Sayın Cumhurbaşkanım! Baktığımız zaman sonsuzluğu ihata
eden, sınıf ve sınır tanımayan, insanlığın kardeşliğini baz alan bir bilincin
müntesipleriyiz, sınırları aşan bir zihin dünyamız var ama sınırlar içerisine
hapsolup kalıyoruz. Allah, Muhammed, Kur’an aşkına gerçekleri ne zaman
haykıracağız? Bunlar gerçekler değil midir? Ben susayım, o sussun, herkes
sussun, ya kim konuşacak, ne zaman konuşacak? Ne teati, ne de istişare
yapabilmeyi becerebiliyoruz. Herkesin bir fikri olmalıdır ve herkes fikrini
söylemelidir, bir fikir havuzu oluşmalıdır ve oradan fikir süzmesi yaparak
yaralarımıza merhem olacak fikirler üretilmelidir. Her alanda çok büyük beyinler
yetiştirmemiz gerekir, ki şimdiye kadar yetiştirimiz olmamız gerekirdi
haddizatında. Kimse konuşmazsa hakikatler nasıl ortaya çıkacak? Hakikatler
örtülü kalırsa, insançocukları nasıl aydınlanacak, hatalarını nasıl görecekler?
Hatalarını, yanlışlarını görmezlerse nasıl düzeltecekler, düzeltmezlerse nasıl
kurtulacaklar? Kurtulmazlarsa, insanlığa nasıl yön verecekler, nasıl büyük
rüyaların sahipleri ve büyük medeniyetlerin banileri olacaklar? Lafla olmuyor
ki hiçbir şey. İnsanlığa, nesillerimize, topraklarımıza, gönül coğrafyalarımıza
böyle mi hizmet edeceğiz Allah aşkına? Böyle olmazsa nasıl terakki kaydederiz, kaydedeceğiz?
Fasit bir daire içerisinde dolanıp duruyoruz, hiçbir anlamı olmayan, hiçbir
yaramıza merhem olmayacak şeyleri dilimize pelesenk edip, onlarla vaktimizi
berhava ediyoruz. Kendimizi bir türlü aşamıyoruz. Küçük düşünüyor, küçük
yaşıyor ve küçük kalmaya mahkûm bir mekanizmanın içerisinde öğütülüyoruz
mütemadiyen. Bu da bizim tali meselelerle zaman tüketmemize sebep oluyor. Her
şeyde çok ileri olabilecekken, şimdiye kadar her alanda kadim bir sistem inşa
etmiş olmamız iktiza ederken, maalesef sıfır noktasındayız gibi bir halin
mahkûmuyuz. Kimseyi itham etmeye de hakkımız yok, ne yapıyorsak, toplum olarak
kendi kendimize yapıyoruz. Sonra da kendimizi temize çıkarmak için uğraşıyoruz.
Şöyle geriye bir bakalım Allah aşkına, neyle uğraşmamız gerekirken nelerle
uğraştığımızı film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçirelim bi, çendan son
yarım asır için yapalım bunu. Hakikaten büyük düşünmek, büyük yaşamak ve büyük
devlet olmak ne demektir, nasıl olur hiç düşündük mü? Maalesef hiçbir zaman
büyük düşünemedik, düşünemiyoruz. Tek bir şeyi düşünmeyi becerebiliyoruz;
çıkarlarımızı nasıl koruyabiliriz, evet bunu beceriyoruz da. Kendi
çocuklarımızı nasıl harcarız, birbirimizi nasıl düşürürüz, birbirimize nasıl
çelme takarız, birbirimizin kuyusunu nasıl kazarız, birbirimizin iyiliklerini
nasıl örter ve kötülüklerini nasıl açık ederiz gibisinden rezil ve kepaze edici
düşüncelerle zihnimizi mahvediyoruz. Nasıl yükseliriz, her bir insan neler
yapabilir, bu toplum nasıl mutlu olur, bu toplum ekonomik olarak nasıl birlikte
üretip, daha fazla kazanıp, ne şekilde paylaşımlarda bulunup hep birlikte
müreffeh olarak yaşar diye düşünmüyoruz. Bu ülkenin çocukları yürekleriyle
nasıl gülebilirler, onları güldürmek için her bir insan neler yapabilir diye
düşünmüyoruz. Çocuklarımızı kaybetmek kolaydır, asıl onları nasıl kazanabiliriz
diye düşünmüyoruz hiç. Bu toprağın çocuklarını nasıl kardeşler yapabiliriz,
onların suçları olsa bile suçlarını görmelerini sağlayıp ve onları
uyandırdıktan sonra affedip nasıl kazanırız diye asla düşünmüyoruz. Ne
düşünüyoruz peki? İnsanları neresinden yakalarız da tecziye ederiz, onları
sindiririz, onların zihinlerine nasıl kement vururuz ve kendimizi koruruz,
çıkarlarımızı yaşatırız diye düşünüyoruz. Bir türlü kısır döngüyü aşamadık.
