BÜYÜK YANILGI VE KARANLIĞIN KUYUSU...11...

Özgür DENİZ - 24.05.2019

Size, size ait olmayan yaşamı, size çaktırmadan dikte ediyorlar ve sessizce kabul etmek zorunda kalıyorsunuz. Çünkü demir duvarlarla kuşatılmışsınız ve kıpırdayacak durumda değilsiniz. Her şeyde önünüze demirden bir heykel gibi dikilen bir olgu çıkıyor ve dur diyor. Ne yapacağınızı şaşırıyorsunuz. Zira tehlikeli bölgeye daldınız ve her an ummadığınız bir şeyle itham edilebilirsiniz. Üstelikte hiçbir alakanız olmayan şeylerle. Birilerinin hoşuna gitmeyen şeyler yaparsanız, hoşunuza gitmeyecek ama hiçte alakanız olmayan şeylerle itham edilirsiniz. Sessiz ve derin korku ve kıpırtısız kalmaya mahkûm olmak! İşte bu duygunun ruhunuzda yarattığı korku sizi darmadağın ediyor ve diz çöküyorsunuz. Zira kendi varlığınızı adamak zorunda kaldığınız ve varlığınızı varlığı uğruna feda edeceğiniz olgulardır bunlar. Siz kölesiniz, varlığınızın ehemmiyeti yoktur, varlığınız var kalması gerekenlerin varlıklarını devam ettirdiği sürece değerlidir, bilakis bir hiçsiniz. Oysa değerli olan bizatihi insanın kendisidir ve insan kendi varlığının devamını sağlamak zorundadır ve dahi kendi varlığına anlam katmayan ve kendi varlığını değerli hissettirmeyen hiçbir şeyin varlığı değerli değildir ve öyle de anlaşılmalıdır. Ben yoksam, varolması gereken ne vardır ya da varolması gerektiği düşünülen o şey varolabilir mi bensiz? Bu yüzden beni yok eden ya da benim yok olmamda kuvvetli ve etken bir aracı olan bir şeyin varlığının idamesi beni zerre ırgalamaz. Zira kendi varlığım devam ederse, varlığı daim olacaktır varolması istenen olguların, öyleyse önce onların benim varlığımı desteklemesi icap etmez mi? Tüm olan bitenler muvacehesinde kendimizi aciz ve çaresiz hissediyoruz! Çünkü biz, bizi uyandıracak ve bize kuvvet verecek bilinçlerden mahrumuz. Oysa özbilincimiz, bizi, yaptığımız yanlışlarla, kaçırdığımız hakikatle, ıskaladığımız yaşamla uyarabilir. Toplumsal bilincimiz de, toplumda ki işlerin nasıl bize hissettirilmeden, fark ettirilmeden kotarıldığı konusunda uyarabilir. Ve biz bu bilinçlerimiz sayesinde bizim dışımızda dönen dolaplardan haberdar olabiliriz ve uyanabiliriz, değerini yıllar sonra anlayacağımız kaybettiklerimizin değerini şimdiden anlar ve elimizde tutarız. Siz dağ başında ağaçlardan yapılmış bir evde oturuyorsunuz ve size gelip diyorlar ki, sana bir sandal vereceğiz, hiç düşünmeden kabul ediyoruz, zira farklı bir şey ama ihtiyacımız olup olmadığını hiç düşünmüyoruz. Ve bir sandal karşısında bizden alınanları hiç algılamıyoruz bile. Ama verince eksildiğimiz oysa alınca artmadığımız şeylerin ne olup olmadıklarını iş işten geçince anlamak neye yarar değil mi?

