Sayın Cumhurbaşkanım! İnsan günahkârdır ve bu durum fıtri
olarak tabiidir. Zira insan, günaha meyyal halkedilmiştir. Çünkü ancak o
zamandır ki acziyetinin idrakine varacaktır. Zira acziyeti onu günaha
yönlendirecek, sonra günahından nedamet duyacak ve nihayet af umarak tövbe
edecektir. Yapayalnızken, tüm benliğinde duyumsayarak, derunun de hissederek ve
münhasıran kendi kendisinin farkında olarak kendi haykırışlarıyla kendine karşı
tövbe edecektir. Tövbeyi ettiği an ise küçüklüğünü, zayıflığını, acizliğini
kabul etmiş olacaktır. Fakat insanın farkında olarak ve bilinç temelinde günah
işlemesi bu durumdan çok ayrı bir şeydir. Misal; hiçbir neden yokken,
münhasıran aşağılık ve sefil hırsları yüzünden, kuvvetine, şöhretine, servetine
istinat ederek, bir insanın ağzından lokmasını, sırtından hırkasını, yuvasından
huzurunu, yüzünden tebessümünü çalmak, farkında ve bilincinde olarak günah
işlemektir. Münhasıran dünyevi hırslara mülaki olmak için çok bilinçli ve
planlı olarak işlenmektedir bu tür günahlar. İşte o günahın ateşi yakacaktır
insan denilen yaratığı. İşte o günahın ateşi bir yerde intikam ateşidir. Öyleyse
insan öyle temiz olacak ki, ateş onu yakamayacaktır, onda yakacak hiçbir şey
bulamayacaktır. Böylece insan ateşten kurtulacaktır. Bu ise tamamen insanın
kendi elindedir. Şerefli bir insan olabilmesiyle alakalıdır. Bilakis, ateş,
insanın peşini asla bırakmayacaktır. Ama insan maalesef günaha meyyal
halkedilişini bahane ederek öyle günahlar işlemektedir ki, ateş, onu, bir odun
parçasını yaktığı gibi yakmaktadır ve yakacaktır. Çünkü işlediği günahları
işlemeyebileceği halde işlemektedir yani farkında ve bilincinde olarak
işlemektedir, ne yaptığını ve niçin yaptığını bilerek yapmaktadır yaptığı şeyi.
Zira sonunda dünya nimetlerine kavuşmak gibi bir emelin peşinden koşmaktadır. Kirli
emellerine kavuşmak arzusu, günahları sevap gibi göstermektedir gözüne. Böylece gözler körleşmekte, akıllar durmakta,
hisler boğulmakta ve insan tuğyana sapmaktadır, masiyetlerin bataklığında
debelenmektedir. Sonra da ateşin nasıl olupta kendisini yakıp küle çevirdiğini
sorgulamaya tevessül etmektedir. İnsançocukları ruhlarına ihanet etmektedirler
ve bedenlerine tapmaktadırlar. Bedenle ilgili her şey hakkında bilgi sahibi
oldukları halde, ruhla ilgili şeyler hakkında hiçbir şey bilmemektedirler.
Hazzın, hızın, hırsın ne olduğunu bilmektedirler amma velakin ne kederi
bilmektedirler ne de sevinci, dünya denilen leş dolu nehirde bir çöp gibi
sürüklenip gitmektedirler. Zaten kederi ve sevinci bilen insançocuğunun
gözünde, kalbinde ve aklında dünya bir hiç mesabesindedir, küçücüktür ve
sahiplenmeye değmeyecek kadar ucuzdur ve öyle değilse bile, eninde sonunda öyle
olacaktır. Velakin dünyayı gözlerimizde, kalplerimizde, akıllarımızda öyle
büyütüyoruz ki, o dünya namına dini bile küçültüyor, ucuzlaştırıyor,
hiçleştiriyoruz. Farkında ve bilincinde olarak ama sanki farkında ve bilincinde
değilmişiz gibi durarak masiyetlerin bataklığına saplanıp kalıyoruz. Böyle bir
dünyayı sahiplenme adına dini bile tahrif ve tahrip ederek afyon gibi
kullanmaktan imtina etmiyoruz. Sonra da tutuyoruz, din budur diyoruz.
Ürettiğimiz dini, insanların ürettiklerine el koymak adına kullanıyoruz
hoyratça, insafsızca, hayâsızca. İnsançocuğu ya farkında ve bilincinde olarak
günah işlemekten geri duracak ya da günahlarının bedelini öderken nedamet
duymayacak ve hesabını sürünmeden, ağlamadan, vermesini bilecektir. İşlediğimiz
günahların hesabını veremeyeceksek o zaman niçin günah işliyoruz, madem günah
işliyoruz o zaman hesabını vermekten niçin korkuyoruz? İnsan, gerçekten insan
mıdır? Cevap veremiyorum. Ama bir şey biliyorum ki; insan şerefli kılınmıştı!