Bunları söylemek suç mu Allah, Muhammed, Kur’an ve İnsanlık aşkına? Maalesef, biz,
toplum olarak prosedür toplumuyuz, bu yüzden de ne düşüncemiz gelişiyor, ne bakış
açımız değişiyor ve ne de doğal ve özgür fikri açılımlar yapabiliyoruz. Zira
prosedür zihin dünyamızı öyle bir darlaştırmış ki, zihnimiz zihin ötesine
uzanamıyor. Prosedürün her şey olduğunu, her şeyinde prosedürle olabileceğini
varsayıyoruz. Bu da bizim öze inmemizi, özü görmemizi, anlamamızı engelliyor.
Böyle olunca kalıba takılıp kalıyor, bir milim bile dışarıya çıkamıyoruz. Bu
yüzden de sürekli geriden gidiyoruz. Yaptıklarımızı fasılalı olarak
değiştiriyoruz. Fikri müzakereler yapmayı da beceremiyoruz. Tasdik ve taklit
istiyoruz, ki zaten öyleyiz. Yanlış kapatılsın, hep doğrular söylensin
istiyoruz. Böylece farklılıklar bastırılıyor, bu baskılama budamayı tevlit
ediyor, budama olunca da bir türlü gelişim olmuyor. Zihnimizde büyüklük
olmazsa, kalbimizde yücelik bulunmazsa, vallahi, billahi, tallahi ne
büyüyebiliriz, ne yükselebiliriz ve ne de yücelebiliriz. Büyük düşünmenin
büyüsüne kapılmamız ve büyük düşünmenin yolunu açmamız iktiza ediyor isticalen
ve muhakkak bir fikir havuzu oluşturmamız icap ediyor.
Sayın Cumhurbaşkanım! Bizim doğruları söylemeye değil
yanlışları söylemeye ihtiyacımız var. Çünkü bizi kurtaracak olan budur. Bizi
mahveden bunun tersini yapmaktır. Lanet olasıca dünya leşi tatlı geldiği için,
güneşi, suyu, maddesi bizi cezbettiği için doğru olanı yapmıyoruz, hep yanlış
olanı yapıyoruz, çünkü leşten pay sahibi olmak için öyle gerekiyor. İşte bizim
küçük düşünmemizin ve bitevi küçülmemizin arka planında da bu vardır. Zira
gerçekleri ne kadar örtersek ve ne kadar iyi örtersek o kadar çok kazanıyoruz,
o kadar haklı oluyoruz. Gerçekleri söyleyenler ise daim kaybediyorlar, bir
şekilde kaybettiriliyorlar, çünkü lanet olasıca emperyalist düzenin idamesi
buna merbuttur. Her daim böyle olmuyor mu, olmadı mı Allah aşkına? Yemin
ediyorum ki, bu dünyada her şey yalan üzerinde yürüyor. Hiçbir kimse cesaret
edipte hakikati haykırmıyor. Herkes, inandırdıkları üzerinden geçinip gidiyor
bir şekilde. Kimse kimsenin uyanmasını istemiyor. Uyanık olduklarını düşünenler
ama hakikatte kendileri de uyuyanlar, uyuttukları insanların terleriyle,
kanlarıyla, yaşlarıyla, emekleriyle geçiniyorlar. Emperyalizm yalandan
besleniyor ama o yalandan beslendikçe, bizler kan kaybediyoruz. Bu dünyada
herkes yalan söylüyor. Yalanı mutlak olarak yasaklayan bir bilincin mensuplarıyız
ama hayatımız da yalandan ibaret. Koca koca adamlar, öyle göre göre yalanlar
söylüyorlar ki, siz utancınızdan kahroluyorsunuz. Böyle bir şey, hem Allah’a,
hem Peygambere, hem de Kur’an’a ihanet değil midir? Yalandan hayatlar
yaşıyoruz. Gerçek yaşamdan çalıyoruz bitevi. Vicdanlarımızı perişan etmek,
bilinçlerimizi katletmek ve ahlaksızlığı farkında olarak intihap etmek değil
midir böyle bir şey? Peki, bunu nasıl yapabiliyoruz, becerebiliyoruz? Ama
laflarımızı öyle bir süslüyoruz ve kendimizi topluma öyle bir sunuyoruz ki,
toplum adeta büyüleniyor. Zira hiçbir şey bilmiyoruz, münhasıran söylenene
inanıyoruz. Vallahi, billahi, tallahi bilmiyoruz. Gerçek söylendiği zaman bile,
gerçeği haykırana küfrediyoruz, söyleneni sorgulayıp uyanışımıza sebep kılacağımıza.
