BÜYÜK YANILGI VE KARANLIĞIN KUYUSU...22...

Özgür DENİZ - 18.06.2019

Hayat, haddizatında değişmektir değil mi? Bunu hissediyorsunuz, yüreğinizin sesini dinliyorsunuz, belli belirsiz duygulanımlara kapılıyorsunuz, hüzün kaplıyor baştanbaşa sizi. Koca bir dünya sizin içinize düşüyor ve dövüşüyorsunuz. Nereden nereye diyorsunuz kendi hayatınızı tasavvur ederken. İnsan, doğa vs. yani masivaya dair her şey zaman içinde illa ki değişir ve değişiyor. Hiçbir şey aynı kalmaz. Aynı kalan her şey ölür! Hiçbir şey aynı kalmadığı için, insan düşündükçe hatırlar ve hatırladıkça duygulanır ya. Yaşadığı zamanı düşünür, geçmişe gider, geleceğe yönelir ve bir garip olur. Düşünceler, duygular değişir yani. Çünkü değişmeyenler ölülerdir. Değişmemek zamanda donup kalmak demektir. İnsançocukları düşüncelerini değiştirmeden kendilerini değiştiremezler, kendilerini değiştirmeden de hayatlarını değiştiremezler, değişmeyen hayatlar tarihin akışını değiştiremezler. Değişim, geleceğe umutla bakmaktır haddizatında. Ve değişimden başka hiçbir şey mutlak değildir yani değişmez değildir ve değişime direnilemez. Değişime direnenler faşist emperyalistlerdir. Bedavadan yaşamaya alışmış olanlardır. Çarkını kurmuş, hayatı öğütmeye alışmış, insanları çarkın çarkları arasında ezmeye alışmış olanlardır. Değişmek; zihnin bitevi devinim halinde olması, bu yüzden de insanın zamanda donmaya karşı direnip değişmeye temayül göstermesi demektir ve böyle bir şey faşist emperyalizmi kudurtur. İster ki insançocukları hep nefret modunda kalsınlar, birbiriyle düşman olsunlar ve asla sevgi çiçekleri büyütmesinler içlerinde, çünkü sevgi büyürse savaş olmaz, savaş olmazsa nimetler azalır, nimetler azalırsa kasalar küçülür, kasalar küçülürse güç kaybedilir, güç kaybı etki alanını daraltır, etki alanı darılırsa yok oluşun zilleri çalmaya başlamış demektir. O ister ki, insan donsun, unutsun, benim dediklerim dışında hiçbir şey yapmasın, duygulanmasın, düşünmesin yani mankurtlaşsın ama hayatın özüne mugayirdir böyle bir şey. İnsan değişecek ve faşist emperyalizm yenilecek, çökecektir. Bunu özgür akıl sahibi olan insanlar başaracaktır. Güzel gökyüzünün altında, güzel yer yeryüzünün üstünde yaşayan ve yaşanan her şeyin güzel olması için olmalıdır bu. İnsan bilmiyor ki, yapılarda insanlar gibidirler ve hatayla maluldürler. Yapıları, hatasız, suçsuz ve ölümsüz gördüğümüz zaman, içine düştüğümüz hatalar ve bulaşacağımız suçlar bizi öldürürler. Ülkeler bile yapılarla kurulmazlar. Her insan kendisi bir ülkedir ve kendi ülkesini kendi içinde taşır. Kendi ülkesini kuramayanların, kurabilecekleri bir ülkeleri olamaz. Değişimin özü de, öznesi de insandır. İnsan değiştiği vakit, her şey değişecektir, hiçbir şey değişime direnemeyecektir. Değişmemek; karanlığa mahkûm olmaktır ve karanlık içerisinde yaşamak şarkısını söylemeye çabalamaktır yani olmayacak şeyleri oldurmaya çalışmaktır. Değişmek ise karanlığa meydan okumaktır. Değişmek için farkındalık gerekir. Ha tamam farkındayız ama değiştiremiyoruz, değiştiremeyince de farkında olmak acıdan başka bir şey vermiyor mu diyoruz? Elhak yanlış değil ama ya hakikati bilmenin ayrıcalığının, hakikati bildiğin için donukluğa meydan okumanın asilliğinin hiçbir anlamı yok mu, çendan kendine mahsus ülkende özgürlüğün şahikasında olmanın hiçbir kıymeti yok mu, olamaz mı ve bu da çok büyük bir güzellik değil mi? Belki acıtır ama yine de güzelliktir. Bildiğin için mutsuz olmak bile, seni, mutlu olmayıp mutlu görünen ahmaklardan ayırmaz mı ve bu da büyük bir şey değil mi? Büyüdüğünüz evler, yaşadığınız şehirler, üstünde gezip tozduğunuz topraklar, aralarında yaşadığınız insanlar sizi duygulandırmıyorsa orada donmuştur hayat ve her şey bitmiştir, bitmiştir yaşamak türküsü. İnsan yaşıyormuş gibi yaşamak istemez, yaşadığını hissetmek ister, bu da değişmeye meylin göstergesidir. Değişmek, münhasıran insanın kendi iradesinin ve kararının tevlit edeceği bir sonuçtur. Düşünün ki; karanlık bir tüneldesiniz. Dehşetli bir uğultu var. Göz gözü göremeyecek kadar zifiri karanlık. Düşe kalka, kırıla döküle, vurula yarıla, çarpa çarpa, kanaya kanaya yürümekten başka çareniz yok. Işığa dair tek bir umut yok, ki ışıkta yok. Ama daha kötüsü, o tünelin sonunda devasa bir uçurum var. Ve eğer siz hiçbir şey yapmazsanız, bir ışık yakmazsanız o uçuruma düşmekten kurtulamayacaksınız. Işığı yakmak size kalmıştır. Değişim, karanlığa yakılacak bir ışıktır ve ancak her bir insan tekinin bizatihi kendisinin yakabileceği bir ışıktır!

