Sayın Cumhurbaşkanım! Çözemediğim bir detay var bu hayatta
ve bugün o detayı izhar edip, sorular soracağım ve hayatı sigaya çekeceğim.
İnsanlığın gözbebeği, kâinatın en gerçek insanı, ahlakın, güvenin, sevginin ve
barışın tecessüm etmiş hali, hakikatle ve ölçüyle gelmiş ve adaletle tavzif
edilmiş (Hadid Suresi 25. Ayete bakılabilir) ve Peygamber olarak intihap
eylenmiş olan Hz. Muhammed derler ki; ‘’tüm kâinat adalet üzerinde kaimdir.’’
Adaletin olmadığı bir dünya cehennemden başka bir şey değildir ve olamaz da
zaten. Adalet olgusunu çekip alınız, yeriyle ve göğüyle dünya da, her
türlüsüyle insan da bir ölüden farksızdır tabir caizse. Ve adaletsizlik bedene
dokunan bir şey değildir, yüreğin en dip derinliklerinde hissedilen bir şeydir
yani adaletsizliği gösteremezsiniz ancak duyumsarsınız. Şöyle hayata bakıyorum
da, bir yanda kahkahayla gülenler, aksırıncaya tıksırıncaya dek yiyip içip
gezenler, bir yanda bir dilim ekmeğe, sağlam bir elbiseye muhtaç olanlar
görüyorum. Bu paradoksu bir türlü çözemedim, kaderdir deyip geçemedim de. Yani
öyle garip insanlar var ki şu hayatta, yürek yakıyorlar. Aileler görüyorsunuz
mahzun ve boynu bükük, çocuklarının ayaklarında ayakkabı yok, üstlerindekilere
giyecek demeye bin şahit ister. Bir de diğer tarafa bakıyorsunuz, öyle
keyifliler, öyle mutlular ki, çocukları bolluk bereket içinde, her türlü imkâna
malikler. Oysa beriki de aile, öbürü de aile, beri yanda ki de çocuk, öbür
yanda ki de çocuk, aynı toprağın insanları, aynı milletin fertleri, aynı
devletin yurttaşları. Amma velakin her türlü yaşamsal gereksinimlerden mahrum
olan taraf yabancı da değil (ki fark eder mi?), hain de değil, bilakis
askerliğini yapan, vergisini ödeyen, hizmetini konumuna ve imkânına göre icra
eden insanlar ama iş pay almaya gelince alabildiği bir pay yok, zira yaşamı
malum. Hayatın içerisinde baktığınızda imkânlardan mahrum olan ailelerin
çocuklarının, diğer ailelerin çocuklarının hayatlarına bakarken hatta ailelerin
karşıdaki ailelerin hayatlarına bakarken gözlerinde ki çaresizliği, burukluğu,
acıyı duyumsuyorsunuz ister istemez. Öyle bir bakış ki yüreğinize ok gibi
saplanıp kalıyor, vicdanınız ister istemez başkaldırıyor ve isyan ediyor. Bu
niye böyle gerçekten anlayamıyorum. Hani vatan dersek onun da vatanı, devlet
dersek onunda devleti, hazine dersek onun da hazinesi. Öyle değil de bendeniz
mi bilmiyorum? Ama böyle bir durumda onların paylarına düşen öyle bir hayat
mıdır gerçekten ve böyle bir hayat, onların kaderleri midir işin içinden
çıkamıyorum ve inanır mısınız, bir ömür sormaktan, sorgulamaktan ve cevap
aramaktan bıkıp usanmadığım bir sorundur bu? Veyahut burada, en dipler de,
vahşi bir adaletsizlik mi gizlidir? Hakikaten bunu anlamaya çalışıyorum. Bu ne
yaman bir çelişkidir bir türlü çözemedim gitti ve çözemiyorum da. Yani nasıl
olabilmektedir, olabiliyor ve olabilir böyle bir şey, böyle bir şeyin
kesinlikle olmaması icap etmez mi? Ya da bunlar çok detay şeyler deyip geçmeli
ve görmezden mi gelmeliyim? Yahut diğer taraf servetliler, kuvvetliler,
şöhretliler tarafı oldukları için yaşadıkları normal mi? Bu vatan, bu ülke, bu
hazine üzerinde payları servetli, kuvvetli, şöhretli oldukları için daha mı
fazla ya da öyle yaşamak onların doğal hakları mı ve onlar öyle yaşamaya mı
layıklar? Ve bu taraftakilerin yaşadıkları da, kendileri adına gayet doğal
mıdır, öyle yaşamak onlara layık olan bir yaşamak mıdır? Ben böyle bir
uçurumun, dengesizliğin ve böylesi vahşi adaletsizliğin normal olmadığına,
böyle bir şeyin insan denilen varlığın bozulup bir yaratığa dönüşmesinin
izdüşümü olarak görüyorum. Böylesi bir durum utanç verici bir durumdur, kader
deyip içinden çıkılacak ve sarf-ı nazar eylenecek bir durum değildir ve
behemehâl düzeltilmelidir naçizane fikrimce. Ve dahası buradaki mevzubahis dengesizliği
ve olumsuzluğu farklı alanlara da şamil kılabiliriz ve tüm bunların nasıl
olabildiği üzerine akledebiliriz.