Yazık değil mi bu topluma? Yazık değil mi insanlığa? Yazık değil mi
hayatlarımıza? Yalan söyleyenler kazanırlarken, o yalanlar yüzünden ne hayatlar
kaybediliyor ve ne hayatları kaybediyoruz. Hiç mi üzülmüyoruz, hiç mi
vicdanlarımız sızlamıyor? Oysa yalan bir kere yol buldu mu, bir daha o yoldan
asla çıkmaz ve o yolu tarumar eyler, bizi de mahv-ı perişan eyler. Niye korkuyoruz ki gerçeklerden? Oysa bizi
uyandıracak olan şey; gerçeklerdir. Dostumuzu da, düşmanımızı da bize
gösterecek olan gerçeklerdir. Bizim, yolumuzda durmadan yürümemizi sağlayacak
olan, yolumuzda uyumamızı engelleyecek olan şey; gerçeklerdir. Öyleyse
gerçeklerin peşine düşmeliyiz, gerçeklere sımsıkı sarılmalıyız, gerçekleri
haykırmalıyız. Şurada bir insan ömrü ne kadardır ki? Değer mi yalanlarla
yaşamaya, hakikatleri örtmeye? Oysa hakikati örtmek zımnen geleceği de
karartmak ve yarınların nesillerine ihanet etmek değil midir? Böyle yapanlar
nasıl yapabilmektedirler bunu, yemin ediyorum hayretler içerisinde kalıyorum. Bir
an önce gerçeğe dönmeliyiz yüzümüzü ve yalanlardan yüz çevirmeliyiz. Bizim
ahlakımızı bozan da yalanlarla yaşamaya alışmış olmamızdır.
Sayın Cumhurbaşkanım! Şimdiki söyleyeceklerim belki de kahir
insanları şoke edecektir ama böyle bir şey iyidir. Yemin ediyorum gerçek iyi
budur, mutlak hakikat budur. Mutlak ahlakın ve adaletin muktezası da budur. Ki,
bendenizi, kalbiniz, kafanız ve vicdanınız da tasvip ve tensip edecektir.
