Sayın Cumhurbaşkanım! Bizi, prosedür illeti mahvetti,
perişan etti, rezil etti, mezellete ve meskenete mahkum etti. Biz, prosedürlerle
insançocuklarının zihinlerini ve kalplerini felç ettik, onların zihinsel ve
duygusal üretimlerini yok ettik, hareket alanlarını daralttık, hissiyatlarını,
hassasiyetlerini, algılamalarını, anlayışlarını öldürdük. Artık herkes aynı
düşünüyordu, aynı şekilde duygulanıyordu, aynı şeyi yapıyordu. Nihayet
birbirinden farkı olmayan, birbirinin kopyası olan insanlar ürettik yani
insansız bir toplum yarattık. İnsançocuklarını soktuk bir sistemin içine, o
sistemi de prosedürlerle çıkmaz sokağa dönüştürdük, saçma sapan prosedürleri de
boca ettik insançocuklarının üzerine ve bir fasit daire içerisinde kıvrandırdık
durduk. İnsançocukları önce hissiyatlarını, sonra düşüncelerini, en sonunda da
anlayışlarını kaybettiler, adeta birer makinaya dönüştüler. Göz göre göre
cahilleştirildiler. Artık herkes tornadan çıkmış gibiydi ve aynı kalıpta
düşünüyor, hareket ediyordu. Kimse tesviye edilmiş beynine ve ruhuna uymayanı
asla kabullenmiyordu. Kimse söyleneni anlamıyor, karşıdakinin ruh âlemini
hissedemiyor ve kulaklarına yansıyan sesleri algılayamıyordu. Yani alenen
kötürümleştirildik. Hiçbir kimse, istese de istemese de farklı düşünemez oldu.
Herkes aynı bakar, aynı görür, aynı düşünür, aynı konuşur, aynı hareket eder
oldu. Artık herkes prosedürlere tamı tamına, kayıtsız şartsız uymalıydı, uydumu
her şey tamamdı. Böyle yapana hayat hakkı tanınıyor, aksi davranan ölüme razı
olmak zorunda kalıyordu. Hiçbir kimse hiçbir şey düşünemiyor, hissedemiyor,
algılayamıyor, anlayamıyordu, prosedürler yerine getirildi mi bizden iyisi
yoktu. Ne insançocukları işlerini görebiliyorlardı, ne de sistem
yürüyebiliyordu ama biz olması gerekeni yapıyorduk, en iyisini yapıyorduk, en
doğrusunu yapıyorduk, çünkü prosedürlerin icabını ifa ediyorduk, sistem yürümüş
yürümemiş kim takar, insan acı çekmiş çekmemiz kimin umurunda, üretim olmuş
olmamış kimi ırgalar. Filhakika hiçbir şey yapmıyorduk, yerimizde sayıyorduk.
Prosedürün muktezası icra edilmedi mi, her şey duruyordu. Böyle bir düzen
içerisinde yaşaya yaşaya resmen öldük, bittik. Aynı şeyi tekrar eden
papağanlara dönüştürüldük. Çünkü böyle bir hayata alışan insan artık başka bir
hayatın mümkün olabileceğini düşünemedi, düşünenleri de düşünemez hale getirdi.
Artık başka bir yol kabil değildi, başka bir düşünce hayaldi, farklı
duygulanımlar irrasyoneldi. İnsançocukları gözlerini açtıklarında kendilerini
prosedür yumağı içerisinde buluyorlardı ve hayatları boyunca o yumakla
sarılıyorlardı, elbette böyle bir şeyin sonunda olacak belliydi; rutin
hareketler, rutin davranışlar, rutin iletişimler yani canlı görünen ölü ruhlar.
Prosedürden mürekkep olan sistem, insanı yok eden bir canavardı. İnsan,
mütemadiyen öğütülüyordu. Şu söyle olabilir miydi? Hayır, asla öyle olamazdı,
çünkü prosedüre tersti. Ama öyle olması daha uygun olandı, muteber olandı velakin
uygun olanı, muteber olanı arayan kimdi? Prosedür işlesin, hayat yürüsündü,
gerisi kimin umurundaydı. Bizim çarkımız dönüyor muydu, biz ona bakardık.
Çarkımıza çomak sokamazdık kendi ellerimizle. Ve biz, ölü canlarız! Her şeyi de
öldürüyoruz! Haddizatında beynimin damarlarında ki kıpraşan düşüncelerimi ve
yüreğimin derinliklerinde duyumsadıklarımı dile getirebilsem durumu çok daha
berrak izah edecem ama bunu becermek gerçekten mesele. İnsan hissediyor,
beyninde bir söz dizimine dönüştürüyor hissettiklerini ama kahrolmasın bir
türlü dilden dökülemiyor, nice şeyler içimizde kaybolup gidiyor bu yüzden. Ne
demek istediğim anlaşılıyordur galiba ve herkes yaşıyordur bunu eminim. Hani
boğazınıza kadar gelir bir şeyler ama bir türlü dile gelip kelimeye dönüşemez
ve somutluk kazanamaz ya, işte o durum oluyor.