 

İnsanı tanıdıkça insandan, hayatı tanıdıkça hayattan, dünyayı tanıdıkça dünyadan ve şeyleri tanıdıkça her şeyden soğuyor insan. Bomboş, anlamsız, saçma sapan gelmeye başlıyor her şey, belki de öyledir her şey ama siz öyle değilmiş gibi hissediyorsunuzdur! Varlığınızı ve varlığa dair ne varsa varolan her şeyi sorgulamaya yöneliyorsunuz. Sorular ve sorgular bile usanç vermeye başlıyor insana, hatta nice değerlerin ya da değermiş gibi görülen şeylerin yitimine sebep oluyor bu durum. Yorulduğunuzu, tükendiğinizi hissediyorsunuz. Neye, kime, niçin inandığınızı ya da inanacağınızı sorgulamaya başlıyorsunuz, tüm inancınızı yitirir gibi oluyorsunuz. Anlamsız bir boşluğa mıh gibi çakılıyor gözleriniz ve o boşlukta yitip gidiyor ruhunuza anlam kattığını sandığınız sözleriniz. Öyle sıkıyor ki hayat sizi, tüm gövdeniz çöküveriyor. Boğazınızda düğümleniyor nice duygulanımlar. Her şeye inancınız yitip gidiyor bir anlığına. Bu dünyaya yeni doğan ve doğacak olan çocukları düşünüyorsunuz ansızın ve merhametiniz nüksediveriyor. Doğduklarına pişman olacaklar deyiveriyorsunuz sessizce ve dediğinize pişman oluveriyorsunuz hıçkırarak. Her şey öyle kirlenmiş, öyle çürümüş ve öyle kokuşmuş ki, tiksiniyorsunuz, kaçmak istiyorsunuz. Sığınacak tek bir liman yok! İnsanlığa ait hangi olgu varsa, tersyüz edilmiş ve tam tersi şekilde olaylaşıyor ve bu yolla insanı yok etmek kolaylaşıyor. İnsanı yok ediyoruz ama yine de yok edilen insanı suçluyoruz. Hüzünleniyor, üzülüyorsunuz ama ne çare! Ne yaparsanız yapın, denize atılan taşın oluşturduğu dalgalar gibi sığ ve gelip geçici oluyor. Çünkü karşınızda bir deniz değil, deniz gibi görünen bataklık duruyor. Tıpkı insan gibi görünen bir hayvanın durduğu gibi. Ruhunuz öyle halsiz kalıyor ki, ne yapılırsa yapılsın tek bir kımıldanma hissedilmiyor. Basitleşmiş, küçülmüş, sığlaşmış, daralmış ama kocaman bir dünyanın içinde ne yapacağınızı şaşırıyorsunuz. Öyle yavan ki ortaya konulan davranışlar ve öyle basit ki uygulanan hareketler, siz sebep olmadığınız halde bu şeylere, utanan siz oluyorsunuz. Çünkü insan olarak varolmuş varlık sebep oluyor tüm bu davranışların sergilenmesine ve hareketlerin uygulama safhasına geçmesine. Vicdan kuruyunca mı oluyor ki tüm şeyler ya da bilinç ölünce mi? Bilmiyorum ama böyle bir dünyadan iğreniyorum ve insanlığa ait ne kadar değer taşıyorsam üzerimde soyunmak istiyorum!

 

