Sayın Cumhurbaşkanım! İnsançocuğu konuştuğu zaman rahatlar
ve kendisinin farkına varır, özgüven sahibi olur, hayata ve haksızlığa karşı
cesaret kazanır. Yoksa düşünceleri ve duyguları ölür, varlığını hissedemez, cesaretini
ve özgüvenini kaybeder ve varlığında yokluğunu yaşar. Üstelik böyle bir
kişiliğe sahip insançocukları, toplumları için de sorun teşkil ederler. Konuşamayan
insan ve toplum hiçbir ilerleme kaydedemez ve zavallılaşır. Tarihin dönüşümüne
katkı sunamaz, tarihin akış yönünü değiştiremez, insanlık için hiçbir şey
üretemez, her daim edilgen kalmaya ve süngerleşmeye mahkûm olur, hiçbir zaman
etkin ve katalizör olamaz. Kendi haklı kavgasını bile veremez hale gelir. Bizim
ise, edilgen değil etken, sünger değil katalizör, korkak değil cesur, silik
değil görünür, çizilen kaderlerin değil kuklası değil kendi kaderini çizen,
başka davaların değil kendi davasının adamı olabilecek bireylere ihtiyacımız
vardır. Akıntıda sürüklenecek değil, akıntıya barikat olup akıntının yönünü
değiştirebilecek bireylere ihtiyacımız vardır. Çünkü aydınlık, ilerleme, direniş
ve diriliş, kurtuluş bu tür bireylerin avuçlarındadır. Bizler konuşmaktan
korkan ve susan nesiller yetiştirdik tarih boyunca. Her dönemde bir taraf
susturuldu. Binaenaleyh, toplum ve insançocukları konuşturulmalıdırlar. Zira
zihinsel üretim sonsuz önemlidir. Konuşan insan sonsuz önemlidir. Fikirden
mahrum ya da tek fikre mahkûm bir insan ve bir toplum her zaman geri kalmaya ve
küresel emperyalizmin dişlileri arasında ezilmeye mahkûmdur, müstahaktır.
Farklılık her zaman zenginliktir ve çözüm, farklılığın meyvesidir.
Emperyalizmin gizli egemenliği altında olan her yerde çark böyle döndü ve
badema da böyle dönecektir ama bu çark tersine döndürülmelidir. Bizim gönül
coğrafyalarımız her daim bu hazin mukadderatın mahkûmu oldu. Bu bizim acı
hikâyemizdir. Bizler nesillerimizi, zorunlu eğitim zırvalığıyla, cemaatçiliğin
dar kalıplarıyla, particiliğin menfaat odaklı kirli hesaplarıyla mahvettik,
kaybettik maalesef. Ne cemaatçilikle, ne particilikle, ne de zorunlu eğitimle,
ne de sair yollarla kaliteli bir nesil var edebildik. Nesillerimizi göz göre
göre öldürdük. Evet, evet, resmen diri diri toprağa gömdük nesillerimizi her
devirde. Bu sonuç, ilk başta saydığımız sebepler yüzünden meydana geldi hep.
Çünkü bizler kendi ayakları üzerinde değil, illa başkaları tarafından ayakta
tutulmaya muhtaç nesiller yetiştirdik. Kendi fikri olmayan, hep başka
fikirlerle varolmayan çalışan, hakkını kendi arayamayan, her daim başkalarının
gölgesinde hak arayabileceğini düşünen nesiller yetiştirdik. Nihayet geldiğimiz
yer belli. Ve kendi ellerimizle yetiştirdiğimiz nesillerimizi de harcamaktan
imtina etmedik. Bugün çektiğimiz sancıların arka planında kendi ellerimizle
işlediklerimiz günahlarımız vardır. Suçu kimse de aramayalım, kendimiz de
arayalım. Bizim düşman aramamıza, düşmanın bizden korkmasına gerek var mı?
Aynaya baksak zaten her şey ayan beyan ortadadır. Biz, biz olalım kâfidir.
Ci’lerle, Cilikler’le, İzm’lerle ve her türlü yalanlarla ömrümüzü, neslimizi
adeta zehirledik. Artık kafamızı iki elimizin arasına alıp, sonra elimizi
vicdanımıza koyup silkinmemiz ve kendimize gelmemiz icap etmektedir, hem de
isticalen. Yoksa mukadderatımız malumdur.
