Sayın Cumhurbaşkanım! Biz, millet ve ülke olarak hatta
devlet olarak dünya konjonktürüne göre niçin terakki kaydedemiyoruz, mütemadiyen
yerimizde sayıyoruz, mutluluğa ulaşamıyoruz, bitevi iç çekişmelerle birbirimizi
yiyip bitiriyoruz ve enerjimizi berhava ediyoruz biliyor musunuz? Çünkü bizim
topraklarımızda fikir yok, fikri temelde düşünmek, yaşamak yok, fikir teatisi
diye bir şey hiç yok, birbirini anlamak ise dinlemeyi önkoşul kılar, böyle
olunca da sormanın ve sorgulamanın olması zaten muhal ender muhal olur ve bu
sebeple o da yok. Böyle kutsal eylemler ortaya koyanlar zaten kapkara günlerde
kayboldular gittiler, tek tek kara toprağa düştüler, düşürüldüler, geriye
kalanlarsa birkaç asalak oldu ve onların ne yaptıkları, bugüne kadar ne
ürettikleri ve ülkeye hangi katkıyı sundukları da malum. Toplumu ipe sapa
gelmez kısır çekişmelerin ve tartışmaların dehlizlerinde mahvettiler. Bu yüzden
de yaptığımız şeylerin felsefesi yok, felsefemiz olmayınca da anlamlı bir
söylem ve eylem üretme ve ortaya kalıcı bir eser koyma diye bir şey yok. Kısır
çekişmelerle, küçük olsun benim olsun telakkileriyle, çıkarlarımızı nasıl elde
ederiz ve elde ettiklerimizi nasıl koruruz hesaplarıyla zamanımızı katlediyoruz
ve bir şey yaptığımızı sanıyoruz, nihayet; elde var sıfır. Kaliteli bir hayat
yaşayamıyoruz bu yüzden. Ne bu toplum aydınlanmaktan hazzediyor ne de bu
toplumu aydınlatması gerekenler vazifelerini bihakkın ifa ediyorlar.
Aydınlanmak toplumun umurunda bile değil; aydınlatmakta, aydınlatması
gerekenlerin işlerine gelmiyor, çünkü aydınlatmak gibi bir ödevi olanlar
durumdan memnun, zira toplumun cehaletinden kazanıyorlar. Keza, fikre
tahammülsüz bir toplumuz. Herkes birbirinin fikrini öldürmekle iştigal ediyor
ve nasıl yaparım da, şu kişinin fikrini izah etmesini engellerim diye hayaller
kuruyor, sanki çok büyük bir iş yapıyormuşuz gibi. Oysa birbirimizin
fikirlerini anlamamız, tezler ve antitezler üretebilmemiz ve oradan sentezlere
ulaşabilmemiz gerekir. Böylece büyük beyinler çıkarmanın yolunu açmış oluruz
ama bunun ne demek olduğunu kavrayacak kafa nerede? Böyle bir kutsal uğraşımız
olması iktiza eder ama ne mümkün. Haddizatında bu durum vahşi emperyalizmin
bizim üzerimizde ki ve bizim gibi toplumların üzerlerinde ki bir tezgâhı ama
suç emperyalizmin değil, tezgâha gelen bizlerin. Zira düşman her zaman tezgâh
kuracaktır, mühim olan kafayı çalıştırıp tezgâha gelmemek, bilakis tezgâhı
parçalamaktır. Öyle ya, şeytan tuzak kuracaktır, bu onun varoluş kaynağıdır,
öyle olmasaydı şeytan olmazdı ama insan da uyanık bulunacaktır her daim ve
tuzağa düşmeyecektir. Şeytan, insanı tuzağa çektiğinde ve düşürdüğünde, suç
şeytanın mıdır yoksa insanın mı? İnsan tuzağa düşerse ve günaha batarsa, beni
tuzağa şeytan düşürdü deyip kurtulabilir mi? Ama bunu kavrayacak zekâ var
mıdır? Zihinsel faaliyeti dumura uğramış bir insanın ya da toplumun kendisi
üzerinde kurgulanan oyunları fark etmesi ve bozması nasıl kabil olabilir? Bu
yüzden de kolay kolay büyük beyinler çıkaramıyoruz. Çıkacak olsa da çıkmadan
boğuyoruz. Bir yol tutturmuşuz öylece gidiyoruz, nasıl gittiğimiz, nereye
gittiğimiz ve niçin gittiğimiz umurumuzda bile değil. Bu yüzden yaşamlarımız da
çok sığ ve her daim ıskalıyoruz yaşamak boyutunu. Zaten oturup fikri temellerde
müzakere bile yapamıyoruz. Yapacak düzeyde olsakta yapamıyoruz. Herkes kendi
inandığı fikri temeli sorgulamaktan, o fikri temelin muhtevasını tahkik edip
samimice öğrenmekten korkuyor. Fikir dünyamızda aşırı derecede bir bayağılık
var. Ne İslamcımız İslam’ı doğru düzgün biliyor ve ne de bilmek istiyor. Ne Marksistimiz
Materyalizmi doğru düzgün biliyor ve ne de bilmek istiyor. Ne de Milliyetçimiz
Milliyetçiliği doğru düzgün biliyor ve bilmek istiyor. Binaenaleyh, toplumun da
bilmesini istemiyorlar. Çünkü öyle bir çark kurulmuş ki, o çarkı, cahillerin
çalışmayan kafalarıyla döndürüyorlar. Eğer kafalar aydınlık olursa, çarkın
dişlilerinin tek tek kırılacağından ve vahşi düzenin yerle yeksan olacağından
ve çıkar hesaplarının bozulacağından korkuluyor. Ama behemehâl fikre dönmemiz,
fikre tahammül etmemiz, fikri temelde bir yol açmamız, yönümüzü bulmamız ve
büyük beyinler yetiştirmek adına elimizden ne geliyorsa yapmamız gerekiyor.