Sayın Cumhurbaşkanım! Naçizane mektuplar yazıyorum, kendimce
yaşama dair fikirler serdediyorum, sorunları dile getiriyor, çözüm önerileri
sunuyorum mektuplarımda ve mektuplarımı sanal bir zarfa koyuyorum, gecelerin
karanlığında, gündüzlerin aydınlığında bir kuş misali uçuruyorum kalpsiz
dünyanın karanlık boşluğundan, insanlığın durmaya ramak kalmış kalbine.
Bendenizi mutlak ve kutsal yasalar temelinde şekillenen vicdanın anayasası
bağlamında duyacağınıza, dinleyeceğinize, anlayacağınıza, düşüncelerim üzerinde
bu minvalde düşüneceğinize ve yüreğinizde de bu düzlemde hissedeceğinize
inanıyorum. Tertemiz, saf, doğal ve samimi duygularımla, düşüncelerimle hitap
ediyorum. Bendenizi, hayata; mutlak, eskimez, pörsümez, zamana ve kişiye göre
değişmez, duruma göre dönüşmez hakikatler temelinde baktığım için, olguları ve
olayları bu temelde anlamlandırmaya ve yorumlamaya çalıştığım için ve
sorularımı bu temelde sorup, sorgulamalarımı bu temelde yaptığım için tek bir
insançocuğu bile sigaya çekemez, itham edemez, lanetleyemez. O zaman böyle
yapanın imanını da, insanlığını da sorgularım, hem de acımasızca, umarsızca
sorgularım. Böyle bir şey hiçbir kimsenin haddi de, hakkı da değildir, olmaz
da, olamaz da. Zaten bendeniz için kıymet-i harbiyesi olabilecek bir şeyde değildir
böyle bir şey. Geçelim! Bu dünyanın düzeni öyle bir düzendir ki, insanı çelik
zırhlarla boğuyor, demir kelepçelerle sıkıyor, bukağılarla kımıldatmıyor ve
adeta ölüme terk ediyor. Yaşamak isterken, bir anda ölümü özlettiriyor size.
Binaenaleyh, bu dünyanın zalim düzeninin bozuk çarkları arasında kalmamalı ve
bu dünyanın zalim düzenine aldanmamalıyız, bilakis bu kalpsiz dünyanın bozuk
düzeninin, insanlığın aleyhine dönen çarklarını paramparça etmeli ve insanca,
hakça bir düzen tesis etmek gayretinde olmalıyız. İnsançocukları olarak tezgâha
gelmemeliyiz. Nihayetinde, insan dediğimiz varlık, ilkesi olması iktiza eden
bir varlıktır ve ilkelerine sımsıkı tutunduğunda dünyaya hâkim olacaktır,
ilkelerinden taviz vermeye başladığında ise dünyanın mahkûmu olması kaçınılmazdır.
Dünyanın mahkûmu olduğunda da yapabileceklerini tahayyül ve tasavvur dahi
edemezsiniz. Aklı vardır ama o aklın dostu olacak bir kalbin de sahibidir. Bu
sebeple, mutlak mantıkla yürüyemez, illa ki kalbinin sesine de kulak
vermelidir. Böyle olduğunda da iyilerin bir gün muhakkak kazanacağına, adaletin
bir gün muhakkak ikame edileceğine inancım tamdır. Tam da burada aklıma Hz. Ali
ile ilgili gerçek olduğunu tahayyül ve tasavvur ettiğim bir vakıa düşüyor; Hz.
