“Arap-İslam âlemi bir daha çıkamamacasına tarihsel bir ‘kuyu’ya gömüldükçe gömülüyor; bütün dünyaya karşı, Batılılara, Ruslara, Çinlilere, Hintlere, Yahudilere vb. ayrıca, her şeyden önce kendisine karşı öfke duyuyor.”(1)
“Bir ulus başarı kazandığında, ötekilerin bakışı değişir, bu da onun kendini değerlendirişine etki eder. Özellikle dünyanın Japonya’ya, ardından Çin’e karşı takındığı tavrı düşünüyorum. Her şeyden önce ekonomik mucizelerinden ötürü saygı duyulan bu ülkelerin kültürlerini oluşturan her şey, diğerlerinin gözünde büyük değer kazandı. Bir halk, ne zaman muzaffer bir halk imajı kazansa, onun uygarlığını oluşturan her şey bütün dünya tarafından ilgiyle ve saygıyla izlenir.
Araplarsa böyle bir konumda değil. Durmadan bozgun üstüne bozgun yaşadıklarından, dünyanın geri kalanı onların uygarlıklarına tepeden bakıyor. Dilleri küçük görülüyor, edebiyatları fazla okunmuyor, inançları kuşku yaratıyor. Başkalarının bakışını ruhlarının derinliklerinde hissediyor, sonuçta, bu bakışı içselleştirip kendilerine karşı kullanıyorlar. Bu yıkıcı nefret duygusu Arapların birçoğunda yaygınlaşıyor. “Onlar” diye yazıyorum ama “biz” de diyebilirdim pekâlâ çünkü iki zamire de eşit uzaklıkta hissediyorum kendimi.
Bu hastalıklı tutumun çelişik itkilere yol açtığını görebilmek için uzman bir psikanalize başvurmanın hiç de gereği yok. Öfkesini acımasız bir dünyadan çıkarma isteği ve kendini yok etme isteği. Kimliğinden kurtulma arzusu ve kimliğini herkese gösterme arzusu.
Arapların durumunun dünyada daha da kötüye gittiği, ordularının yenik düştüğü, topraklarının işgal edildiği, halkının işkence gördüğü, aşağılandığı, düşmanlarının ise sınırsız güce sahip olduğu ve onlara tepeden baktığı ölçüde, dünyaya kazandırdıkları din, kendilerine olan saygılarının son kalesi haline dönüşüyor (bu dünyada kaybetme ama öte dünyada kazanma, cennete gitme).
Bu yüzden, acılarla dolu bu çağda, Müslüman ülkelerde dinin yaşanma biçimi, halkların içinde bulunduğu açmazı yansıtıyor. Hâlbuki şu durumdan kurtulabilseler ve demokrasiye, modernliğe, laikliğe, birlikte yaşamaya, bilginin önceliğine, yaşamın övgüsüne uyan ayetleri yeniden bulabilseler, metinlere olan harfi harfine bağlılıkları daha yumuşak, daha şefkatli, daha esnek olacak.(2)
“Çocukluğumda, Katolik bir kadın başını ve omuzlarını örtmeden ayine gidemezdi. Hiçbir inanan da –ister hizmetçi, isterse kraliçe olsun- bu kuralı çiğneyemezdi. Bu durum, Vatikan’ın 1960’lı yılların başında, artık kadınların başörtü takmadan kiliseye gidebileceklerine karar vermesine dek sürdü. Sanırım, bazı kişiler bu değişikliğe bozulmuş, hatta çok öfkelenmiştir, sonuçta, kökeni ta Aziz Pavlos’a dayanan çok eski bir geleneğe aykırı düşüyordu bu karar”… (3)
Bu başörtüsü tartışması size tanıdık geliyor mu?
“İngilizler, Arapların Osmanlılara karşı ayaklanmasına karşılık olarak, Arabistan Krallığını Mekke şerifinin oğlu olan Faysal’a vaat etmişlerdi. (Faysal) Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Batılı güçlerden destek almak için, (danışmanı) Albay Lawrence’la birlikte Versay Konferansı’na katıldı.
Paris’te kaldığı süre içinde, Siyonizm hareketinin önemli figürlerinden, 30 yıl sonra, İsrail devletinin ilk başkanı olacak olan Chaim Azriel Weizmann’la tanıştı. Bu iki adam 3 Ocak 1919’da, iki halk arasındaki kan bağlarını ve tarihsel ilişkileri överek ve Arapların arzuladığı büyük krallığın kurulması halinde bunun Filistin’e yerleşme konusunda Yahudileri cesaretlendireceğini ileri sürerek, şaşırtıcı bir belgeye imza attılar.”(4)
“Yurtsever meşruiyet’ kavramını belirginleştirmek istiyorum. Özel, hem de çok özel, hatta belki de İslam âleminde bir eşine daha rastlanmamış bir örnekten, halkını yıkımdan kurtarmayı başarmış, bu yüzden de savaşçı meşruiyetini hak etmiş, böylesi bir kozun ne kadar güçlü olabileceğini ve ondan nasıl yararlanabileceğini açıkça göstermiş bir önderden hareketle yapacağım bunu, Atatürk’ten söz etmek istiyorum.
Birinci Dünya Savaşı’nın ertesinde, bugünkü Türkiye toprakları çeşitli İtilaf orduları arasında paylaşılırken Versay veya Sevr’de toplanan Batılı güçler duygusuz biçimde insanlara ve topraklara sahip olurken, Osmanlı ordusunun bu subayı galiplere hayır deme cesaretini göstermiştir. Birçokları karşılaştıkları haksızlıklardan yakınırken, Mustafa Kemal Paşa silaha sarılmış, ülkesini işgal eden yabancı birlikleri kovmuş ve diğer güçleri tasarılarını gözden geçirmek zorunda bırakmıştır.”(5)
“Güney ülkelerinde, sık sık Batı’nın, en modernlik yanlısı seçkinleri ‘bile’ kendilerine yabancılaştırdığı söyleniyor. Öyle eksik bir değerlendirme ki bu, yanıltıcı olabiliyor. Bence şöyle demek gerek: Batı ‘özellikle’ modernlik yanlısı seçkinleri kendine yabancılaştırdı, bir yandan da gerici güçlerle sürekli olarak uzlaşma sağladı, ittifak alanları yarattı, çıkar ortaklıkları yaptı.”(6)
Hakikaten yanıltıcı olabilecek bir paragraf… Son ifadeden geriye doğru bakarsak daha açıklayıcı olabilir. Batı, sürekli olarak “gerici güçlerle” işbirliği yaptı; “modernlik yanlıları” ile değil!
-----------------------------------------
(1) : Çivisi Çıkmış Dünya, Amin Maalouf, YKY, 2009, S. 18, 19
(2) : AG.E. S. 174-176
(3) : AG.E. S. 160
(4) : AG.E. S.87
(5) : AG.E. S. 80, 81
(6) : AG.E. S. 49