Bilakis, terakki dünyası olan dünyanın bizim için tedenni dünyası olmasının
önüne geçmemiz ve hak ettiğimiz yerimizi almamız kabil-i mümkün olmayacaktır.
Tabi seçim, karar ve kader bizimdir! Ya kaderimizi kendi irademizle çizeceğiz
ya da bize çizilen kaderin iradesiz robotları olacağız, ya olacağız ya
öleceğiz, üçüncü bir opsiyon yoktur.
Sayın Cumhurbaşkanım! Şöyle düşünelim, bu ülkede kim kime
fikri temellerde karşılık vermektedir, kim kimin fikrini anlamaya çalışıp
anladığına göre nesnel temellerde yanlışlamaya ya da doğrulamaya çalışmaktadır
ve ulaştığı çıkarımlardan istifade etmeyi düşünmektedir? Böyle yapan var mıdır,
gerçekten bilmiyorum ama olduğunu da sanmıyorum. Zira görünen köy kılavuza
ihtiyaç duymaz. Bizim ülkemiz de olan şudur; bir fikir başkalarına göre din
dışıdır, diğer bir fikir yine başkalarına göre gericidir yahut bir fikir
çıkarlara hizmet etmekte, diğer bir fikir ise çıkarlara darbe vurmaktadır.
Binaenaleyh, fikirlere bu kıstaslara göre ya değer verilip ya da değer
verilmemektedir ve fikirler daha doğmadan, güneş yüzü görmeden boğulmaktadır.
Bu da bizi karanlığın dibine gömmektedir. Bizim işimiz gücümüz önyargı ile
yaklaşıp ortaya konulan fikirleri boğmaktır, fikirleri anlayıp, olumlu ve
olumsuz taraflarını ayıklayıp, kullanılabilir olup olmadığına bakıp faydalanmak
değildir. Oysa bir gerçek vardır ki, hiçbir şey göründüğü gibi değildir ve
münhasıran göründüğü yüzüyle algılanıp, anlaşılamaz. Zaten böyle bir şey
olsaydı ne bilim olurdu ne de ilim. Dünyanın görünen yüzüne mukabil bir de görünmeyen
karanlık yüzü vardır ve bizler görünen yüzden yola çıkarak görünmeyen yüzü
keşfetme yoluna gideriz. Böylece de bilim ve ilim tezahür eder. Bu da terakkinin
biricik yoludur; hem mana âleminde hem de madde âleminde. Bizler bilgiye,
bilime ve ilme, zihinsel süreçlerden geçerek ulaşırız. Ama o süreçleri aktive
edecek ve o sürece dâhil olacak irade nerededir? Daha sorunlarımızı tespit
edip, sorunlara müşahhas çözüm önerileri sunmaktan aciz bir toplumuz. Çünkü
çözüm önerilerimizi şeffaf bir şekilde dile getirmekten imtina ediyoruz. Zira
tahammül edemiyoruz. Bana uygun mu, değil mi diye bakıyoruz. İşte bu kadar
bayağı ve sığ bir zihne sahibiz. Zira fikir fikirdir ve dinlenilip, anlaşılmak
ve nesnel kıstaslara göre makulse sorunların çözümünde kullanılmak içindir.
Velakin bizim, sorunlarımızı çözmek gibi bir derdimiz var mıdır? İşte asıl
mesele budur. Zira sorunlarımızı gerçekten çözmek gibi bir mesuliyetimiz
olduğunu hissetseydik, çok farklı bir boyutta olurduk. Ama bizler mütemadiyen sorunlar üretmeyle
iştigal ettik ve o sorunlarımızı nasıl olurda çözümsüz bırakabiliriz diye
düşündük. Ve sorunlardan yola çıkarak bitevi bir birimizi yedik, tükettik. Bir
arpa boyu yol alamadık bu yüzden. Hiçbir şey de ortaya koyamadık, ki koyamazdıkta
zaten. Çünkü enerjisini fikir üretmeye, üretilen fikirleri müzakere etmeye ve
ortaya çıkan sonuçlardan toplum yararına faydalanmaya değil de, birbirini
yemeye konumlandırmış bir toplumun ne gideceği bir yer, ne ortaya koyacağı bir
eser ve ne de çıkaracağı büyük bir beyin vardır. O toplum, büyük medeniyetlerin
banisi olmaya, kadim kültür ve değer üretmeye ve tarih yapmaya layık bir toplum
olamaz.
