İnsan zihnine, savaşta düşman üstüne
yağdırılan mermi gibi her yönden bilgi yağıyor. Dışarıdan bakılınca sağlam gibi
görünse de bu bilgiler haddizatında mahiyet olarak kof bilgilerdir ve
insançocuklarını alıklaştırmak, bönleştirmek için imal edilmiş ve istenilen
insanı imal edecek bilgilerdir. Ama bu bilgiler zihne yerleştikleri vakit zihni
dumura uğratıyorlar, kötürümleştiriyorlar, bireysel ve toplumsal bilincimizi
ifsad ediyorlar yani bizi istenilen insan yapıyorlar, olmak istediğimiz insan
değil, olmamız istenilen insan. Çünkü olmak istediğimiz insan olursak,
birilerinin çok istedikleri hayatı yaşamaları imkânsızlaşacaktır yani dünyalık
arzularının tahakkuku akamete uğrayacaktır, binaenaleyh bizi bilgisiz
bırakmıyorlar. Bu bilgiler gelip zihinde kökleştiği vakit, bilinçlerimiz bizi
terkediyorlar ve bizler birer ölü canlara dönüşüyoruz. Çünkü insanın
düşmanları, bugün maddi araçları ya da kuvvete istinat eden şeyleri değil,
insanın ruhuna, kalbine ve kafasına dokunan şeyleri kullanıyorlar. Duygularla,
düşüncelerle oynuyorlar; giyeceklerimizle, yiyeceklerimizle, içeceklerimizle,
hazlarımızla, zevklerimizle, ortak olgularımızla vuruyorlar bizi. Korkuyu,
kalbimizin ve kafamızın içine, gövdemizin en dip derinliklerine monte
ediyorlar. Gerçeği ters yüz edip ve tersyüz edilen yani tahrif ve tahrip
edilmiş ve yalana tedvir eylenmiş gerçeği, gerçek diye önümüze koyup tercih
etmemizi istiyorlar. Oysa hazır şekilde getirilip önümüze konulmuş neyi tercih
edersek edelim, netice değişmeyecektir ve bunu çok iyi biliyorlar düşmanlarımız
yani insançocuklarının düşmanları. İnsançocuklarının düşmanlarının dili, dini,
rengi, ırkı yoktur, onlar her yerden çıkabilirler. İnsançocuklarını, nice melek
yüzlü, dost maskeli düşmanlar mahvetmişlerdir. Derine doğru inersek
fehmedebiliriz burada ki inceliği. Biz, işte şundan bize düşman olmaz deriz ama
onun amansız bir düşman olabileceğini fark etmeyiz. Allah; niye ‘’şeytan sizi
Allah ile aldatmasın’’ diye buyurmuştur ilahi buyruğunda? Bizim hislerimizi,
düşüncelerimizi şırınga ile çekip almak ve bizi düşüncesiz, hissiz bir hayvana
dönüştürmek istiyorlar. Düşünmemizden, duygulanmamızdan, merak etmemizden,
sormamızdan, sorgulamamızdan, şüphe etmemizden ve tetkike meyletmemizden
endişeye kapılıyorlar. İnsançocukları, hangi safta bulunurlarsa bulunsunlar,
neye inanırlarsa inansınlar, neyin ve kimin peşinden giderlerse gitsinler,
kesinlikle maddi ya da manevi hareketlerini bilinçsizce yapıyorlar ve ne
yaptıklarını, niçin yaptıklarını kesinlikle bilmiyorlar. Oysa kati surette
bilmeliyiz ki, doğru düşünce olmadan doğru bilgi olmaz, doğru bilgi olmadan da
doğru inanç, doğru felsefe olmaz. Felsefe demişken, muhakkak felsefe talim
ediniz, felsefesiz kalmayınız. Düşünmeden bildiğimizi zannettiğimiz, bilmeden
inandığımız ve sahip olduğumuz inançlar, felsefeler, çok geçmeden fanatizme ve
batıl inançlara dönüşür ve toplumu hurafeler, yalanlar yönlendirmeye başlar.
Bunu münhasıran varlığın dinsel yönüne hasretmemeliyiz, inanç boyutuna
yükselmiş hangi düşünce olursa olsun bu bağlamda değerlendirilmelidir. Ama
dinsel boyutta kendisini biraz daha net ve kesif olarak hissettirmektedir.