Sayın Cumhurbaşkanım! Kimin ne düşüneceği umurumda olmadan
yazıyorum. Hem de tüm insanlık ailesinin tek bir bireyinin bile ne
düşüneceğini, ne diyeceğini zerre umursamadan yazıyorum. Zira bendeniz sadece
ama sadece Allah’a itaat ediyorum ve bu itaatim, kayıtsız şartsız, hesapsız
umarsız hakikati haykırmama ve insan onuruna layık yaşamama kâfi sebeptir. Bilakis,
dini ilga edeceğiz, kaç kişi varlarsa vazifesi hakkı haykırmak olan namuslu din
adamlarını susturacağız, camilerde imamları konuşturmayacağız. Din, bendenize
hakikati haykırmamı emrettikçe; kaç kişi olduğunu bilmediğim namuslu din
adamları, hakikati haykırmayı tavsiye ettikçe; camilerde hakkı konuşmakta cesur
olan imamlar, söylediğiniz her şey hakikat olsun, çünkü sizin itaatiniz sadece
Allah’adır ve Allah hakikati söylemenizi buyurur diye vaaz etikçe, bendeniz de
hakikati haykırmaktan asla gocunmayacağım, insanlık onurumu zedelemeyeceğim.
Hakkı haykırdığım için bendenizi tecziye edecek namussuz biri varsa buyursun. Bendenizin
inandığım Allah öyle bir Allah’tır ki, bir insanın hakkına el uzatacağımda, bir
insanın özlemlerini, düşlerini ve yaşama sevincini zehirleyeceğimde, bir
insanın kutsal rüyalarını kirleteceğimde, bir insanın canlı bakışlarını
öldüreceğimde, bir insanın yoksul sofrasına acı ekeceğimde, bir insanın
aydınlık dünyasını karartacağımda, bir insana iftira atacağımda, hiçbir
tahkikat yapmaya gerek duymayıp bir insanın suçsuz yere acılardan acılara
sürgün olmasına sebep olacağımda, bir insana ihanet edeceğimde, bir insanın bir
ömürlük birikimini merhamet etmeden hiç edeceğimde, bir insanı küçük
göreceğimde, inandığım Allah’tan korkum, ayak tırnağımdan saç telime kadar
bendenizi zangır zangır titretir, bu yüzden de bile bile, isteye isteye kötülük
yapmaktan çok korkarım. Hatta bilmeden kötülük yapabilirim endişesiyle attığım
adıma o kadar dikkat ederim ki, neredeyse bu sebeple adeta cehennemi yaşarım
her günümde. Ben böyle bir Allah’a inanıyorum. Bu yüzden de herkesin inandığını
söylediği ama herkese de istediği gibi yaşama hürriyeti veren Allah’a
inanmıyorum. Yani bendeniz kalbime hükmeden Allah’a inanıyorum. Menfaatlerime
göre hareket etmemi tensip ve tasvip eden Allah’a değil. Daha açıkçası bu
toplumun inandığını iddia ettiği Allah’a inanmıyorum. Böylelikle sair
benzerlerimle ayrışıyorum. Böyle söyleyince kızıyorlar. Ama hakikati söyleyince
da bir dansöz gibi kıvırtıyorlar. Hem Allah’a inanıyorum diyeceğim hem de
yukarıda söylediğim kötülükleri umarsızca yapacağım. Böyle bir dünya yok. Böyle
bir hayat yok. Çendan bendenizin inandığım Allah, böyle bir Allah değil. Benim
Allah’ım öyle bir Allah ki, hem kalbime hükmeder hem de eylemlerime yön verir. Bendeniz
sahtekârca inanmayı, inanıyormuş gibi yapmayı ama namussuzca yaşamayı kalbime,
beynime ve vicdanıma onaylatamıyorum. Böyle yaşamaktan hayâ ediyorum. Hem
Allah’a inandığını söyleyip hem de zerre gocunmadan, utanmadan dilediği gibi
kötülük yapanlardan da tiksiniyorum, iğreniyorum. Münhasıran bunlar yüzünden
handiyse hakikate bile düşman olacağım. Geçelim! Yazıma bir hikâyecik ile nokta
koymak istiyorum. İnsançocuğu için ölümsüz ders olacak mahiyette bir hikâyecik.
‘’Harun Reşid’in oğlu Me’mun henüz çocuktur ve hocasından hiçbir sebep yokken
sopa yemiştir. Hocasına; hiçbir sebep yokken, kendisine niye vurduğunu
sormuştur. Hocasının cevabı, sadece; ‘sus’ olmuştur. Biraz sohbetten sonra yine
sormuştur ama aynı cevabı almıştır; ‘sus’. Aradan 20 yıl geçmiştir ve Me’mun
büyüyüp halife olmuştur. İlk işi de hocasına davet göndermek olmuştur. Hocası
yanına gelince de dayanamayıp 20 yıl önce ki olayı açmış ve hocasına; kendisine
niye vurduğunu sormuştur. Hocası tebessüm ederek; demek hala unutmadın ha
demiştir. Me’mun da vallahi unutamadım demiştir. Hocası ise tarihe not olarak
düşülecek bir cevap vermiştir. Zulme uğrayanın asla unutmayacağını öğrenesin ve
tek bir kimseye bile zulmetmeyesin diye seni hep susturdum diyerek cevap
vermiştir. Artık halifesin, sakın ola ki kimseye zulmetmeyesin. Çünkü zulüm, asırlar
geçse de kalpten sökülüp atılamayan bir ateştir.’’