Sayın Cumhurbaşkanım! Şimdi diyorum ki, bu toplumun bu halde
olmasında, ilk taşı atamaya cüret edecek kim vardır? Nietzsche’den ve
Schopenhauer’den bir fikir iktibas edersiniz dinsiz misin derler, Mevdudi’den
bir fikir iktibas edersiniz dinci misin derler, Atsız’dan bir fikir iktibas
edersiniz Faşist misin derler, Proudhon’dan bir fikir iktibas edersiniz Anarşist
misin derler, Karl Marks’tan bir fikir iktibas edersiniz Marksist misin derler.
Ama iktibas ettiğiniz fikirler üzerinde düşünmeyi ve o fikirleri anlamayı ve
şayet bu fikirlerin bireysel ve toplumsal sorunları çözmede faydalanılabilecek
tarafları varsa faydalanmayı asla düşünmezler. Ne Nietzsche’yi ve Schopenhauer’u
bilirler, ne Mevdudi’yi anlarlar, ne Atsız’ı tanırlar, ne Proudhon’u bilirler,
ne de Karl Marks’ı anlarlar. Peki, bu toplumu kim bu hale getirdi? Suçsuz olan
buyursun önden gitsin ve ilk taşı fırlatsın. Kim bu toplumun özgürce düşünmesinin
önüne barikatlar koyarak bu toplumu fikri banallığa, bayağılığa, sığlığa ve
oradan da kupkuru bir yaşama itti? Sonra da Cemil Meriç’ten bahseder ve
okunmasını teşvik ederiz güya. Oysa o insan ki, düşüncenin önünde ki tüm
barikatların, duvarların yıkılıp, yok edilmesini isterdi. Kim bu toplumun
fertlerini, birbiriyle konuşmaktan korkar hale getirdi? Böyle olunca da
toplumun fertlerini fikirden uzaklaştırıp, dünya hayatının kölelerine ve
kulların kullarına döndürdü ve insanları birer küçük insan derekesine düşürdü? Düşmanını
bile tanıyamaz ve önüne gelene kanıp aldanır hale getirdi onları, kim yaptı
gerçekten tüm bunları? Sonra da insanlar niçin önüne gelene kanıyorlar,
aldanıyorlar diye insanları itham edip, tecziye etmeye tevessül ederiz. Ne
büyük riyakârlık ve utanç verici bir durum değil midir bu? Gerçekten kim böyle
bir felaketin eşiğine sürükledi bu toplumu? Oysa insanları dinlemeyi, anlamayı
başarabilirdik. Düşünceye sonsuz hürriyet tanıyabilirdik. Çünkü yükselmenin,
yücelmenin ve ilerlemenin yegâne yolu düşünmekten geçerdi. Büyük insanlar
olabilmek için, düşünmekten başka çere yoktu. Fikirlerimizi anlayacağımıza,
basit ve ahmakça çıkarımlarla birbirimizi yemekten bıkıp usanmadık. Misal;
İslam’ı tanıyıp anlayacağımıza ve toplumsal sorunlarda nasıl kullanacağımıza
odaklanacağımıza Kur’an’ı Peygamberin yazıp yazmadığı gibi salaklıklara takılıp
kaldık ya da Karl Marks’ın ortaya koyduğu fikirleri anlayıp toplumsal
sorunların çözümünde kullanılabilir olup olmadığı üzerinde düşüneceğimize
dinsizliğini öne atıp fikirlerini tanıma, sorgulama ve anlama yolunu kapattık.
Böylece insanları korkutma yoluna gittik ve fikirlerden uzaklaşmalarının önünü
açtık. İyi mi ettik gerçekten? İnsanları ahmakça itham edip, önyargıyla karalamak
yerine niçin dinleme ve anlama yolunu denemedik hiç? Hiç düşünüyor muyuz, biz
ne yaptık? Biz, ne ettiysek, vallahi, billahi, tallahi kendi ellerimizle ettik
ve kendi kendimize kıyan yine kendimiz olduk maateessüf. Peki, bunu
anlayabildik mi, anlayabilir miyiz?
Sayın Cumhurbaşkanım! İşte malum durumlardan dolayı, hiçbir
kimsenin ama hiçbir kimsenin, hiçbir kimseye ama hiçbir kimseye, aklını kiraya
vermemesini, aklını herkesin münhasıran kendisinin kullanmasını ve bu toplumun
her bir ferdinin behemehâl fasılasız düşün sürecine tabi olmasını sonsuzcasına
önemsiyorum. Zira bizi aydınlığın şahikasına eriştirecek olan şey, aklımızı
kendimizin kullanmamıza cüret etmemizdir. Birbirimizi dinlemenin, anlamanın,
tanımanın ve birbirimize müsamahakâr ve saygılı olabilmemizin yolu da buradan
geçer. Önyargılarımızı parçalayıp birlikte çalışabilmemizin, kaynaşabilmemizin,
üretebilmemizin, tüketebilmemizin ve hep beraber ağız dolusu gülebilmemizin alt
yapısı olacak olan da budur. Yaşamak sevincini yüreklerimizin dip
derinliklerinde duyumsayabilmemiz bile böyle davranmamıza merbuttur. Bilakis,
ebedi karanlığın kör, sağır, dilsiz ve ahmak tutsakları olmaktan asla
kurtulamayız. Dar kafalı, sekter, bayağı zevk sahibi, ucuz hazların tutsağı,
hedonizmin köpeği olmuş kompradorların ucuz köleleri olmaktan azade olamayız. Geçelim!