 

Biz hayatta her şeyi hazır bulduk. Ama hazır bulduğumuz şeyleri öyle sahiplendik ki, sahibinden bile daha çok sahiplendik! Artık onun tek sahibi bizdik ve onun nasıl yaşanacağını, nasıl savunulacağını, nasıl sunulacağını, insanların ona göre nasıl yargılanacağını münhasıran bizler bilebilirdik ve o sadece bizden sorulurdu! Biz ondan sorumlu değildik ama herkesin ondan sorumlu olacağını farz ediyorduk, bu yüzden biz sahip olduğumuz için ondan sorumlu olmamıza gerek yoktu ama sahip olmayanların sorumluluğu vardı ve sorumluluklarını yapmazlarsa suçlu olurlardı. Kendimiz karanlıktaydık ama herkesi karanlıkta kendimizi aydınlıkta sanıyorduk. Hazır bulduğumuz içinde hiçbir zaman kıymetini bilemedik. Hoyratça harcadık. Özüne inemedik, kalıbına takılıp kaldık ve dünya uğruna çok ucuza sattık. Münhasıran dünyayı ele geçirmek için kullandık. Çünkü bulduğumuz şeyleri, acı çekerek, uğruna ter, yaş, kan akıtarak, emek sarfederek bulmadık. Atadan, anadan bulduk, bulduğumuz gibi aldık, aldığımız gibi yaşadık, yaşadığımız gibi de inandık. Nasıl inanıyorsak, öyle amel eyledik. Eylemlerimizde inandığımız gibi oldu. Tek bir soru sormadık, bir anlık sorgulamadık, tertil, taakkul, tedebbür ile üzerine eğilmedik. Öyle olsaydı belki böyle olmazdık. Çok kolay yıkmaz, tek dokunuşla yıkılmazdık. Yaşadığımız gibi inanmaz, inandığımız gibi yaşardık. Olguyu düşünmeden, bilmeden, tanımadan, çözümlemeden, anlamadan, kavramadan, hissetmeden, içselleştirmeden alıp kabul ettiğimiz için, içtenlikle, samimiyetle, dürüstlükle olaylaşmasına da aracılık edemedik. Biz olguları daima başkalarına karşı münhasıran bir sopa olarak kullandık. Yani başkalarının öyle olmadığını ve öyle olmadıkları için dövülmeleri gerektiğini farzettik. Kendimizin öyle olmadığımızı da hiçbir zaman düşünmedik, düşünmekte istemedik ama herkesin öyle olmasını istedik. Biz hiçbir zaman ruhumuzla kabullenmedik sahip olduğumuz şeyleri, olguları, değerleri. Onlar varoldukları için varolduğumuzun şuuruna varamadık. İçi boş hareketlerle kendi kendimizi avuttuk. Kafadan düşünceyi atarsanız, ruhtan hissiyatı kovarsanız kafanın ve ruhun ne kıymeti kalır? Bunların ortaya koyacağı her şey anlamını kaybeder. Biz her şeyi böyle kaybettik, böyle tükettik, böyle yitirdik ve düştük. Biz düştük ama başkalarının düştüklerini sandık. Harekete sevk eden gücü yok edince, derdimize derman olmaktan çıkmış anlamsız hareketler kuşattı hayatımızı. Olgu gövdeye canlılık katan şeyse, olay o canlılığın hücceti olmalıydı ama öyle olmadı. Biz hiç canlı olmadık ki, canlı olduğumuzun göstergesi olan bir olay yaratabilseydik. Evet, olgu aynı ve hepte aynı kalacak, hiç değişmedi, değişmeyecek ama ya olaylar, ya