Size, size ait olmayan yaşamı, size
çaktırmadan dikte ediyorlar ve sessizce kabul etmek zorunda kalıyorsunuz. Çünkü
demir duvarlarla kuşatılmışsınız ve kıpırdayacak durumda değilsiniz. Her şeyde
önünüze demirden bir heykel gibi dikilen bir olgu çıkıyor ve dur diyor. Ne
yapacağınızı şaşırıyorsunuz. Zira tehlikeli bölgeye daldınız ve her an
ummadığınız bir şeyle itham edilebilirsiniz. Üstelikte hiçbir alakanız olmayan
şeylerle. Birilerinin hoşuna gitmeyen şeyler yaparsanız, hoşunuza gitmeyecek ama
hiçte alakanız olmayan şeylerle itham edilirsiniz. Sessiz ve derin korku ve
kıpırtısız kalmaya mahkûm olmak! İşte bu duygunun ruhunuzda yarattığı korku
sizi darmadağın ediyor ve diz çöküyorsunuz. Zira kendi varlığınızı adamak
zorunda kaldığınız ve varlığınızı varlığı uğruna feda edeceğiniz olgulardır
bunlar. Siz kölesiniz, varlığınızın ehemmiyeti yoktur, varlığınız var kalması
gerekenlerin varlıklarını devam ettirdiği sürece değerlidir, bilakis bir
hiçsiniz. Oysa değerli olan bizatihi insanın kendisidir ve insan kendi
varlığının devamını sağlamak zorundadır ve dahi kendi varlığına anlam katmayan
ve kendi varlığını değerli hissettirmeyen hiçbir şeyin varlığı değerli değildir
ve öyle de anlaşılmalıdır. Ben yoksam, varolması gereken ne vardır ya da
varolması gerektiği düşünülen o şey varolabilir mi bensiz? Bu yüzden beni yok
eden ya da benim yok olmamda kuvvetli ve etken bir aracı olan bir şeyin
varlığının idamesi beni zerre ırgalamaz. Zira kendi varlığım devam ederse,
varlığı daim olacaktır varolması istenen olguların, öyleyse önce onların benim
varlığımı desteklemesi icap etmez mi? Tüm olan bitenler muvacehesinde kendimizi
aciz ve çaresiz hissediyoruz! Çünkü biz, bizi uyandıracak ve bize kuvvet
verecek bilinçlerden mahrumuz. Oysa özbilincimiz, bizi, yaptığımız yanlışlarla,
kaçırdığımız hakikatle, ıskaladığımız yaşamla uyarabilir. Toplumsal bilincimiz
de, toplumda ki işlerin nasıl bize hissettirilmeden, fark ettirilmeden
kotarıldığı konusunda uyarabilir. Ve biz bu bilinçlerimiz sayesinde bizim
dışımızda dönen dolaplardan haberdar olabiliriz ve uyanabiliriz, değerini
yıllar sonra anlayacağımız kaybettiklerimizin değerini şimdiden anlar ve
elimizde tutarız. Siz dağ başında ağaçlardan yapılmış bir evde oturuyorsunuz ve
size gelip diyorlar ki, sana bir sandal vereceğiz, hiç düşünmeden kabul
ediyoruz, zira farklı bir şey ama ihtiyacımız olup olmadığını hiç düşünmüyoruz.
Ve bir sandal karşısında bizden alınanları hiç algılamıyoruz bile. Ama verince
eksildiğimiz oysa alınca artmadığımız şeylerin ne olup olmadıklarını iş işten
geçince anlamak neye yarar değil mi?