İnsançocukları olarak, fikri anlamda çok banal, bayağı, sığ olunca hiçbir
meseleyi de doğru düzgün konuşamıyorsunuz. Hatta serdedilen fikirleri idrak
edemiyorsunuz. Çünkü anlaşılmıyorsunuz. Hemen önyargı ile karalanma yoluna
gidiliyor, zira en kolay ve ucuz yol bu. Bu yüzden de bir olay üzerinde kolayca
fikir serdedemiyorsunuz. İnsançocukları olarak, bir olayı etraflıca ele alıp,
tüm boyutlarıyla tetkik edemiyor, sorular soramıyor, sorgulayamıyor ve o olay
üzerinde şüpheleriniz varsa dile getiremiyorsunuz. Medya maymunlarının
manipülasyonlarına aldanıyor ve uyutuluyorsunuz. Sadır olan olaylara temel
teşkil eden olguları idrakten zaten aciz kalıyoruz, orası kesin. Hatta o olay
size kurulmuş bir kumpasta olabilir ve ortaya konulacak fikir sizin yararınıza
olabilir ama fikri darlık içinde olduğunuz için faydanıza olacak bir şeyi bile
anlayamıyor ve dile getirilmesinin önüne set çekiyorsunuz. Bu da insanları adeta
boğuyor ve bu meyanda, olan o olaydan nahak yere acı çekenlere oluyor. Oysa
şeffaf ve açık şekilde konuşulsa, belki de tüm karanlık noktalar ayan olacak,
tüm düğümler çözülecek ve mesele hallolacak ama olmuyor bir türlü, nedense. Mesela;
dünya münhasıran zenginlere mi aittir ve garipler zenginlerin köleleri olmak
için mi doğmuşlardır diye sormaz ve sorgulamaz kimse. Ya korkar ya aklı yetmez
buna ya da umursamaz. Tabi böyle bir şey, dünyaya egemen olanların işlerine
gelir, gelmektedir, bu yüzden de bu tür soruları sordurtmamak ve olayı sorgulatmamak,
şüpheleri uyandırmamak için insanları uyutacak ve uyuşturacak maddeler,
oyuncaklar üretirler. Ama bizler inadına tam tersini yapmalıyız, yapabilecek
iradeyi ortaya koymalıyız. Bizler fikirlerin özünü konuşacağımıza, hayata
yansımalarına odaklanıyor ve birbirimizi yiyoruz mütemadiyen. Böyle olunca da
çözülen hiçbir sorun olmuyor. Sorunlar
yumağı içerisinde yok olup gidiyoruz. Artık uyanmalı, gerçekleri görmeli ve
sorunları çözme irademizi ortaya koymalıyız. Olayların diğer yüzüne bakmayı da
ihmal etmemeliyiz. Çünkü görünen yüzü, zaten görmemizi istedikleri yüzüdür ve
görsekte bir şey değişmeyecektir ama biz gösterilmek istenmeyen yüzünü görmeye
çalışmalıyız ve nasıl uyutulduğumuzu görüp uyanmalıyız.
Sayın Cumhurbaşkanım! Niye kendi aklımı kendim kullanırım ve
herkesin de kendi akıllarını kendilerinin kullanmalarını özellikle isterim? Ki,
bunu gerçekten sonsuzcasına isterim. Çünkü hiçbir kimse ne bendenizden ne de
diğer kimselerden daha akıllıdır, belki de akılsızdır, nereden bilecez ki? Ve,
ya akılsızsa, o zaman niçin akılsız birinin, bendeniz adına karar vermesini
onaylayayım ve kendi ellerimle kendime kötülük edeyim? Ha bu meyanda elbette
şunu da söylemeliyim; nesnel temellerde ortaya konmuş bir şey varsa, tüm teferruatlarıyla
tahkik, tetkik, tahlil edilmişse, o şeye matuf tüm sorular sorulmuş, gerekli
sorgulamalar yapılmışsa, o şey üzerinde analitik ve senkronik bazda
düşünülmüşse, şüpheye mahal bırakacak tek bir yön kalmamışsa ve o şeyin özü
sarahaten ortaya konulmuşsa o şeye inanmak ve o şeyi ortaya koyana eyvallah
etmekte adamlığın ve fikrin namusuna sadık kalmanın muktezasıdır. Artık orası
aklın bir olduğu yerdir ve akılların birleşmesi iktiza eder. Zira herkesin her
dediğine inanılmayacak diye bir şey yoktur, yeter ki sorgulamamızı bihakkın
yapalım. Aklımızı kendimiz kullandık diye, başkasının apaçık şekilde ortaya
koyduğu hakikate hayır, kendi yanlışlarımıza evet diyecek halimiz yoktur, böyle
bir şey tahayyül bile edilemez. Ki, böyle bir şey de tersten yine aklını
kullanmamak olur. Bendeniz septik birisiyim ve hiçbir şeye hemen inanmam ve hiçbir
şeyin görünen yüzüne de öyle hemencecik aldanmam. İlla ki arka planına bakarım
ve gösterilen yüzünün niçin bana gösterildiğini ve niçin gösterildiği haliyle
gösterildiğini düşünürüm. O şekilde gösterilmesinin sebeplerini en ince
detayına kadar sorgularım. Zira ayrıldığım vakit bir daha asla ve kata
dönmeyeceğim bir dünyadayım ve bana armağan edilmiş bir ömrün yaşayıcısıyım.
