Oy gizli, haber kutsal, yorum hürdür.
Abdullah Öcalan çok uç bir örnek!
Fakat derdimizi anlatmak bakımından da çarpıcı bir örnek!
Üstelik tam da bugünlerde gündemde!
Daha dün, Devlet Bahçeli, onu “bebek katili”, “cani” gibi sıfatlarla niteledi.
Aynı şahıs için, on milyonlarca Türk vatandaşı da, benzer nitelemeleri yapıyor. On milyonlarca insan için “tipik” “kötü adam!”
Bu, on milyonlarca insan için kötü kabul edilen kişi, milyonlarca Türk vatandaşı içinse “bir kahraman!” “İyi insan!”
Yine, daha dün, DTP'li milletvekilleri, ona Sayın Öcalan diye başlayan övgüler düzdüler.
Burada çok tuhaf bir durum var; Apo'yu dünyanın “en kötü insanı” kabul edenlerin de, “kahraman” kabul edenlerin de ahlak kurallarının temelinde “İslâmî ahlâk kuralları” var.
Çok acayip bir manzara!
“İyi” ve “kötü”yü belirleyen kurallarımız aynı olduğu halde, söz konusu kişi bir guruba göre dünyanın “en kötü” insanı, aynı kuralları benimseyen başka bir guruba göre ise dünyanın “en iyi” insanı olabiliyor.
Neden, acaba?
En önemli sebep olarak politik görüşlerimizin farklılığı öne sürülebilir. Büyük ölçüde de doğrudur. Fakat siyasî görüş farkı, pek çok olaydaki “iyi” ve “kötü” nitelemesini açıklayamaz.
* * *
Sosyal bir hadiseye bakarken, bulunduğunuz yer çok önemli!
Çünkü aynı olay, bulunduğunuz yerlere göre farklı görünebiliyor.
Amerika'da, bir polisi öldüren cani, aylarca aranıyor.
Polis, 1931 yılında, bir apartmanın çatı katında katili sıkıştırıyor. Operasyona 150 polis, keskin nişancılar, makineli tüfekler katılıyor. Katil, güç bela, yaralı olarak ele geçiriliyor.
Polis, caninin yakalandığı dairede, onun kanıyla da lekelenmiş bir not buluyor. Kâğıtta şunlar yazıyormuş: “Ceketimin altında yorgun ama nazik bir kâlp var, hiç kimseye zarar vermeyecek bir kâlp!”
Gözünü kırpmadan bir polisi öldüren cani, kendisini işte böyle görüyor.
Durum, çok düşündürücü!
İnsan, hayatta hangi pisliklere bulaşırsa bulaşsın, cemiyet, kanunlar onu ne kadar suçlarsa suçlasın, kendisini “kötü” olarak görmüyor. Kendisini suçlamıyor. İnsan, her hal ve şartta kendisini haklı gösterecek bir yol, bir kaçış buluyor.
İşin daha şaşırtıcı yanı, bu görüşünde de samimî! Yani, dış dünya onu ne kadar ağır suçlu olarak nitelerse nitelesin, o suçsuz olduğuna inanıyor.
Biliyorsunuz...
Neredeyse bütün cezaevindekiler “kader kurbanı”dır.
* * *
Peki, gerçek ne?
“Suçlu”ların ne kadarı gerçek suçlu, ne kadarı “kader kurbanı?”
Veya “suçlu”ların hepsi kader kurbanı mı?
Bu soruların cevabı, şu sorunun cevabında saklı olabilir!
Kim suçlu olmak ister? Kim kötü olmak ister?
Hangi bebek, hangi çocuk ben büyüyünce “suçlu olacağım”, “kötü olacağım” der?
* * *
Ele aldığımız konu, elbette derin ve geniş, çok boyutlu bir konu!
Başlangıç olarak...
“İyi insan nasıl olunur, sorusunun cevabı en başta eğitim kurumlarında, ailelerde aranıyor mu?”diye sormak lâzım diye düşünüyoruz.
Yoksa hep aranan sorunun cevabı, “Nasıl zengin olunur” mu?
* * *
İkinci olarak...
Hırsızlık, gasp, yaralama, öldürme, şiddet, rüşvet, kayırma, görevi kötüye kullanma, taciz, tecavüz ...vs. “suç” unsurlarına; bunlar bir hastalığın sonuçlarıdır; bu fiilleri işleyenler ceza görmeden önce tedavi edilmelidirler, bakış açısıyla hiç yaklaşılmış mıdır?
“Bilim ne için?” diye soruyoruz!
* * *
Şu son üç yıldızdan önce yazıyı bitirmiştim.
Fakat soru soruyu açıyor!
Üçüncü olarak da, aklıma şu geldi: Bu kadar bilim, bu kadar siyaset, bu kadar dinî eğitim-millî eğitim - askerî eğitim ne işe yarıyor?
Yoksa, yoksa, yoksa...
Hepimiz “suçlu” muyuz?
Affedersiniz!
Hepimiz hasta mıyız?
Onun için mi derine inmekten sürekli kaçıyoruz?
Önceki Yazılar