Sayın Cumhurbaşkanım! Bu dünyada öğrenilecek o kadar çok
bilgi, ortaya konulacak o kadar çok kutsal eylem, verilecek o kadar çok haklı
kavga var ki, haddinden fazla uykuyu sanki haram addedecek hale geliyorum
bazen. Mütemadiyen hayatı düşünüyorum, insanlık âlemini tefekkür ediyorum, yerleri
ve gökleri temaşa ediyorum, canlı ve cansız âlemi doğal gözleme tabi tutuyorum.
O kadar hayret edilecek şey görüyorum ki, bazen ürperiyorum, bazen korkuyorum,
bazen de utanıyorum, hatta bazen de kuşkularla lebalep oluyorum ve her şeyi
reddedecek hale geliyorum. Yaşamlara bakıyorum yüreğim sızlıyor. Bazen öyle
yoksul yaşamlar görüyorum ki, kahrediyorum; bazen öyle umarsız, haz ve zevk
dolu yaşamlar görüyorum ki, tiksiniyorum. Niye geldik ki buraya ve nereye
gideceğiz ki diye sorguluyorum. Dillerimizle ayrı bir türkü, hayatlarımızla
apayrı bir türkü terennüm ediyoruz. Dillerimizden geçmişte çekilen acıları
düşürmüyoruz ama o acıları yaşamaya da yanaşmıyoruz. Peygamberin hayatını
anlatıyoruz mütemadiyen ama o hayata benzeyen bir hayat yaşamayı dillerimizle
olmasa da eylemlerimizle reddediyoruz. Peygamberin adaletinden bahsediyoruz,
adaletten bahsedince de bitmeyen ama’larla konuşuyoruz. Kur’an ahlakından
bahsediyoruz, ahlaktan bahsedince de ama’larımız bir türlü bitmek bilmiyor.
Çıkarlarımız zedelenmesin, konforumuz bozulmasın, kazandıklarımız kaybolmasın
diye hakikati itiraf etmekten kaçıyoruz hayâsızca. Sonra da öyle ahkâm
kesiyoruz ki, dünyanın en haysiyetli tek adamı biziz sanki. Hakikati bildiğimiz
halde eyleme dönüştürmüyoruz. Bilmiyorsak öğrenmek için tek bir adım bile
atmıyoruz. Haykıranı düşman belliyoruz. Merhametimiz, şefkatimiz, sevgimiz
ölmüş hatta toprağa gömülmüş. Böyle yaşamayı da öyle kanıksamışız ki, beyin
duracak gibi, kalp yerinden fırlayacak gibi oluyor şoke olmaktan. Konuşuyoruz,
konuşuyoruz, konuşuyoruz, biteviye konuşuyoruz. Sanki hakikat münhasıran
konuşulmak için var. Konuştuğumuzun da aslı astarı yok. Münhasıran konuşmuş
olmak ve günü kurtarmak için konuşuyoruz. Ya da aldatmak ve çıkarlarımıza
kavuşmak için konuşuyoruz. Zira konuşmamızla mütenasip tek bir eylemimiz bile
yok. Çözüm yolu aşikâr ama görecek gözümüz, algılayacak zekâmız yok.
Söylendiğinde de dinleyen yok. Dinleyen olsa da eyleyen yok. Mazlum yürekleri
yangın yerine çevirmeye değmeyecek bir dünyada yaşadığımızın farkında ve idrakinde
bile değiliz. Çektirdiğimiz acılar karşısında nasıl acılar çekebileceğimizi hiç
düşünmüyoruz. Yarını düşünmeden yaşıyoruz. Misal; nesillerimizi nasıl
eğitebileceğimiz, hangi yöntem ve metotları uygulayacağımız o kadar aşikâr ve
bariz ki, göremememize vallahi, billahi, tallahi hayret ediyorum. Öyle sığ,
basit düşünüyoruz ki, hiç olmayacak şeyler yapıyoruz. Saçma sapan yöntemler ve
metotlar peşinde koşuyoruz. Oysa onların bizi bir adım bile ilerletmediğini
anlayamıyoruz ya da anlıyoruz da, çıkarımızı ve yerimizi korumak adına âlemin
delisi ben miyim diye geri duruyoruz. Ki, neyi görebiliyoruz ki, bunu
görebileceğiz? Neyi anlayabildik ki, bunu anlayabilelim? Öyle bulanık bir
dünyada yaşıyoruz ki, yalanlarla öyle zehirlenmişiz ki, ne yaptığımızı, ne
yapacağımızı, niçin yaptığımızı, nasıl yapacağımızı asla bilmiyoruz ama
öğrenmekte istemiyoruz. Sonra da felah ve necat bekliyoruz, insanlık onurundan
dem vuruyoruz! Yazık!