Öyleyse ömrümü, niçin birilerinin manipülasyonlarına kurban edeyim ve böylece yaşamak
sevincimi heder edeyim? Bunu yapmam, yapamam, yaparsam kendime ihanet etmiş
olurum, armağan edilen ömrümü boşa geçirmiş sayılırım. Hiçbir kimse, bendenizi,
kendi aklına tabi olmadığı, her söylediğine inanmadığım için suçlayamaz, böyle
bir şey yapmaya hakkı da yoktur. Herkesin aklına saygı duyarım ama aklıma da
saygı duyulmasını isterim. Tüm kötülükler, kendi akıllarını kiraya verip, kendi
kendilerine ihanet edenler yüzünden gelmektedir. Öyleyse kötülükleri kendi
ellerimle davet edemem ve kiraya verilen akılların yol açtığı günahlara
ortaklık edemem. Bu vebali alamam. Eğer insançocukları kendilerine inanılmasını
istiyorlarsa ve bekliyorlarsa, o zaman her şeyi şeffaf yapmak ve günaha
bulanmamak zorundadırlar. Her söylemlerini ve eylemlerini şüpheye mahal
bırakmayacak şekilde ortaya koymalıdırlar. Kalbimde şüphe duyduğum ve aklımın
asla ve kata almadığı ve bir türlü ikna olmadığım bir şeye nasıl inanayım?
İnsançocuklarının, akıllarını kendilerinin kullanmalarının, kendileri için
nasıl yüce bir eylem olduğunu idrak etmeleri bendenizce ferdi bazda tahakkuk
ettirilen en yüce zihinsel devrimdir.
Sayın Cumhurbaşkanım! Bizler, fikri bağlamda hiçbir zaman
yerli olamadık, kendi topraklarımızdan doğamadık ve kendi topraklarımızı tanıyamadık,
bu yüzden de buradan neşet eden sorunları hep başka yerlerde doğmuş fikirlerle
çözmeye tevessül ettik. Kendi topraklarımızın ve insanlarımızın özgünlüğüne
istinat ederek hiçbir fikri yeniden üretmeye çalışmadık. Faklı fikirlerde her
daim ahmakça anakronizme saplanıp kaldık. Keza, herkesin kendi dini oldu bu
topraklarda ve gerçek dinden korkuldu bu topraklarda. Dindarım diyenler bile korktular
gerçek dinden. Din gönüllerden çıkıp gitti ve münhasıran dillerde kaldı,
böylece hiçbir sorunu çözmede merhem olamadı. Çünkü gerçek dinin dünyamızı
berbat edeceğinden korktuk daima. Zira öyle bir dünyalık elde etmiştik ki, o
elimizden uçup gittiği vakit bir hiç olacaktık. Çünkü bizler kendimiz olmaktan
çıkmış, malımız, mülkümüz, şöhretimiz, masamız, kasamız, nisamız olmuştuk ve
bunlar yoksa biz diye bir şeyde yoktu, öyleyse gerçek dine tabi olup bu riski
alamazdık ve almadıkta. Nihayet, inandığımız gibi yaşayamazdık, yaşadığımız
gibi inanmak ve gönüllerimizi de buna inandırmak zorundaydık. Öyle de oldu. Artık
dini yaşama ve yaşatma gibi bir iddiamız kalmamıştı, dinden kazanmak gibi bir
yol bulmuş ve o yolu sonuna kadar açmıştık. Aksini iddia edecek varsa işte
meydan hodri meydan. Bu topraklarda dinin özünden yola çıkarak sorunları çözme
yoluna gidilmedi hiçbir zaman, üretilmiş dinle ve dinden neşet etmiş ideolojik
kurgularla çözme yoluna gidildi sorunlar daima. Farklı bir fikri bu topraklarla
bütünleştirme, bu toprakların çocuklarının sesi, soluğu olabilecek hale getirme
çabasında da olamadık. Çünkü bir tarafa göre din dışı olan her şey lanetlikti
ve yok edilmeliydi, diğer tarafa göre dini olan her şey lanetlikti ve yok
edilmeliydi. Bu sebeple fikri temelde müzakere etmenin yolu bile kapandı ve
herkes kopkoyu bir karanlığın içine gömüldü, böylece münhasıran düşmanlık
üretildi bu topraklarda, kardeşçe nasıl yaşayabiliriz diye hiç sorulmadı,
sorulsa da cevap aranmadı, cevap bulunsa da düşmanlık rant getirdiği için
söylenmedi. Herkes bildiği, inandığı gibi davrandı. Yanlış biliyor ve inanıyor
olabilir miyim acaba diye bir kez bile sormadı hiçbir kimse. İnsanlarımıza
bilmedikleri şeyleri, olguları, anlayamadıkları olayları, anlayabilecekleri,
kavrayabilecekleri dilden anlatmayı beceremedik. Her taraf yüksek perdeden
