamda
bulunalım. Bu hangi Müslümanlıktır? Yine bir insanın suçlu olup olmadığını
kutsal ve mutlak yasalar temelinde vicdana göre değerlendirmek varken, niçin
nefsimize ve işimize nasıl hoş geliyorsa ve uyuyorsa o şekilde değerlendirip
neticeye varmaya çalışırız? Üstelik bu konuda muhkem ayet bile varken, suçsuz
bir insana hiçbir sıkıntı duymadan acı çektiririz ve çektirdiğimiz acıdan
dolayı zerre miskal utanmayız ve Allah’tan korkmayız? Niçin vicdanın mutlak
anayasasını ıskalarız, uygulamaktan imtina ederiz? Bu tür bir Müslümanlık hangi
tür Müslümanlıktır? Dillerimizde Müslümanlık ya eylemlerimiz de ki nedir Allah,
Muhammed, Kur’an ve İnsanlık aşkına? Yani hiç mi sigaya çekmeyelim kendi
kendimizi? Bizler hep iyi olalım ama ne gariptir ki bir kötülükle karşılaşınca
bizden gelmemiş olsun o kötülük, üstelikte apaçık, muhkem ayet varken. Sahi
bizler nasıl bir inanca ve kimliğe sahibiz ya da inandığımızı iddia ettiğimiz
şeye ne kadar inanıyoruz, sahip olmakla övündüğümüz kimliği ne kadar taşıyabiliyoruz?
Söylemle eylem insicam içerisinde olmalı, ruhla gövde insicam içerisinde
olmalı, kimlikle yaşam insicam içerisinde olmalı, imanla amel insicam
içerisinde olmalı, bilakis her şey şirazesinden çıkar ve ateş bizi de yakar. Kafamı,
ruhumu her daim yakan bir şey var; bendeniz bugüne değin hiçbir zaman hamdolsun
ki adaletsizlik yapmadım, hamdolsun ki tek bir kulun hakkını yemedim, hamdolsun
ki tek bir insana iftira atmadım ve tek bir kimseye kötülük etmedim ve acı da
çektirmedim, tek bir insanın yaşamak sevincini çalmadım, hamdolsun tek bir
kimsenin terini, yaşını, kanını, emeğini gasp etmedim, hamdolsun yoksullara elimden
geldiğince hep yardım ettim, hamdolsun aç gördüm doyurdum, hiçbir dilenciyi
bugüne dek geri çevirdiğim vaki değildir ama her zaman bendeniz kötü oldum kötü
olmasam da çok tasvip ve tensip edilen biri olmadım, bu garip değil mi Müslüman
bir toplum için ya da bir Müslüman nasıl olmalıdır tam tersi mi olmalıydım
yoksa? Bir insanın, insanlık ödevi nedir? Yoksa bizler Müslüman olmadan önce
iyi insanlar olmayı mı başarabilmeliydik ve bunu başaramadıkta mı böyleyiz?
Bunları söylüyorum ya, kim nasıl anlarsa anlasın umurumda bile değil, zira
artık bilen ve anlayan zaten biliyordur ve anlıyordur, ruhumu ve oradan dökülüp
gelen sözlerimi. Hakikati seviyorum, doğallığı seviyorum, samimiyeti seviyorum,
maskesizliği seviyorum, ta ki zarar görme ihtimalim olsa bile. Bendeniz
böyleyim, bu dünyaya bir kere geldim, kendim olarak geldim, başkası olarak
yaşayıp, başkası olarak ölemem. Hakikat insanlara uymayacak, insanlar hakikate
uymak zorundadırlar! Bendeniz bir insanım, insan geldim, insan yaşamak
derdindeyim ve insan gitmek istiyorum. Ne uşak olabilirim ne de efendilikte
gözüm var, insanlık için sözüm var! Bendeniz böyle garip bir yolcuyum işte
hayat yolunda Sayın Cumhurbaşkanım!
Sayın Cumhurbaşkanım! Bu dünyaya niye geldik ki? Dünya
nimeti dediğimiz şey nedir ki? Bir varmış bir yokmuş masalı gibi sanki her şey.
Ama öyle sıkı, sımsıkı tutunuyoruz ki, sanki elimizden kayıp gidecekmiş gibi,
sanki böyle tutunduğumuzda kayıp gitmesini önleyecekmişiz gibi. Birimiz yaptık
mı hepimiz yapmaya çalışıyoruz aynı şeyi. Birimiz yapmasa, belki de hiçbirimiz
yapmayacak. İşte büyük sır tam da burada saklı gibi. Ben koşmasam bile başkası
nasıl olsa koşacak dünya leşinin peşinden diye düşünüyoruz. Bu dünya düzleminde
gerçekleşmesi gereken en ideal adaletin imkansız olmasının önündeki en büyük
handikapta budur filhakika. Ama olmuyor, üzüm üzüme baka baka kararıyor. Oysa
bilmeden yaşamımızı zehirliyoruz. Çünkü dünyanın peşinden koşarken yaşamak
sevincini kaçırıyoruz. Ne kadar çok maddeye sahip olursak o kadar iyi
yaşayacağımızı ve yaşamak sevincini duyumsayacağımızı sanıyoruz. Ama hem
kendimize hem de dışımızdakilere zulmediyoruz bilmeden. Ne büyük aldanış!