İnsanı tanıdıkça insandan, hayatı
tanıdıkça hayattan, dünyayı tanıdıkça dünyadan ve şeyleri tanıdıkça her şeyden
soğuyor insan. Bomboş, anlamsız, saçma sapan gelmeye başlıyor her şey, belki de
öyledir her şey ama siz öyle değilmiş gibi hissediyorsunuzdur! Varlığınızı ve
varlığa dair ne varsa varolan her şeyi sorgulamaya yöneliyorsunuz. Sorular ve
sorgular bile usanç vermeye başlıyor insana, hatta nice değerlerin ya da
değermiş gibi görülen şeylerin yitimine sebep oluyor bu durum. Yorulduğunuzu,
tükendiğinizi hissediyorsunuz. Neye, kime, niçin inandığınızı ya da
inanacağınızı sorgulamaya başlıyorsunuz, tüm inancınızı yitirir gibi
oluyorsunuz. Anlamsız bir boşluğa mıh gibi çakılıyor gözleriniz ve o boşlukta
yitip gidiyor ruhunuza anlam kattığını sandığınız sözleriniz. Öyle sıkıyor ki
hayat sizi, tüm gövdeniz çöküveriyor. Boğazınızda düğümleniyor nice
duygulanımlar. Her şeye inancınız yitip gidiyor bir anlığına. Bu dünyaya yeni
doğan ve doğacak olan çocukları düşünüyorsunuz ansızın ve merhametiniz
nüksediveriyor. Doğduklarına pişman olacaklar deyiveriyorsunuz sessizce ve
dediğinize pişman oluveriyorsunuz hıçkırarak. Her şey öyle kirlenmiş, öyle
çürümüş ve öyle kokuşmuş ki, tiksiniyorsunuz, kaçmak istiyorsunuz. Sığınacak
tek bir liman yok! İnsanlığa ait hangi olgu varsa, tersyüz edilmiş ve tam tersi
şekilde olaylaşıyor ve bu yolla insanı yok etmek kolaylaşıyor. İnsanı yok
ediyoruz ama yine de yok edilen insanı suçluyoruz. Hüzünleniyor, üzülüyorsunuz ama
ne çare! Ne yaparsanız yapın, denize atılan taşın oluşturduğu dalgalar gibi sığ
ve gelip geçici oluyor. Çünkü karşınızda bir deniz değil, deniz gibi görünen
bataklık duruyor. Tıpkı insan gibi görünen bir hayvanın durduğu gibi. Ruhunuz
öyle halsiz kalıyor ki, ne yapılırsa yapılsın tek bir kımıldanma hissedilmiyor.
Basitleşmiş, küçülmüş, sığlaşmış, daralmış ama kocaman bir dünyanın içinde ne
yapacağınızı şaşırıyorsunuz. Öyle yavan ki ortaya konulan davranışlar ve öyle
basit ki uygulanan hareketler, siz sebep olmadığınız halde bu şeylere, utanan
siz oluyorsunuz. Çünkü insan olarak varolmuş varlık sebep oluyor tüm bu
davranışların sergilenmesine ve hareketlerin uygulama safhasına geçmesine.
Vicdan kuruyunca mı oluyor ki tüm şeyler ya da bilinç ölünce mi? Bilmiyorum ama
böyle bir dünyadan iğreniyorum ve insanlığa ait ne kadar değer taşıyorsam
üzerimde soyunmak istiyorum!
İnsan hain, ihanet etmediği hiçbir şey
yok! Hangi olguya yaslanan bir insan gördümse, o insanı aynı şekilde kendisine
yaslandığı ve varlığıyla ne varlıklara ulaştığı olgunun ırzına geçtiğini
gördüm. Sevgi deyip nefret tohumları ekenlerin varlığına tanıklık ettim.