Ali’ye hayatta ki bazı yenilgileriyle ilgili soruyorlar, diyorlar ki Kendileri;
Benim ilkelerim var, onların yok! Vakıanın özü, özeti budur. Gerçekten ne derin
hikmetleri mündemiç bir sözdür bu Yarabbi. Çünkü ilkeleri olan insanlar
ilkelerinden taviz veremezler ama ilkeleri olmayanlar her duruma göre bir konum
belirlerler ve o konuma göre hareket ederler, çıkarları uğruna ilkelerini
çiğnemekten imtina etmezler. Böylece de idealde mağlup olmuş olsalar bile
reelde hep galipmiş gibi görülürler. Biz insançocukları da, hayat yolunda,
vicdanın ilkelerinin gösterdiği yönde yürümeliyiz. İlkesiz kaldığımızda ya da
ilkelerimizi umarsızca çiğnediğimiz de, yönümüzü de, yolumuzu da kaybederiz,
dahası varlık sebebimiz olan değerlerimizi kaybederiz ve o değerlerin, insanlık
üzerinde ki etkisini sıfırlarız. Sayın Cumhurbaşkanım! İnsançocukları yeni bir
hayata başlarlar zamanı geldiğinde. Yeni bir hayat; haddizatında yeni bir
düşünce, yeni bir yol, yeni bir yön, yeni bir düzen demektir. Tabi böyle bir
dönüşüm ancak ulvi ilkelerin ışığında tahakkuk edecek bir dönüşümdür. Eski
hayatın kâmilen terki demektir bu. Eğer insançocuğu yeni hayatında örtülü
olarakta olsa eski hayatının tekrarını yapıyorsa o hayata yeni demek münhasıran
bir avuntudan ibarettir ve kendi kendini aldatmaktır yaptığı şey. Binaenaleyh,
yeni bir hayata sarsılmaz bir kararla başlamalı ve aynı kararla devam
ettirmeliyiz. Misal; eski hayatta gülemiyorduysak, yeni hayatta gülebilmeliyiz.
Eski hayat insanı tanımadan inşa edildiği için insansızlığı baz alarak
yaşanıyorduysa ve her türlü haktan mahrum bırakıyorduysa, yeni hayatta insanı
tanıyarak ve insanlığı baz alarak yaşayabilmeliyiz ve her türlü haklar korumaya
alınmalıdır. Eğer ki, insanın kim olduğunu bilmezsek, insanın psikolojisini
idrak etmezsek, insanın sosyolojisini tahlil etmezsek ve insanın kalbine
dokunamazsak, insana dair yapacağımız her şey sonuçsuz kalmaya mahkûm olacaktır
ve sevinç yerine acı doğuracaktır. İnsançocuğu garip bir varlıktır;
zaaflarıyla, hırslarıyla, duygu ve düşünceleriyle, acılarıyla, sevinçleriyle,
bir dakika önce ağlayıp bir dakika sonra kahkahalar patlatmasıyla, bir gün önce
düşman olduğuna bir gün sonra dost olması hasebiyle çelişik bir varlıktır. Bir
damla kandır, milyonlarca kaygıdan müteşekkildir. An gelir aldanır, an olur
aldatmaktan yana tereddüt etmez. İnsançocuğu, hayatı boyunca şeytanla ve
şeytanlaşmış insanlarla cidal halinde olan bir varlıktır. Binaenaleyh, insan
denilen zalim, nankör ve dahi cahil varlığı anlamamız ve ona bu anlayış
temelinde yaklaşmamız iktiza eder. İnsançocuklarını anlarken, münhasıran mutlak
mantık yasalarını baz almamalıyız, kalbin sarsılmaz yasalarını da nazar-ı
dikkate almalıyız. Her insançocuğunun şeytana ve şeytanlaşmış insan türlerine
aldanması gayet tabiidir. Öyleyse tek bir insançocuğunu, niye aldandın diye
itham edemeyiz ve tecziye edemeyiz. İnsançocuklarına matuf her eylemimiz,
bireysel tarihimizi, kadim kimliğimizi ve inancımızı derinden etkileyecektir.
Burada derin bir tarihi sorumluluk vardır. Merhametli ve yüce gönüllü
olmalıyız, hakikati anlayabilmek, hakikatli bir hayat kurabilmek ve hayat
yolunda hakikatle yürüyebilmek için. Bu dünyanın bozuk düzeni, bizi zımnen
manipüle etmek isteyebilir, bize olguları ve olayları farklı boyutlardan
gösterebilir ve bizi mantığın acımasız kurallarına mahkûm edip, bize kendi
çarkını döndürmemizi dikte edebilir ama biz böyle bir şeye direnmeliyiz. Bu
dünyanın zalim düzenin bozuk çarkı; suçlarla döner, mantığın acımasız
kurallarıyla döner, düşmanlıkla döner, gerçek suçlu ile suçsuzu karıştırıp
adaletten saptırarak döner, yeniyi eskiyle katlederek döner, insanı anlamadan
acımasızca yargılayarak döner, fark ettirmeden değerleri öldürterek döner. Bu
dünyanın bozuk düzeninin çarklarını paramparça edecek yegâne şey; vahdet,
tevhid, adalet, uhuvvet, hürriyet, müsavat gibi ulvi ve kutsal olguların en
ideal şekilde olaylaşmasıdır.