biz aynı kalabildik mi? Maalesef hayır, bozulduk, dağıldık, çözüldük ve tükendik. Ya geriye nasıl tevarüs edecek olgular ve olaylar, hiç düşündük mü? Buyurun ulvi ve derin bir öngörüyü tetkik ve tahkik edelim, geçmişten günümüz nasıl görülmüş hayretle okuyalım, kafamızı iki elimizin arasına alıp düşünelim, gülelim mi ağlayalım mı karar verelim. Bakınız üstat Nurettin Topçu ağabey, ‘’İslam ve İnsan’’ isimli fevkalade eserinde dünden bugünü nasıl ihsas etmiş, görmüş: ‘’Türlü sefaletlerle ihtirasların parça parça böldüğü hasta bir vücudu andıran İslam Dünyası, en bedbaht devirlerden birini yaşıyor ve her İslam memleketinde ruhlar birbirinden ayrılmış, birbirlerine saldırıyorlar. Her sene yüz binlerce ziyaretçi ile dolan Kâbe’nin etrafında ruh birliği ve beraberliği meydana gelemiyor. Bunun sebebi ne siyasi, ne iktisadi, ne de esasında ilmî ve fikrîdir. Bu hâlin sebebi İslam’ın temeli ve Kuran’ın özü olan ahlakın kaybedilmiş olmasıdır. Bugünkü Müslümanlar, birtakım geleneksel hareketleri dikkat ve titizlikle yapmaktan başka endişesi olmayan ilk çağın ve ilkel devrin sihirbazlarını andırıyorlar. Kur’an harikası olan ilahî ahlak, İslam diyarında çoktan gömülmüştür. Ahlak idealine karşı ruhlarda işlenen bu zulmün çok tekrarlanan tehditleri, bugün büyük sanayi medeniyetinin insanı makineleştiren ve makineye esir yapan zulmüyle el ele vermiş bulunuyor. Belki yakın bir gelecekte büyük petrol kuyularıyla İslam ülkelerinin tröst sahipleri, bu vasıflarını şeyhlikle birleştireceklerdir. İnsanlığın beş bin yıllık ruh ve vicdan eserini inkâr ederek düşünmeyi günah sayan, sefaleti din diye tanıtan gerilikle taassup, bu zulme sığınmış bulunmaktadır. Kalbe karşı gelen kaideleri İslam çerçevesi içinde, insan ruhunun esaret zinciri yapmakla geçinenler, kendilerine din adamı dedirttikçe ve halkın bunlara hürmet ve itibarı devam ettiği müddetçe, İslam dünyasının içinde yüzdüğü sefaletten kurtulması imkânsızdır. Her türlü şer ve fitne kendini mübarek gösterecek başka bir şerre işaretle onu yerdikçe kendini yükseltme ve hayır maskesine bürünme fırsatını elde edebiliyor. Asırların artığı sözde din adamlarımız, devrimizin maddeci yıkımını göstererek onu itham yoluyla kendilerinin Allah yolcusu oldukları vehmini halka sunuyorlar. Hakikatte ise onlar, dinî hayatı, maddi şekil ve hareketlere bürümüş maddecilerdir; din ve ahiret maddecileridirler. Ruhlarını kaybetmiştirler. Allah yolculuğu mevlithanlıktan, duacılıktan, mukabelecilikten ve kasidecilikten geçmediği gibi kinin, tekfirin, tehdidin ve ruh karartıcılığının da ilahî yolculuğa yoldaşlığı olamaz.”

Tarih: 18.06.2019 Okunma: 762

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?