Sayın Cumhurbaşkanım! Biz insançocukları o kadar zavallıyız
ki, zavallı olduğumuzun farkında olamayacak kadar zavallıyız. Çünkü zavallılığı
kanıksamışız. Büyük olmak, soylu yaşamak ağır geliyor bize. Bizler, birbirini
anlamak için dinlemeyen, bilgiyi çoğaltmak adına dinlemeyi beceremeyen,
seviyeli bir şekilde fikir teatisi yapamayan, yargılamak için dinleyen ve
dinlediklerini de kirli emellerine nasıl alet edebileceğini düşünerek dinleyen
insanlarız. Binaenaleyh, farklı düşüneni zımnen susturan ve fikri üretimi boğan
insanlarız. Bu yüzden de nice fikirleri doğmadan öldürüyoruz. Herkes birbirine
benzesin istiyoruz nefsi olarak ama Allah’ın, herkesi farklı yarattığı bir âlem
de herkes birbirine nasıl benzetilebilir diye düşünecek zekâdan yoksunuz. Aynı
düşünen bir toplum, farklı konuşan bir toplum olamaz, dolayısıyla konuştuğu
düşünülen ama suskun bir toplumdur o toplum. Ayrıca, herkesin aynı türküyü
söylediği bir toplumda, söylenen bir türkü yoktur ama bunu fark eden insan da yoktur.
Oysa insanları suskun bir toplum, ölü bir toplumdur. İnsanlarının üretimini
tahdit eden bir devlet, zımnen tüketime yönlendiren ve kendi temellerini sarsan
bir devlettir. Kafamız bassa, yüreğimiz
hissetse, farklılığın ne kadar da büyük bir zenginlik, ne bulunmaz bir hazine
olduğunu idrak ederiz. İnsanların dillerinden dökülene değil, yüreklerinde ki
niyetine bakarız. Çünkü mühim olan samimiyettir, serdedilen düşünce değil. Bir
insan samimi olarak bir şeyler söylüyorsa ondan istifade edeceğimize, önyargı
ile yaklaşıp kendi kendimize çıkarımlar yapıp yargılama yolunu tercih ediyoruz.
Oysa karşıda ki fikirden belki de yararlanma imkânımız vardır ama o imkânı heba
etme yolunu seçiyoruz, ondan istifade etme yolunu değil. Böylece de kendi
kendimize ediyoruz ama ne ettiğimizin farkına varamadığımız için bir türlü
doğru olanı yapamıyoruz. Hep kendi söylediğini kabullendirme sevdası taşıyan
insanlarız. Oysa en adi insan, en cahil toplum, en akılsız devlet, farklı
düşünen insanı anlamayan, anlamaya çalışmayan ve mal bulmuş mağribi gibi farklı
düşünceye; ha işte yakaladım, bu benim gibi düşünmüyor deyip saldıran ve ona
her türlü rezilliği yapan insan, toplum ve devlettir. Oysa ne kadar farklı
fikir varsa, o kadar çözüm yolu ihtimali var demektir ama nasıl anlayacağız
bunu? Elbette ki anlamadık, anlamıyoruz ve bu kafayla da asla anlayamayacağız. Napıyoruz?
Farklı düşüneni gördük mü, bulduk mu, hemen nasıl yok edebiliriz, onda bizim
işimize yarayacak bir şey varsa nasıl alabiliriz ve onu aşikâr edip zımnen nasıl
tecziye edebiliriz ve bir daha kafasına göre düşünemeyecek hale getirebiliriz
diye tezgâhlar tertip etmeye çalışıyoruz. Oysa böyle bir şey ne küçültücü ve
tiksindirici bir şeydir ama algılayabilmek lazım bunu. Algılayabilmek için de
zekâ lazım. Bizim gibi düşünmeyenleri, duygulanmayanları, hissetmeyenleri
dinleyebilmeli, anlayabilmeliyiz. Belki, bir nokta kadar da olsa doğru
barındırıyordur ve o nokta kadar doğru toplum için büyük bir kazanca sebep
olabilir diye düşünmüyoruz. Çünkü benciliz, diğerkâm değiliz. Çark ammeye doğru
nasıl döner diye değil, çarkı kendimiz için nasıl döndürebiliriz diye
düşünüyoruz. Farklı bakan, gören, düşünen, hisseden birini gördük mü, zımnen
onu yok etme yoluna gidiyoruz. Onu toplum hayrına nasıl yönlendirebiliriz diye
düşünmüyoruz. Yani çok küçüğüz çok, büyümemiz lazım ama nasıl? Ne kadar
müptezelce bir tavır değil mi Allah, Muhammed, Kur’an ve İnsanlık aşkına? Ne
yani, farklı düşünen insanı tecziye edince elimize ne geçer? Neyi kazanmış
oluruz? Yoksa kaybederiz mi? Kaybederiz, kaybederiz de, kaybettiğimizi neyle ve
nasıl anlayacağız? Farklılığı koruduğumuz müddetçe kazanır, farklılığı
azalttığımız müddetçe de tedricen tükenir gideriz. Bir insan farklı düşünüyor
olabilir ama belki de bir toplumu çıkmazlardan kurtaracak bir düşünce tohumunu
taşıyordur, nereden, nasıl anlayacağız, bileceğiz bunu düşünceyi
kanatlandırmazsak? Öyleyse düşünene saygı, düşünceye hürriyet, sonsuz hürriyet!
Çünkü bu hürriyet, bir halkın hürriyetine açılan kapı olabilir. Zira herkes
aynı düşünemez, herkes aynı bakamaz ve göremez, herkes aynı hissedemez. Bu
yüzden de düşünceleri tanımalı, tahlil etmeli ve tefrik edip kullanılabilir
kılmalıyız, aksi şekilde davranmamalıyız. Hayır, bir insanı düşüncesinden
dolayı tecziye etsek ne kazanırız, elimize ne geçer ya da neyi kaybederiz? Biz
önce samimiyete, samimi niyete bakmak zorundayız. Filhakika mevzu daha da
müşahhaslaştırılabilir ama bir önce ki yazıda söylediğim gibi kabil olmuyor. En
derin düşünceler içimizde, bir yerlerde tıkanıp kalıyor, dile getirmeye
çalıştıkça belirsizleşiyorlar ve yok olup gidiyorlar. Yoksa bu mevzu da çok
derin bir mevzu haddizatında, hissiyat boyutunda.