konuştu, atıp tuttu, münhasıran bir şey söylemiş olmak için konuştu çünkü, bir
sorunu çözmek için değil. Kardeş olmak için değil, düşman olmak ve düşmanlığı
fırsata çevirip oradan büyük vurgunlar vurmak için söylendi, konuşuldu. Bu
yüzden ne anlatıcılar toplumu çözümleyebildi ne de toplum anlatıcıları
anlayabildi. Bu paradoks içerisinde tükenip gittik, birbirimizi yemekten başka
hiçbir şey yapmadık. Bir şey yapmak için cebelleşiyormuş gibi göründük ama
yaptığımız hiçbir şey yoktu, kendi kendimizi aldattık ama kendimiz bile
aldandığımıza inanmadık, sahiciymişiz gibi hissettik yani tam bir ahmaklık
içindeydik. Ne aydınlanabildik ne de aydınlatabildik, ikisini de beceremedik
gitti ve bu gidişle becerebilmemizin imkânı da yok. Her daim yönlendirmeye açık
bir toplum olduk ve zımnen de yönlendirildik zaten. Çünkü fikir yok bu
topraklarda. Fikir olmayınca konuşabilme yok bu topraklarda, konuşamayınca
anlaşabilme yok bu topraklarda. Fikri öldürmüş ve gömmüşüz. Kendi değerlerimize
yaslanıyormuş gibi görünse de, başkalarının ürettikleri fikirleri kendimizin
kılıp, sanki bize aitmiş gibi hissederek öylece toplum tarlasına serpiştirdik.
Söylesinler lütfen, mevcut Milliyetçilik algılayışımız ve anlayışımız mı bu topraklardan
neşet etmiştir? Mevcut Solculuk algılayışımız ve anlayışımız mı bu topraklardan
neşet etmiştir? Mevcut İslamcılık algılayışımız ve anlayışımız mı bu
topraklardan neşet etmiştir ya da bu fikirlerin hangisini gerçekten bu
toprakların ruhuna ve insanlarımızın özgünlüğe uygun kurgulayabildik ve
sorunlarımızın çözümünde kullanışlı hale getirebildik? Kendi topraklarımızı
tanımış olarak ve dışarıdan geleceklere hazır olarak bulunmuş olaydık, fikir
dışarıdan gelse de fark etmezdi, çendan kendi topraklarımıza, toplumsal yapımıza
uydurabilirdik ama biz motomot monte etme yoluna gittik, böylece de toplumda ki
iç kavgaların ama boş kavgaların ardı arkası kesilmedi. Elimize ne geçti? Uçsuz
bucaksız bir boşluktayız maalesef. O kadar sığ, bayağı ve basit fikri
temellerle hareket ettik ki, hiçbir şeyi doğru düzgün adlandıramadık,
anlamlandıramadık. Şöyle düşündük mesela; din gericiliktir, dinden arınmışlık
ilericiliktir ya da her şey dindir, dinden arınmış her şeyi lanetlemeli ve yok
etmeliyiz. Böyle düşünürken bile, haddizatında düşündüğümüz şeyin bile farkında
değildik, ne olduğunu ve ne söylediğimizi bilmiyorduk. Münhasıran sırdan insanların
bakış ve görüş açılarıyla olaylara bakıyor, olayları okuyor ve yorumluyorduk.
Çünkü özgün bir fikrimiz, bakışımız, görüşümüz, duyuşumuz, hissedişimiz yoktu.
Bu fanus içerisinde sıkışıp kaldık, ne çıkabildik ne de çıkmamıza müsaade
edildi. Ve bu sığ bakışlardan neşet eden sorunlar yumağı içerisinde kıvrandık
kaldık, enerjimizi tükettik ama çözebildiğimiz hiçbir şeyde olmadı. Sığ bakarsak
görünende donar kalır ve sorunları müşahhaslaştıramaz ve sorunlara müşahhas
çözümler sunamazdık. Ama derinden bakarsak hem sorunları fark eder ve müşahhas
olarak ortaya koyar hem de müşahhas çözüm önerileri sunabilirdik ama olmadı,
oldurulmadı. Bu yolda çok acılar yaşadık ve yaşamaya da devam ediyoruz, böyle
gidersek daha çok acılar yaşama mahkûmuz maalesef. Bir an önce kendimize
gelmeli, gerçekleri görmeli, sorunları algılayıp anlamalı ve nesnel temellerde
sahici yöntemlerle çözüme kavuşturmalıyız. Çendan oturup, fikri temellerde
konuşabilmeyi ve birbirimizi dinlemeyi becerebilmeliyiz. Bizler yanmış olsakta,
gelecek nesillerimizi yakmamalıyız, onlara kötü miraslar bırakmamalı, onları da
karanlığa mahkûm etmemeliyiz, onlara düşmanlığı değil kardeşliği miras bırakmalıyız.