Toplumda zihniyet devrimi gerçekleştirilmeden hiçbir köklü dönüşüm
gerçekleştirilemez. Bugün insanlığın muhtaç olduğu, hissetmese bile ihtiyaç
duyduğu yegâne şey zihniyet devrimidir. Çünkü zihniyet devrimi olmadan
başarabilinecek hiçbir şey yoktur ve olamaz da. Bu durum bireyin şuurunda,
zihninde, hayatında kök salmış olmalıdır ilk evvelde. Ki, ondan sonra toplumun
kılcal damarlarında etkisini gösterebilsin ve insanlığın sarsılmasını sağlasın.
Bir bardak suyu derin dondurucuya
koyarsanız ne olur? Donar ve kabın şeklini alır de mi? İşte tıpkı bunun gibi
insanı da muayyen bir kalıba sokmaya yani bir nevi dondurmaya ve istenilen
şekli vermeye çalışıyorlar. Herkesin elinde kendi düşüncelerini, duygularını
doldurduğu bir kavanozu var ve insanı da o kavanozun içine katmaya ve insana o
kavanozun şeklini vermeye çalışıyorlar ve insan kavanozun içine gönüllü
giriyor. Sonrada insanı oradan çıkarıp hayatın içine bırakıyorlar, üstelik
kendi tefessüh etmiş, köhnemiş, çağın gerisinde kalmış duyguları ve düşünceleri
ekseninde ürettikleri hayatın. Üretilmiş insanı, üretilmiş hayatın içine
atıveriyorlar. Böylece, kendi doğallığını kaybeden, doğal gelişim sürecinin
dışına çıkan insan, insanlıktan da çıkıyor ve birbirini boğazlayan hayvanlar
gibi yaşamaya başlıyorlar. İnsan, imal edilen bir varlık derekesine
düşürülmüştür maalesef. Şöyle bir bakın dünyaya lütfen, kahir ekseriyetin imal
edilmiş olduklarını müşahede edersiniz. Çünkü kendi varoluşlarına mütenasip
davranışlar sergilemediklerine ve kendileri gibi yaşamadıklarına şahit
olursunuz, kendilerini imal edenlerin istedikleri gibi yaşadıklarını, onların
kafalarıyla düşündüklerini, onların duygularıyla duygulandıklarını, onlar gibi
giyip, yiyip, içtiklerini ve onların istediklerini yapıp, istemediklerini
yapmadıklarını görürüsünüz. Maddeyi nasıl imal ediyorlarsa, insanı da faşist emperyalist
düzenin düzeneklerinde imal ediyorlar yani düzeneğin işlemesini sekteye
uğratmayacak, bilakis daha iyi şekilde işlemesini sağlayacak insanlar imal
ediyorlar ve buna da insanları gerçekten inandırıyorlar. Resmiyet kavanozuna
atılmış, orda uzun yıllar bekletilmiş, kalbi ve kafası resmileştirilmiş,
doğallığını, özgünlüğünü, özbenliğini, özbilincini kaybetmiş, duyguları ve
düşünceleri öldürülmüş ve sonra piyasaya sürülmüş uzmanlara insan imal
ettiriyorlar. Nasıl insanlar istediklerini söylüyorlar ve planlarınızı yapın ve
kurgulayın diyorlar. İmal edilen insanlar artık istendik şekilde manipüle
edilebiliyorlar, söylenen her şeye inanabiliyorlar, yaptıklarını niçin
yaptıklarını sorgulayamıyorlar, nereye, niçin ve nasıl gittiklerini idrak
edemiyorlar. Bilmeden, anlamadan ve birilerinin, duyguları ve düşüncelerine
göre düşman oluyorlar ve nefret ediyorlar. Neyi tercih ettiklerini, niçin
tercih edeceklerini bilmiyorlar ve neyi, niçin tercih ederlerse etsinler
sonuncun asla değişmeyeceğini fark edemiyorlar. Bilmeden, anlamadan
inanıyorlar. Kendileri için değil başkalarını yaşatmak için yaşıyorlar.