Adaleti zulme aracı kılanların, rezilliklerini ahlak örtüsüyle gizleyenlerin,
sevda üzerine şiirler okuyup, şarkılar söyleyip, konuşmalar yapıp, kadını
cinsel bir nesne olarak görenlerin varlığına tanıklık ettim. Vicdanın Tanrı’nın
evi olduğunu söyleyip ve Tanrı’nın merhametinden dem vurupta, vicdandan ve
merhametten yoksun ne zalimlerin yürüdüğünü gördüm dünya denilen handa. Zevahirde
özgürlük, eşitlik deyipte, insanlığın kanına girip insanlığı dövüştüren ama
hakikatte katıksız bir faşist emperyalist olan ne sahtekârlar gördüm insanlık
toprağına musallat olmuş. Dindar görünüpte dindar olamamış ama görüntüsüyle
insanları afyonlamış, uyutmuş, aldatıp sapıtmış ve köleleştirmiş ve tüm bu
iğrenç halleriyle kulluk toprağını kirletmiş ne müptezeller tanıdım. Vatan
deyipte, millet deyipte, vatanı ve milleti acımasızca ve haysiyetsizce soyan ne
hainlerin varlığına tanıklık ettim. Kendisi kötülük cehenneminde yaşadığı
halde, hep iyilik ederek yaşayanların iyiliklerini inançları yüzünden yok sayan
ve onları kötü, sırf inancından dolayı kendisini iyi gören ne namussuzlar
tanıdım. Görüntüsüyle kibarlık ve zarafet abidesi olduğunu düşündürten ama
hakikatte ruhlarını çirkin bir kabalığın kaplamış olduğu ne yaratıkların
varlığına şahitlik ettim. Hepsi de teoride birer efsane idiler ama pratikte
alçakların en alçağıydılar. Birbirlerinin muarızlarıydılar zevahirde ama
kardeştiler batında. İyilikte değil kötülükte yarışıyorlardı birbirleriyle.
Hepsi de tiksindirici yaratıklardı. İnsanlığın düşmanı olan insan görünümlü
yaratıklardı. Her şeyi bozmuşlar, tahrip ve tahrif etmişlerdi. Muhtevasız kuru
bir retorikten müteşekkildi söz kılıflı boş lafları. Nutukları boldu ama
eylemden nasipsizdiler. Hayranlık uyandırıyorlardı yeryüzünde arz-ı endam
eyleyişleriyle ama tiksindiriyorlardı eylemleriyle. İnsanları küçültmüşler,
kendilerini büyütmüşlerdi küçülttükleri insanların karşısında ve küçültülen
insanlar nazarında ulaşılması imkânsız prototipler olmuşlardı. Kendilerini
insanlığın şeyhi, insanlığı kendilerinin müridi gören ne insanlar tanıdım. Bir
hiçtiler ama hepleştirilmişlerdiler hiçleştirilmişlerce. Realizmin bataklığında
yaşayıp idealizmin burçlarına yükseltilmiş ne insanlar gördüm. Aklımızı,
kalbimizi kullanmamızı asla istemeyen ama istermiş gibi görünen fakat içinde
bulunduğumuz akılsızlığımızı ve kalpsizliğimizi kirli, küçük ve ucuz
menfaatlerine ulaşmak için suiistimal eden ne kahpe zalimler tanıdım. Hürriyet
bahşetmek niyeti taşımayan ama hürriyetten bahseden, köleliği telin eden ama
köleleştirmek için çırpınan, birey olmaya övgüler düzen ama sürüleştirmek için
her türlü yolu deneyen ne şerefsizler tanıdım yeryüzü meydanında. En kutsal
olguları, en çirkin emellerine kılıf yapan ne düzenbazlar gördüm yaşadığım
zaman içinde. Hiçbiri hiçbir zaman insan değillerdi ve olamadılar da ama hep
insan gibi göründüler ve saygı gördüler. İşte buydu kalbi yaralayan! Bunu
gördükçe de tiksindim yaşamdan, dünyadan, insandan ve her şeyden. Belki susmam
gerekiyordu ama konuşmayı tercih ettim, bu alçakların alçaklıklarını ifşa etmek
ve insanlığı uyandırmak, bu alçaklara karşı müteyakkız olmalarını sağlamak
uğruna. Ama iyi insanlarda tanıdım iyi atlara binip rüzgâr gibi uçup giden! Son
söz de Nietzsche'nin olsun; "Batan güneşi severim, çünkü o
doğacaktır. Devrilen sütunu severim, çünkü o tekrar dikilecektir."