Onlara zevki, hazzı, oyunu değil, kitabı miras bırakmalıyız. Onlara nefreti
değil sevgiyi miras bırakmalıyız. Onlara biriktirmeyi değil paylaşmayı ve
paylaşarak çoğalmayı miras bırakmalıyız. Onlara kirlenmiş suyu, havayı toprağı
değil, tertemiz bir dünyayı miras bırakmalıyız. Onlara bilinçten mahrum kör bir
inanışı değil, sorarak, sorgulayarak ve anlayarak inanışı miras bırakmalıyız.
Onlara eğilerek, sürünerek yaşamayı değil, insanca ve onurluca yaşamayı miras
bırakmalıyız. Onlara kör bir itaati değil, bilinçli ve ahlaklı bir isyanı miras
bırakmalıyız. Onlara cehaleti değil bilimi, ilimi miras bırakmalıyız. Onlara
kör kavgaları değil, yaşamak sevinçlerini tadabilecekleri bir yaşamı miras
bırakmalıyız.
Sayın Cumhurbaşkanım! Bu dünya garip bir yer olmuş.
Algılanamayan, anlaşılamayan bir yaratığa dönüşmüş tüm varlıklar. İnsanlar
acayipleşmiş. Her şey asli mahiyetine yabancılaşmış bu dünyada, insan dâhil.
Ama kimse bunun farkında değil. Çünkü herkesin gözü, kulağı, dili, beyni, kalbi
dünya ile örtülmüş ve kötürümleştirilmiş. Binaenaleyh, her şeyi özüne döndürmek, aslına
irca etmek icap ediyor. Bu dünyada her şey alt üst olmuş, her şey birbirine
girmiş, tüm olgular tahrif ve tahrip edilmiş, hiçbir şeyin gerçek mahiyeti
bilinmiyor ve hiçbir şey gerçek mahiyetine göre yaşanmıyor. Her şey zamanda
donmuş, dondurulmuş. Ve bu durum birilerinin işine geldiği için ses
çıkarılmıyor. İnsanlar uyuşturulmuş, uyutulmuş. Uyandırılmak istenmiyor,
uyanmakta istemiyorlar. Yanlış doğru olmuş, doğru da yanlış olmuş burada. Her
şey tersyüz edilmiş ve bu tersyüz edilmiş şeyleri yeniden tersyüz etmek iktiza
ediyor. Bu yüzden doğruyu anlamak imkânsızlaşmış. Herkes ama herkes
kandırılıyor. İllüzyonistler çoğalmış burada. Herkes, peşindekileri aldatmakla,
uyutmakla ve onlar sayesinde dünyaya egemen olmak isteğiyle meşgul. Herkes
tezgâh peşinde ve bu halkın başına bir tezgâhta bin çorap örme peşinde. Tüm
bunları hayatı doğal bir gözleme tabi tutunca ve varlığa bir bütün olarak
derinden bakınca çok iyi algılayıp, anlayabiliyorsunuz. Kimse bir diğerini
anlamak derdinde değil. Bilakis herkes için diğeri düşman. Çünkü insanlar
birbirilerini anlarlarsa ve birbirleriyle etkileşime girerlerse, öndekilerin
tüm rahatları kaçacak. Bu yüzden herkes kendi peşinde koşanları, başkalarının
peşinde koşanlara düşman etmekle meşgul, hakikati anlatmakla değil. Zira
arkalardan koşanlar birbirlerine düşman olurlarsa öndekiler daha çok
kazanacaklar ama arkadakiler birbirlerini anlarlarsa ve birbirleriyle
kaynaşırlarsa gerçek ortaya çıkacak ve öndekilerin hiçbir anlamı kalmayacak ve
bu da tüm keyifleri kaçıracak. Bu dünyada ki egemenliklerini tam anlamıyla
pekiştirmiş olan üçlü şebeke, kıskaca aldıkları halkı asla uyandırmak
istemiyor. Servet, kuvvet, ihanet yani zer, zor ve tezvir şebekesi arasında
zavallılaşmış bir halk var karşımızda. Sefalet içerisinde yaşıyorlar ama
umursamıyorlar. Kendileri acı çekerken, kendileri üzerinden mutluluğa erişmiş
olanları görmüyorlar bile. Her şeyi meydana getiriyorlar ama kendi paylarına
düşen sefaletten başka bir şey değil ve bunu bir türlü anlamıyorlar. Sanki
efendiler için doğmuşlar ve kaderleri uşaklıkmış gibi hareket ediyorlar.
Dünyanın Allah’a ait olduğunu unutmuşlar ve dünyayı inhisarlarına geçiren
kompradorların köleliğine razı gelmişler. Bilmiyorlar ki, efendilik yapamaya
yeltenenlerle, kendileri arasında hiçbir fark yoktur, herkes Allah indinde
müsavidir. Kendileri ne kadar insansa, efendi gördükleri de o kadar insandır ve
haddizatında büyük güç atfettikleri efendiler, hakikatte çok güçsüzdürler. Kafalarını
ve kalplerini çalıştırsalar hakikati ayan beyan görecekler ama yapmıyorlar
bunu. Zalimlerin çarklarını döndürmekten keyif alıyorlar sanki. Susmuşlar
öylece oturuyorlar. Zalimlerden kurtulma ve hesap sorma iradesini
gösteremiyorlar. Her şey Allah’ındır, insanlara ait hiçbir şey yoktur ve
insanlar Allah indinde müsavidirler, öyleyse bu dünyada ki hakkımız ne ise, ne
bir eksik ne bir fazla, olduğu gibi istiyoruz deyip başkaldıramıyorlar. Cahilleştiriliyorlar,
yoksullaştırılıyorlar ama farkında bile değiller. Korkutulmuşlar,
sindirilmişler, susturulmuşlar, böylece her şeye razı gelmişler. Bu dünyayı
baştanbaşa ihata etmiş ve insanı zincirleyip köleleştirmiş olan ve kandan,
kirden, kötülükten ve suçtan beslenen bu vahşi ve vampir düzen, emperyalist
düzen, muhtekirlerin ve muhterislerin sefil düzenleri, muhakkak
çökertilmelidir. İnsanlığın, insanca yaşayabilmesinin başkaca hiçbir yolu
yoktur.