Allah’a yemin ederim ki, sonsuzlukta yankılanacak eylemlerde bulunabilmemizin yolu
da budur. Ciğerlerim kanarcasına, yanarcasına söylüyorum bunları yani
samimiyetimi izaha kelimeler kifayetsiz kalırlar. Hayır diyenler varsa buyursunlar
hodri meydan ya da buyursunlar, bendenizi mutlak hakikate yalanlatsınlar, bunu
yapabiliyorlarsa, en ağır cezalara eyvallah edeceğim. İnsanlar hakikate öyle
yabancılaşmışlar ki ve yalanı hakikat diye biliyorlar ki, ne derseniz boşta
kalıyor bazen. Hülasa; bizler özümüzü kaybetmişiz ve özümüze öyle
yabancılaşmışız ki, bildiğimiz biz, biz değiliz filhakika. Mutlak ve kutsal sözümüze
itibar etmeyişimizin sebebi de budur haddizatında. Hayır, ediyor muyuz, gerçeği
söyleyelim? Vallahi, billahi, tallahi sözümüzün hiçbir kıymet-i harbiyesi yok
nezdimizde, sümme haşa. Hakikat acıdır ama iyileştiricidir, hissedersek ve kulak
verirsek elbette! Geçelim! Sayın Cumhurbaşkanım! Zat-ı aliniz bile olsanız,
söylediğiniz her şeye sorgusuz sualsiz inanmak zorunda mıyım yoksa sizi ve
yaptıklarınızı da sorgulayabilir miyim? Diyelim ki siz bir şeyi yanlış
algıladınız, anladınız ve öylece yaptınız, hayır sizin yaptığınız yanlış,
hakikat budur Sayın Cumhurbaşkanım diye haykırabilir miyim, haykırmam iktiza
etmez mi, hakikate tapıncım buna koşullandırmaz mı bendenizi? Rızkımı veren değilsiniz,
yaratan, yaşatan, öldüren ve hesaba çekecek olan değilsiniz. Bendeniz gibi aciz
bir insansınız, kulsunuz hakikatte. Mutlak kudret sahibi münhasıran Allah’tır.
Sizler uyarılmaktan muaf mısınız? Kuşkusuz değilim diyeceksiniz, zira hakikat
budur ve uyarılacaksınız. Çünkü layüsel değilsiniz, put değilsiniz, hatadan,
kusurdan, yanlıştan münezzeh değilsiniz. Ki, zaten gerçekler söylediklerindir
diyorsunuz sessizliğin kalbinden iç sesinizle bendenizin kalbine doğru, bunu
kuşkusuz duyumsuyorum. Bilakis bunun tam tersini yapanlar ve bitevi size
doğrularınızı söyleyenler, hem size, hem ülkeye, hem topluma, hem de insanlığa
ihanet etmektedirler. Ve sizlerin her söylediklerini doğru gibi kabul edip ama
hakikati de bilip velakin çıkarı için böyle düşünüp, toplumda da birisi
namusluca bir şey söyledi mi hemen sizlerin gücünüze istinat ederek
karşısındakini susturmaya yeltenenler vallahi, billahi, tallahi iyilik namına
hiçbir şey yapmamaktadırlar, bilakis kötülüklerin en ağırını yapmaktadırlar.
Zira münhasıran çıkarlarını düşünmektedirler böyleleri, tüm insanlığın iyiliğini
değil. Sizlerin varlığınız ve gücünüz sayesinde, kendi kirli, ucuz, basit ve
küçük çıkarlarına vasıl olmaya çalışmaktadırlar. Zira samimi, dürüst, ciddi ve
ahlaklı insanların yapmaları icap eden yegâne şey; yönetenlere, âlimlere
doğrularını söylemek değildir, yanlışlarını söyleyebilmektir, çünkü onlarda
insandırlar, hata ve yanlış yapabilirler. Öyleyse bendeniz her zaman, her
şartta ve koşulda, kime matuf olursa olsun hakikatleri haykıracağım, haykırmak
zorundayım. Bu kişi ta ki, zat-ı alileriniz olsanız bile. Binaenaleyh,
sorgulanmam, sigaya çekilmem, kutsal ve mutlak yasalara mugayir olacaktır.