Sayın cumhurbaşkanım! Bir iddiadır ki, öyle sarih, öyle
beliğ, öyle kati ve keskin hüccetlerle ortaya konmalıdır ki, ikna edici olsun,
inandırsın yani muhatabı ıskat etsin. Gizli hiçbir şey kalmasın. Her şey güneş
gibi ayan olsun ve inkârı imkânsız kılsın. Zaten bir şeydir ki, bir yönüyle
gizli kalıyorsa, sarahaten ve tafsilatlı olarak izah edilemiyorsa ve tüm
incelikleriyle tartışılamıyorsa, üzerinde konuşulması bile tehlikeli
addediliyorsa onda derin şüpheler gizlidir ve o şeylerin ikna edici olması
muhal ender muhaldir. Şüphe duyulmadan, soru sorulmadan ve sorgulama yapılmadan
inanılması istenilen her şeyden korkarım. Zira orada büyük günahlara yol
verilmektedir, zulme kapı aralanmaktadır, sessiz acılar çekilmektedir, çaresiz
çırpınışlar ve çığlıklar duyumsanmaktadır. Yani orada varolmak adına yok
edişler gerçekleşmektedir. Bilakis, şahsım adına konuşursam, hiçbir insanın
vebalini üzerime alamam. Çünkü bendeniz kolay inanamam ve kolayca inanmak
zorunda da değilim. Bendeniz şüphe manyağıyım ve hakikate bugüne kadar hep bu
yoldan eriştim. Bu yüzden, şüpheyi, tabir caizse mukaddes görürüm. Şu niye
böyledir diye sorduğumda, bu şey işte bu sebeple böyledir denebilmelidir ve
verilen cevap tek bir soruya bile yer bırakmamalıdır. Zira soruya yer bırakan
bir cevap, artık kaynağa inancı tamamen imkânsızlaştırır. Cevaba karşı soru
sormak tahayyül ve tasavvur dahi edilememelidir. Çünkü soru bir kez soruldu mu,
verilecek tüm cevaplar şüpheden kurtulamayacaktır. Bilinmelidir ki, bir davanın
tanığı yoksa o davanın utançla bitmesi mukadderdir. Soruya yer bırakan bir şeye
asla inanmam, inanıpta üstüme vebal alamam. Ki, böyle yapmam, filhakika aklıma
ihanet olur. Zira vebal öyle bir şeydir ki, insanın belini büker, boynunu eğer,
gövdesini çökertir. Ki, biz insançocukları neyin ne olduğunu, nasıl olduğunu,
niçin olduğunu sarahaten ve tafsilatlı olarak en dip derinliklerine dek biliyor
muyuz ki, hemen inanalım, itham edelim ve vebal altına girelim? Kim samimidir,
kim riyakârdır nereden bilelim? Kim zekidir, kim kurnazlık peşindedir nasıl
anlayalım? Kim dürüsttür, kim namussuzdur hangi yöntemle tefrik edelim? Öyleyse
niçin inanalım? Hayır, bendeniz bu inanmak zorunluluğunu hiçbir zaman
anlayamadım ve elan da anlayabilmiş değilim. Yani, bendeniz gibi aciz bir
insanın dediklerine niye inanmak zorundayım ki? Birisi tek bir sebep
gösterebilir mi buna matuf olarak? Ha kuşkusuz inanırım, illa inanmamaya matuf
konumlamam kendimi ama yukarıda bahsettiğim yöntemler istikametinde inanırım ve
o şekilde inanmak inancımı kavileştirir, kökleştirir. Hemen inanmak kadar,
inanmamakta her daim inat etmekte ahmaklığa delalettir. İkisi de alıklığın ve
bönlüğün meyvesidir. Aklım varsa, ne hemen inanırım ne de hiçbir zaman
inanmamazlık etmem. İkisi de insani bir yöntem değildir. Aklın ışığı her zaman
aydınlığa eriştirir. Yeter ki, o ışığa, inancın kuvveti eşlik etsin. Binaenaleyh,
insançocuklarının insanlık derecelerini ve akıllarının varlığını, inanma
yöntemleri açık eder diye düşünürüm naçizane. Hakikate kolay inanmayan bir
insan, bir insana kolayca inanıyorsa, o insanın aklından şüphe ederim. Hakikate
istinat etmeyen ve sorularıma cevap bulamayan hiçbir şeye inanmam nihayetinde.
Bu sebeple de aklım her zaman özgürdür ve özgür akıllara her zaman hayranımdır.