İnsan hain, ihanet etmediği hiçbir şey yok! Hangi olguya yaslanan bir insan gördümse, o insanı aynı şekilde kendisine yaslandığı ve varlığıyla ne varlıklara ulaştığı olgunun ırzına geçtiğini gördüm. Sevgi deyip nefret tohumları ekenlerin varlığına tanıklık ettim. Adaleti zulme aracı kılanların, rezilliklerini ahlak örtüsüyle gizleyenlerin, sevda üzerine şiirler okuyup, şarkılar söyleyip, konuşmalar yapıp, kadını cinsel bir nesne olarak görenlerin varlığına tanıklık ettim. Vicdanın Tanrı’nın evi olduğunu söyleyip ve Tanrı’nın merhametinden dem vurupta, vicdandan ve merhametten yoksun ne zalimlerin yürüdüğünü gördüm dünya denilen handa. Zevahirde özgürlük, eşitlik deyipte, insanlığın kanına girip insanlığı dövüştüren ama hakikatte katıksız bir faşist emperyalist olan ne sahtekârlar gördüm insanlık toprağına musallat olmuş. Dindar görünüpte dindar olamamış ama görüntüsüyle insanları afyonlamış, uyutmuş, aldatıp sapıtmış ve köleleştirmiş ve tüm bu iğrenç halleriyle kulluk toprağını kirletmiş ne müptezeller tanıdım. Vatan deyipte, millet deyipte, vatanı ve milleti acımasızca ve haysiyetsizce soyan ne hainlerin varlığına tanıklık ettim. Kendisi kötülük cehenneminde yaşadığı halde, hep iyilik ederek yaşayanların iyiliklerini inançları yüzünden yok sayan ve onları kötü, sırf inancından dolayı kendisini iyi gören ne namussuzlar tanıdım. Görüntüsüyle kibarlık ve zarafet abidesi olduğunu düşündürten ama hakikatte ruhlarını çirkin bir kabalığın kaplamış olduğu ne yaratıkların varlığına şahitlik ettim. Hepsi de teoride birer efsane idiler ama pratikte alçakların en alçağıydılar. Birbirlerinin muarızlarıydılar zevahirde ama kardeştiler batında. İyilikte değil kötülükte yarışıyorlardı birbirleriyle. Hepsi de tiksindirici yaratıklardı. İnsanlığın düşmanı olan insan görünümlü yaratıklardı. Her şeyi bozmuşlar, tahrip ve tahrif etmişlerdi. Muhtevasız kuru bir retorikten müteşekkildi söz kılıflı boş lafları. Nutukları boldu ama eylemden nasipsizdiler. Hayranlık uyandırıyorlardı yeryüzünde arz-ı endam eyleyişleriyle ama tiksindiriyorlardı eylemleriyle. İnsanları küçültmüşler, kendilerini büyütmüşlerdi küçülttükleri insanların karşısında ve küçültülen insanlar nazarında ulaşılması imkânsız prototipler olmuşlardı. Kendilerini insanlığın şeyhi, insanlığı kendilerinin müridi gören ne insanlar tanıdım. Bir hiçtiler ama hepleştirilmişlerdiler hiçleştirilmişlerce. Realizmin bataklığında yaşayıp idealizmin burçlarına yükseltilmiş ne insanlar gördüm. Aklımızı, kalbimizi kullanmamızı asla istemeyen ama istermiş gibi görünen fakat içinde bulunduğumuz akılsızlığımızı ve kalpsizliğimizi kirli, küçük ve ucuz menfaatlerine ulaşmak için suiistimal eden ne kahpe zalimler tanıdım. Hürriyet bahşetmek niyeti taşımayan ama hürriyetten bahseden, köleliği telin eden ama köleleştirmek için çırpınan, birey olmaya övgüler düzen ama sürüleştirmek için her türlü yolu deneyen ne şerefsizler tanıdım yeryüzü meydanında. En kutsal olguları, en çirkin emellerine kılıf yapan ne düzenbazlar gördüm yaşadığım zaman içinde. Hiçbiri hiçbir zaman insan değillerdi ve olamadılar da ama hep insan gibi göründüler ve saygı gördüler. İşte buydu kalbi yaralayan! Bunu gördükçe de tiksindim yaşamdan, dünyadan, insandan ve her şeyden. Belki susmam gerekiyordu ama konuşmayı tercih ettim, bu alçakların alçaklıklarını ifşa etmek ve insanlığı uyandırmak, bu alçaklara karşı müteyakkız olmalarını sağlamak uğruna. Ama iyi insanlarda tanıdım iyi atlara binip rüzgâr gibi uçup giden! Son söz de Nietzsche'nin olsun; "Batan güneşi severim, çünkü o doğacaktır. Devrilen sütunu severim, çünkü o tekrar dikilecektir."

Tarih: 24.05.2019 Okunma: 891

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?