Başkaları yaşarken ve kendileri bakarken, acaba yaşamak benimde hakkım olamaz
mı, biz dünyaya hep başkaları yaşasın diye mi geldik diye sormak akıllarının
ucundan bile geçmiyor. Söylenilen hiçbir şeyi, ortaya konulan hiçbir eylemi
sorgulamıyorlar. Hakikati inkâr edecek, her türlü yalanı yutacak, istenilen
kıvamda ve ölçüde olacak insanlar istiyorlar ve imal ettiriyorlar. Yeni ve
katışıksız bir gerçekliğe vasıl olabilmek için, zihnimizi kuşatan yalanları yok
etmeli, gövdemizi saran zincirleri kırmalı ve varoluşumuzu tüm buutlarıyla
özgürleştirmeliyiz. Sahici, sağlam ve altyapısı güçlü bir değişim için
iradesini ortaya koymayanlar, imal edilmeye direnmeyenler, samimi ve dürüst bir
gayret içerisinde olmayanlar, insanca yaşanacak güzel ve aydınlık yarınları hak
edemezler. Hak ettiğim yaşama ulaşmak için, imal edilmeyeceğim ve direneceğim.
Varolduğum gibi insan olmak istiyorum, çürümüş zihinlerin bozuk kodlarına göre
imal edilmiş insan olmak istemiyorum. Birilerine göre sevmeyeceğim, nefret
etmeyeceğim, yaşam çizgimi belirlemeyeceğim, tercihte bulunmayacağım. İnsan
olmaklığım ekseninde, sevmem gerekiyorsa seveceğim, nefret etmem gerekiyorsa
edeceğim, nasıl yaşamam gerekiyorsa öyle yaşayacağım. Yaşamak, insanın tam
karşısında ama hissedecek kalbi, anlayacak kafası, görecek gözü yok maalesef!
Topluma şöyle bakıyorum da, insanlar
hep bir şeylerden şikâyetçi ve hep başkalarını değiştirmek derdinde ama kimse
ben ne yapabilirim ve ben kendimi değiştirmeden diğerlerini nasıl
değiştirebilirim ya da acaba benim kendimi değiştirmemi gerektirecek bir
yaşamım var mı diye akıl yürütememektedirler, belki de yürütmektedirler ama
samimi olmadıkları yahut kendilerine karşı kör oldukları için olumlu bir sonuca
varamamaktadırlar. Kendileri kötülük yapmaya devam ettikleri halde ya da
yaptıklarının kötülük olduğunu bildikleri halde veyahut kötülükleri yok etmek
adına hiçbir iyilikte bulunmadıkları halde yine de başkalarının kötülüklerini
ortaya getirecek kadar alıklar ve bönler. Veyahut kendileri kötülük yaptıkları
için başkalarının iyiliklerini örtecek ve bu yolla insana ve topluma ihanet
edecek kadar ahlaksızlar. Daha ötesi bazıları da, kendileri sanki doğuştan
iyilermiş gibi ve bu sebeple de kötülük işleyebilirlermiş gibi, işledikleri
kötülükleri göz ardı ederek, kendi dışlarında iyilik yapanlar kendileri gibi
düşünmedikleri için onları inançlarından dolayı yargılayıp kötüler kategorisine
dâhil etmeye tevessül etmektedirler. Kimliklerimizin, işlediğimiz
kötülüklerimizi temizleyeceğini sanacak kadar bağnaz, sekter ve dar kafalıyız.
Bizler kişilere, kendimiz hiçbir şey yapmadan, bizi değiştirebilecek güç
vehmetmekteyiz ve kendimiz öylece yaşamımıza devam etmekte ve kötülüklerimizden
de el çekmeye çalışmamaktayız. Yani kendimizi kenara koyuyoruz ve her şeyi
dışarıdan bekliyoruz. Biz kötülük yapabiliriz ama dışımızdakiler iyilik
yapmalıdırlar. Biz kendimizi ortaya koyamayız ama kişiler bizi
değiştirmelidirler. Ne kadar alıkça ve bönce bir duyumsayış ve düşünüş. Eğer
böyle bir şey kabil olsaydı, Peygamberin varoluşu, insanlığın külliyen değişimi
için temel etken olurdu ve insanlık hiçbir hareket yapmadan, münhasıran
Peygamberin varlığıyla değişirdi. Oysa hakikatte böyle bir şeye yer yoktur.
Çünkü değişim, bireyin kendi özünden başlar. Her şeyin çok güzel olması için
önce insanın çok güzel olması, özgür iradesini ortaya koyması, ödevini
behemehâl yapması gerekmez mi? Birey kendi kendisini değiştirme iradesi
göstermedikçe, ne kendisi değişebilir ne de toplumun dönüşümünde etkili
olabilir. Peygamberin görevi neydi? Hakikati insanlığın vicdanına iletmek.