Sayın Cumhurbaşkanım! Hakikat temelinde konuşuyorum, fikir
serdediyorum elimden geldiğince, dilimin döndüğünce, gücümün yettiğince ve
becerebildiğim kadarıyla. Bendeniz bir hakikat tapıcısıyım! Binaenaleyh,
hakikat temelinde, fikirlerim fikirle cerhedilmedikçe haksız sayılamam,
suçlanamam, tecziye edilemem. Birileri gocunacak diye de fikirlerimi izhar
etmekten zerre imtina etmem. Aksi takdirde, buyursun, yüreğinde bir gram iman
ve insanlık bulunan biri haksız bulsun, itham etsin ve tecziye etsin. Bendeniz
şiddetten anlamam, çakmam, naçizane fikrim var ve fikrimle dövüşürüm fikrimin
kuvveti oranında ama fikrin namusuna sadık kalarak. Hatta bu sebeple söylediğim
her şey, akledenler ve fikre itibar edenler için kaydadeğer sayılmalıdır amma
velakin kaydadeğer sayılması için söylemiyorum, konuşmuyorum. Bu durum
karşıdaki kişinin anlama derinliğiyle alakalı bir şeydir. Bendeniz kesif bir
düşünce ve duygu faaliyeti istikametinde söylüyorum ne söylüyorsam. Şuna göre,
buna göre, ona göre, şu yapıya göre, bu guruba göre, şu kimliğe göre, bu
kimliğe göre konuşmuyorum. Hiçbir şeyle, hiçbir olguyla iltisaklı olmayan
çırılçıplak bir insan olarak söylüyor ve konuşuyorum. Tamamen ve tamamen
insanlığı ve hakikati eksen alarak nesnel kıstaslara göre konuşuyorum, bilmi ve
ilmi temellerde söylüyorum söylediklerimi. İnsanı eksen almayan, nesnel
kıstaslara göre serdedilmeyen, münhasıran kişilere, gruplara, yapılara ve
kimliklere göre serdedilen her fikir muallakta kalmaya ve cerhedilmeye
mahkûmdur. Zira bu minvalde serdedilen her fikir yekpare insanlığı ihata
edemez, aksine zulüm üretir. İzahı olmayan her türlü eylem ve söylem, mizahın
mezesi olmaktan azade olamaz. Bu yüzden her eylemin bir izahı olmalı ve her
izah kalbi ve aklı doyurmalı. Bilinmeli ve unutulmamalı ki, hakikat ıskat
edilemez, cerhedilmez. Belki, önyargıyla ve cehaletle yahut vicdandan uzak
mutlak mantık kurallarıyla yargılanıp, nahak yere tecziye edilebilir ama bu da
zulümden başka bir şeyi tevlit etmez. Gerçekler, örtüye büründürülerek yok edilemez.
Örtüye büründürülerek yok edildiği düşünülen gerçekler birgün bir volkan gibi
patlar ve her şeyi yerle yeksan eyler. Güneş doğar ve karanlık dağılır. Tıpkı
hak geldiğinde batılın zayi olacağı gibi. Hakikat karşısında yalanın bir mum
gibi eriyip yok olup gideceği gibi. Söylenen bir söz ve ortaya konulan bir
eylem, aklımı ıskat etmediği ve kalbimi mutmain kılmadığı müddetçe bendeniz
için hiçtir, boştur, yalandır, ta ki aklımı ıskat edip, kalbimi mutmain
kılıncaya değin. Bendeniz kolay inanan biri değilim. Kolay inanmadığım içinde
suçlanamam. Çünkü her denilene inanmak zorunda değilim. Şüphe etmek, sormak ve
sorgulamak gibi temel insani haklarım var benim. Aksi takdirde günahlara,
suçlara ortak olurum ki, böyle bir şeyden cehennemden korkar gibi korkar, kaçar
gibi kaçarım. Bendeniz hiçbir olgunun ve olayın tek yüzüne bakmam, tüm
yüzlerine bakarım. Hiçbir olaya ve olguya tek boyuttan bakmam, bin boyuttan
bakarım. Nihayetinde de her olguyu ve olayı tüm teferruatıyla tetkik, tahkik ve
tahlil ettikten, her olgunun ve olayın üzerinde analitik ve senkronik
düşündükten sonra yargılama yapar ve ahlak yasası muktezasınca vicdanımın
gösterdiği istikamette karar veririm. İşte o zaman adil olduğuma ve adaletle
hükmettiğime inanır ve huzur içinde yaşarım. Bilakis, adaletsiz olmaktan ve
nahak yere tek bir ruhu acıya gark eylemekten Allah’a sığınırım. Zira bendeniz
hem büyük insanlık mahkemesinin huzurunda vereceğim hesaptan hem de Mahkeme-i
Kübra’da vereceğim hesaptan korkarım. Bendenizin imanım dilimde değil kalbimdedir
çünkü!