Sayın Cumhurbaşkanım! Tek bir kimsenin bile inanıp
inanmaması umurumda bile değildir ve kimse inanmasa da bendeniz inanıyorum, da
demiyorum. Velakin, yekpare toplumların tüm sistemlerini yerle yeksan eyleyen
ve toplumları çıkmazlarda perişan eden, toplumlar için sahici terakkiyi ve
hakiki istiklali muhal kılan, insanların huzur ve mutluluk içerisinde
yaşamalarına darbe vuran, terleri, kanları, yaşları, emekleri, zihinleri
sömüren emperyalist bir mekanizma var dünyada, insanlığı adeta muhasara altına
almış bulunmaktadır. İnsanlığı sürekli mankurtlaştırmaktadır ve bu emelini
sessiz bir sürece tabi kılmıştır. Tüm okumalarımdan, tahlillerimden,
bakışlarımdan, görüşlerimden, sezişlerimden, hissedişlerimden, kavrayışlarımdan
sonra böyle bir yargıya varıyorum ve daha derinliklerine değin konuşamamakla
birlikte dünyada emperyalist bir mekanizmanın var olduğunu ve o büyük
mekanizmanın her yerde uzantısı olduğunu ve o mekanizmanın çarklarında
halkların başlarına bir tezgâhta binler çoraplar örüldüğünü ve bu mekanizma
parçalanmadan ve onun lanetli tezgâhı bozulmadan insanlığın gülebileceğini sanmıyorum
ve bendeniz bu tezgâhı parçalamak için elimden gelen ne ise onu yapacağım. Onun
kültürüne tabi olmayı her zaman reddedeceğim. Hiçbir olguyu onun istediği
şekilde algılamayacağım, hiçbir olayı onun istediği şekilde anlamayacağım,
hiçbir zaman hiçbir şeyin münhasıran tek yüzüne bakmayacağım. Bu mekanizma öyle
bir mekanizma ki, o mekanizmanın tam ortasında kurulu masa da büyük baron
bulunmaktadır, o baronun yanında da küçük baronlar bulunmaktadır. Büyük baron
küçüklere buyurmaktadır, küçüklerde kendilerine bakanlara buyurmaktadır ve
böylece insanlık büyük bir aldanışın kurbanı olmaktadır. İnsanlık bir şeyler
değişsin dünyada demektedir ama kendini değiştirmemektedir, bilakis aldanma
yolunu seçmektedir. Her olguyla uyutulmaktadır, zira tüm olgular afyon niyetine
kendisine sunulmaktadır. İşin özünde de hiçbir kimse sahici ve samimi değişimi
istememektedir. Zira herkes yerinden memnundur ve istenileni yapmaktadır.
Böylece de emperyalist düzen çökeceğine daha da güç kesbetmektedir. Zira kendilerine
bakanlara konuşan küçük baronlar güya bir şeyler yapıyorlarmış gibi
göstermektedirler kendilerini ama hiçbir şey yapmamaktadırlar. Münhasıran
aldıkları paylar tenkis olunmasın, kaptıkları konumlar kaybedilmesin için
sürekli kuru gürültü yapmaktadırlar, birbirleriyle güya mücadele ediyorlarmış görüntüsü
vermektedirler. Muayyen bir zaman sürecinde diledikleri gibi yaşadıktan sonra
da görevi devretmektedirler. Haddizatında yapabilecekleri çok şey olmasına rağmen
hiçbir şey yapmamaktadırlar ama kendilerine bakanlar münhasıran baktıkları ama
görmedikleri için yapıyorlarmış gibi algılamaktadırlar. İnsançocuğu acıyı
ciğerinde hissederse, acının merhemini bulur ama acıyı ciğerinde hissetmezse ne
merhem arar ne de yaralarını sarmaya çalışır, o yaralara alışır ve o yaralarla
yaşar gider ama gariptir ki, sürekli de yaram var der durur. Yani katıksız,
saf, mutlak cehalet! İnsanlığın isticalen bir zihniyet devrimine ihtiyacı
vardır ve behemehâl bunu tahakkuk ettirmelidir, sonra da gerçekleri
hissedişiyle tüm toplumu sarsmalı ve sallamalıdır. Bilakis, her daim yaşadığını
sanacaktır, ölümle pençeleştiğini fark etmeden. Ciğerlerin çatlarcasına, gövden
patlarcasına, canın çıkarcasına isteyeceksin zihniyet devrimini, öyle lafla
peynir gemisi yürümez ve kimse de gelip, sen otururken önüne yemek koymaz. Malcolm
X üstadın dediği gibi; hürriyetin pazarlığı yapılamaz, hür olmak isteyen bedeli
ne ise ödemek zorundadır.
Sayın Cumhurbaşkanım! Şimdi zat-ı aliniz özelinden çıkış
yaparak, kendimden geçerek, yekpare Müslümanlara matuf sorular soracağım ve
sorgulama yapacağım. Bizler inananlar olarak insanları kaybetmeyi umursamasak,
kazanmaya çalışmasak haddizatında kimlerin çarklarının dönmesine yarar bu?