Çünkü Peygamberin insanlığı inandırmak gibi bir görevi yoktu. Mesaj ulaştığı an
gerisi insanın kendisine kalmaktaydı. Kur’an’ı tertil, tedebbür, taakkul ile
okuyup anlamaya çalıştığınız vakit, bu hakikat spontane tezahür edecek ve
kalplerinize ayan olacaktır. Ama anlamadan inanmayı tercih eden insanoğlunun bu
hakikati de anlaması kuşkusuz güç olacaktır. Herkes kendi kaderinden kendisi
sorumludur ve kaderini kendisi çizer ve elbette toplumsal kadere dokunuşlarda
bulunur! Kaderine ve kaderlere dokunuşta bulunmaya var mısın, yarınlarda her
şeyin çok güzel olması için?
Gördükleriniz, bildikleriniz gerçek
değil! Görünmeyenleri, bilinmeyenleri ve gerçekleri de ortaya koymak kolay
değil. Dünya zor bir yerdir ve zoru yenmek kolay değildir! Şu dünyaya yeni
doğdunuz ve dünyada yapayalnızsınız ve zaman içinde her şeyle ilk defa
karşılaşıyorsunuz yani beyninizde hiçbir şey yok ve gövdenize gelen donelerle
tedricen dolduracaksınız. Kendi emeğiniz çok önemli, çünkü emeğinizle mütenasip
bir kişiliğiniz, kişiliğinizle mütenasip bir yaşamınız ve yaşamınızla mütenasip
toplumsal bünyeye dokunuşlarınız ve dokunuşlarınızla mütenasip bir etkiniz
olacaktır, etkiniz olduğu kadar da istediğiniz gerçekleşecektir, böyle farz
ediniz. Ve kimsenin etkisinde kalmadan, kimseye inanmadan, kimseyi duymadan
öğreniniz öğreneceğiniz ne varsa. Kesinlikle mutlak özgürlüğünüzle öğrenin
öğreneceğiniz her şeyi ve öğrenecekleriniz kendinizi bile yalanlasa insanca bir
duruş sergileyip kabul etmekten imtina etmeyin. Anlama çabası içine giriniz,
hakikati arayınız, anlamadan da inanmayınız; yalanlardan kurtulabilmek ve
gerçekliğe ulaşabilmek için bu önkoşuldur. Hayat çok komplikedir ve biz işte
böyle bir hayatın içinde gerçekliğe ulaşmak zorundayız. Bir şeyin yalan
olduğunu bile bile kabul etmek nasıl bir duygu? Bir insan yalana inanarak mutlu
olabilir mi? Yalanlarla varolunabilir mi? Yalanlarla varolmaya çalışanlar, var
kılmaya çalıştıkları bir şeyleri olmayanlardır. Münhasıran varlıklarını payidar
kılmak derdiyle yananlardır ama bu uğurda insanları da yakmaktan imtina
etmeyenlerdir. Geçelim! İnsan eskiyi fırlatıp atar, nisyan çukuruna gömer ve
yeniye hayran olur ama bilmeden yapar bunu. Bilseydi ki yeni diye bildiği onu
daha da eskiye mahkûm kılacaktı ve eskitecekti, yapar mıydı yine de
yapmayacaklarını? Kim bilir! Çünkü mühim olan getiri ve götürüdür ama bu
düşünülmez bile. İnsan gördüğü şu fezanın derinliklerinde çok farklı âlemlerin
olduğunu düşünemez, çünkü gözleri yorgundur bakamaz, beyni duvarlara çarpar ve
geri döner ve kendi sığlığına sığınır. Görmeye çalışanları da küçümser,
yaftalar ve göremeyenlerin göremediklerini görenlerin ve gördüklerini
anlatanların gözlerini oymaya çalışır. Çünkü insan gerçeklerden korkar, zira
gerçeklerin kendi varlığını yalanlayacağını ve kendisini hiçleştireceğini ihsas
eder. Bu yüzden gerçeklerden uzak yaşamaya çalışır ve gerçekleri
yakınlaştırmaya çalışanlardan da nefret eder. Çare midir, çare nedir?