Sayın Cumhurbaşkanım! Öyle zavallı insanlar olmuşuz ki,
fikirle değil küfürle yaşamayı insanlık sanıyoruz. Toplum nezdinde bir şekilde
kabul görmüş insanlara küfredip tecziye edilmeyi çok büyük bir başarı ve üst
düzey bir mücadele olarak algılıyoruz. Oysa altı üstü küfretmişiz ve ceza
almışız ama sanki öyle büyük bir iş yapmışız ve sanki öyle büyük bir fikir
ortaya koymuşuz da tecziye edilmişiz gibi takdim ediyoruz kendimizi. Bizim
hikâyemiz öz olarak budur haddizatında. Çünkü bizler hiçbir zaman sahici bir
kavga veremedik, namuslu ve kutsal kavgaların insanları olamadık. Toplumsal
dille söylersek Sağcı Solcuya, Solcu Sağcıya, dinli dinsize, dinsiz dinliye
küfreder. Ama ne gariptir ki, hiçbirisi birbirini anlamak adına kılını
kımıldatmaz. Fikirle mücadele edeceğimize ve karşımızdakinin fikrini şayet
yapabiliyorsak fikirle cerhedeceğimize ama asla cerhetme derdinde olmadan önce
fikirlerimizi paylaşma ve üzerinde müzakere edip hakikate ulaşma peşinde
olacağımıza, küfretmeyi marifet biliyoruz. Oysa küfürle saflar genişletilmez
ama fikirle genişletilebilir. Küfür geriye götürür ama fikir ileriye götürür ve
aydınlığı getirir. Küfür haddizatında karşıdakini sevindirir, zira onun halk
nezdinde itibarını artırır ama fikir halkı uyandırır ve halkın, gerçeği
görmesinin yolunu açar ve muhakkak zaferler getirir. İşte bizim halimiz pür
melalimiz budur. Fikrin öldüğü yerde kuşkusuz fikrin yerini küfür alacaktır. Öyle
de olmaktadır. Hiçbir alanda fikir serdetmiyoruz ama mebzul miktarda küfürler
yağdırıyoruz yağmur gibi. Böyle olunca da kısır kavgalara tutuşuyoruz ve sonu
gelmeyen bu kavgalarda yoruluyoruz, kaybeden yine bizler oluyoruz. Filhakika
bunu yapan ne yaptığını çok iyi biliyor ama bu meyanda olan halka oluyor, çünkü
halk maalesef cehaletin ve sefaletin girdaplarında yaşıyor ve gerçekleri
görmekten aciz kalıyor, zira geçim derdine kapılıyor ve maişetini temin
etmekten yorulup, bitap düşüyor. Böyle bir halk, gerçekleri nasıl görsün, nasıl
algılasın ve anlasın? Okumayan, okumaya zaman bulamayan, zaman bulsa da
okuyacak kitap bulamayan bir halk gerçekleri nasıl görsün, sihirbazları nasıl
tanısın, söylenenleri nasıl anlasın da uyansın? Dünya düzleminde çok büyük bir
tiyatro oynanıyor ve halklar uyuşturuluyor, uyutuluyor sahnenin önünde.
Haddizatında halk, bırakılalım tiyatroyu anlamayı, izlemiyor bile ama
izlediğini sanıyor ve buna inanıyor da. Hiçbir şey anlamadan da yorumlar
yapıyor, kararlara varıyor, fikir beyan ediyor; işte bu, cehaletin en
koyusudur. Hiçbir kimse, halka saf gerçekleri söylemiyor. Yemin ediyorum,
herkes saf gerçekleri söylemekten korkuyor. Çünkü böyle gelmiş bu dünya, böyle
gitsin isteniyor. Bundan sonra gerçekler bilinse ne olur, bilinmese ne olur
diye düşünülüyor. Çünkü gerçeğin bilinmesinden herkes korkuyor. Ya da gerçeği biliyor muyuz acaba ve halkı
aydınlatsın dediklerimiz ne kadar akıllıdırlar yahut halktan daha mı
cahildirler? İşte böyle acayip bir dünyada yaşıyoruz. İnsanın gövdesi dolaşıyor
ama kalbi çürümüş, ruhu ölmüş. İnsanın kafası var ama içinde beyin yok. Bu
yüzden de algılayamıyor, hissedemiyor, akledemiyor, aklını bir türlü
kullanamıyor. Yaşayıp gidiyor yaşadığını sanarak!