Sömürüler, gasplar, baskılar, eziyetler tam da buradan çıkış noktası buluyor
işte. Uçsuz bucaksız bir bozkırın ortasında dursak ve tüm alemi oradan temaşa
etsek ya da bir gece yarısında yıldızlara baksak ve oradan tekrar yeryüzüne
indirsek bakışlarımızı anlarız gibime geliyor hakikati. Çünkü böyle bir şey
insana çok şey anlatır, yüreği sonsuzluğa alır götürür ve faniliği haykırır.
Belki beyni zonklatır. Hele bi de bir rüzgar eserse görün. Tabi rüzgarla
konuşabilmesi gerekir ruhunuzun ve bozkırın ve yaprakların hışırtılarının eşlik
etmesi gerekir bu tinsel muhavereye. Varlığın tüm tecessümlerine bakıyorsunuz,
bakıyorsunuz, bakıyorsunuz, anlamaya çalışıyorsunuz ama gözünüzün önünden
kayboluveriyormuş gibi oluyor her şey bir anda. Yokluğunuzu duyumsamaya
çalışıyorsunuz ve siz yokken devam edecek hayatı tahayyül ve tasavvur etmeye
çalışıyorsunuz ve her şey anlamını, önemini kaybediyor o anda ve artık
gözünüzde, gönlünüzde hiçleşiveriyor dünyaya dair ne varsa. Bu sefer iflah
olmaz bir kopuş başlıyor her şeyden. Gözünüze bir leş gibi görünüyor her şey ve
uğruna kendinizi bile feda etmekten imtina etmediğiniz şeylerin hiçbirini
yanınızda götüremeyecek olduğunuzun hissi derin bir acıya boğuyor sizi. Öyleyse
niye bu hırs, kin, nefret, açgözlülük, intikam ve zulümler? İnsan niye kötülük
yapar? Eğer dünya nimeti için değilse niçin? Değer mi gerçekten? Handiyse
ömrünü ikmal etmişlerin bile gözlerini, gönüllerini hırsların esir aldığına
şahit oluyorsunuz ve şok geçiriyorsunuz, hayretler içerisinde kalıyorsunuz.
Hüzünlenip vay be çekiveriyorsunuz derin iççekişleri eşliğinde. Bir yandan
acıyla dolu, bir yandan hüzün yüklü, bir yandan sevinçle iç içe garip ve fani
bir dünya. Ne bizim olacak ne de hiçbir kimsenin, ne bize kalacak ne de hiçbir
kimseye. Ama böylesi bir dünya için nice gönülleri acıyla doldurmaktan geri
durmuyoruz bir türlü.
Şair Nurullah Genç’in çok güzel bir dizesi var, der ki;
“”Birgün, dostların ıslanmış çehrelerine
Son defa, hasretle bakar giderim.""
Ya bakamazsak!!!
Ya nasıl gideceğiz!!!
Kaçışı olmayan bir sona doğru gidiyoruz ve mecburen varacaz,
çaresiz. Ne düşünecez oraya vardığımızda? Ya da nasıl olacaz vardığımızda?
Çünkü takatten kesilip, elden ayaktan düşecez. İşte o anda anlayacağız niçin
yaşadığımızı ve anlayacağız aslında niçin yaşayacakmışız, yaşamalıymışız.
Velakin son pişmanlık fayda etmeyecek, nedamet gözyaşları da acıları
dindirmeyecek. Yapabileceğimiz hiçbir şey olmayacak ve yaptıklarımızı da
yeniden düzeltme imkanı bulunmayacak. Öyleyse yaşarken dikkat etmeli değil
miyiz? Nasıl ve niçin yaşamamız gerektiğini daha canlı kanlı iken anlamamız
gerekmez mi ve kötülüklerimizden kurtulmamız, ettiğimiz kötülüklere tövbe
etmemiz ve ediyor olduğumuz ya da etmeyi düşündüğümüz kötülükleri unutmamız ve
hepsinden el ayak çekmemiz gerekmez mi?
Hayır, hayır, insan gerçekten cahil, zalim ve de nankör.
İnsan aldanmakta! Keşke böyle olmasa, keşke, keşkelerimizi çoğaltmasak ve hiç
keşkemiz olmasa. Nahak yere acılara gark ediyoruz hayatları. Doğmamış
çocukların, günahsız bebelerin ömürlerini ipotekliyoruz. Neyle kurtuluruz bu
günahlardan? Günaha bulanmış hayatlarımızı nasıl temizleriz? Bağışlamadan
biterse ömrümüz, yeniden başlayacak ömrümüzde nasıl bağışlanma dileyecez? Adil
olmadan adalet, bağışlamadan bağışlanma, merhamet etmeden merhamet dileyebilir
miyiz Allah’tan?
Bendenizin naçizane fikrimce hüzüne yoldaşlık etmemiz iktiza
ediyor sanki. Hüzün rüzgarı esmeli gönül toprağımızda, hüzün yağmurları düşmeli
beynimizin göklerinden gönlümüzün topraklarına. İşte o zaman merhamet
filizlenecektir gönül toprağımızda ve o merhametle insanlık toprağında ki tüm
acıları sevinçlere tedvir eyleyeceğiz inşaAllah.