Kuşkusuz ki emperyalistlerin! İşte emperyalizm dünyayı böyle kasıp
kavurmaktadır. İnsanları bitevi birbirine karşı yanlış davranışa iterek
birbirinin arasını açmakta, birbirine düşman etmekte, birliğin ve kardeşliğin
önüne geçmekte ve zımnen kendisine hadim kılmaktadır ama insanlık, bu tezgâhı
bir türlü anlayamamaktadır ya da bu tezgâhın bilinçli kurbanı olmaktadır. Aynısını
ülkelere da yapmaktadır. Çünkü insanların dostluğu ve birliği, vahşi, adi ve
lanetli emperyalizmin ecelidir. Öyleyse, kölelerin arası açılmalıdır ve bitevi birbirleriyle
kavga etmelidirler, birbirlerini yemelidirler ve bir daha asla birleşmemelidirler.
Düşman gösterdiğini düşman, dost gösterdiğini dost bilmelidirler. Kanını emen,
canını alan kahpe sömürücüyü anası gibi bilmeli ve sevmelidir, her daim onun
şefkatine iltica etmelidir. Yanılmıyorsam Peygamberimiz şöyle buyurmuşlardır
ama Kendilerine söz isnad etmekten Allah’a sığınırım. Bir kişiyi kazanmak,
dünyadan ve içindekilerden daha kıymetlidir demiştir. Peki, biz ne yapmalıyız?
Din dışında kalan birine nasıl yaklaşmalıyız? İnadına nasıl yaklaşmalıyız?
İnanmayan biri kötülük yaptı diye, ona haksızlık yapabilir miyiz? Bizim böyle
bir hürriyetimiz var mıdır? Hatta inanan birine bile, inanan biri olarak
kötülük yapabilir miyiz? Öyle ya bizler ruy-i zeminde Allah’ın halifeleri değil
miydik? Dini tebliğ ödevini deruhte etmemiş miydik? Öyleyse diyelim ki bir
Ateist var, münhasıran yaşayıp gidiyor kendi inanış dünyasında, hiçbir zararı
ziyanı yok ama bir dindara göre de hakikat dışında, yanlışlar içinde ve
kurtarılma adayı, tebliğe muhtaç biri. Peki, durum böyleyken, bizler, önyargı
ile yaklaşıp, onu itham edip yargılayarak, üstüne bir de farz edelim ki hakkını
ihmal ederek, onu kurtarabilir ve ona tebliğ de bulunabilir miyiz? Bunu yaptık
diyelim, o kişi bizim dinimizi kabul eder mi ve böyle yapmak bizim kendi
kendimize ihanetimiz olmaz mı? Peki, bizler kutsal ödevimizi ne derecede
gerçekleştirmeye çalışıyoruz? O kişinin varoluşuna saygı gösterip, haklarını
koruyup, inadına adil, hakkaniyetli, ahlaklı mı davranırız, münhasıran dine
leke getirmemek ve dini tebliğde ısrar etmek ve gönlünü hakikate ısındırmak
için? Yahut altı üstü dinsiz imansız birisi, niye kendimizi yoralım, bildiğimiz
gibi (inandığımız gibi değil) davranalım mı denilir, dini kabul etse ne olur,
etmese ne olur diye mi düşünülür ve bu yaptıklarımız, din tarafında olmamız
nedeniyle kalbimizde ve aklımızda tolere edilebilir mi? Peki, o zaman halifelik
ve dini tebliğ vazifemizi ihmal etmiş olmaz mıyız? Yahut inanılan dini, dine
inanmayan birine ittihaz ettirmek ve onu kurtarmak için, dini daha dikkatli yaşamak
gerekir gibi bir düşünce kaplamaz mı zihnimizi? Hani bir kişiyi kazanmak
dünyadan ve içindekilerden değerlidir ya ve o kişi Ateist olduğu için kurtarılmaya
aday bir insan ya, onu kurtarmaya mı çalışırız yoksa dünyanın elde edilmesi
için onun kaybedilmesine ve yanlışlar içerisinde yok olup gitmesine eyvallah mı
edilir? Bunu çok dürüst şekilde düşünmeli ve yaşantımızı yeniden gözden
geçirmeliyiz, hatta yeniden iman etmeliyiz. Her ihanet, kayıptır!