Hayat, haddizatında değişmektir değil
mi? Bunu hissediyorsunuz, yüreğinizin sesini dinliyorsunuz, belli belirsiz
duygulanımlara kapılıyorsunuz, hüzün kaplıyor baştanbaşa sizi. Koca bir dünya
sizin içinize düşüyor ve dövüşüyorsunuz. Nereden nereye diyorsunuz kendi
hayatınızı tasavvur ederken. İnsan, doğa vs. yani masivaya dair her şey zaman
içinde illa ki değişir ve değişiyor. Hiçbir şey aynı kalmaz. Aynı kalan her şey
ölür! Hiçbir şey aynı kalmadığı için, insan düşündükçe hatırlar ve hatırladıkça
duygulanır ya. Yaşadığı zamanı düşünür, geçmişe gider, geleceğe yönelir ve bir
garip olur. Düşünceler, duygular değişir yani. Çünkü değişmeyenler ölülerdir.
Değişmemek zamanda donup kalmak demektir. İnsançocukları düşüncelerini
değiştirmeden kendilerini değiştiremezler, kendilerini değiştirmeden de
hayatlarını değiştiremezler, değişmeyen hayatlar tarihin akışını
değiştiremezler. Değişim, geleceğe umutla bakmaktır haddizatında. Ve değişimden
başka hiçbir şey mutlak değildir yani değişmez değildir ve değişime direnilemez.
Değişime direnenler faşist emperyalistlerdir. Bedavadan yaşamaya alışmış olanlardır.
Çarkını kurmuş, hayatı öğütmeye alışmış, insanları çarkın çarkları arasında
ezmeye alışmış olanlardır. Değişmek; zihnin bitevi devinim halinde olması, bu
yüzden de insanın zamanda donmaya karşı direnip değişmeye temayül göstermesi
demektir ve böyle bir şey faşist emperyalizmi kudurtur. İster ki insançocukları
hep nefret modunda kalsınlar, birbiriyle düşman olsunlar ve asla sevgi
çiçekleri büyütmesinler içlerinde, çünkü sevgi büyürse savaş olmaz, savaş
olmazsa nimetler azalır, nimetler azalırsa kasalar küçülür, kasalar küçülürse
güç kaybedilir, güç kaybı etki alanını daraltır, etki alanı darılırsa yok
oluşun zilleri çalmaya başlamış demektir. O ister ki, insan donsun, unutsun,
benim dediklerim dışında hiçbir şey yapmasın, duygulanmasın, düşünmesin yani
mankurtlaşsın ama hayatın özüne mugayirdir böyle bir şey. İnsan değişecek ve
faşist emperyalizm yenilecek, çökecektir. Bunu özgür akıl sahibi olan insanlar
başaracaktır. Güzel gökyüzünün altında, güzel yer yeryüzünün üstünde yaşayan ve
yaşanan her şeyin güzel olması için olmalıdır bu. İnsan bilmiyor ki, yapılarda
insanlar gibidirler ve hatayla maluldürler. Yapıları, hatasız, suçsuz ve
ölümsüz gördüğümüz zaman, içine düştüğümüz hatalar ve bulaşacağımız suçlar bizi
öldürürler. Ülkeler bile yapılarla kurulmazlar. Her insan kendisi bir ülkedir
ve kendi ülkesini kendi içinde taşır. Kendi ülkesini kuramayanların,
kurabilecekleri bir ülkeleri olamaz. Değişimin özü de, öznesi de insandır.
İnsan değiştiği vakit, her şey değişecektir, hiçbir şey değişime direnemeyecektir.
Değişmemek; karanlığa mahkûm olmaktır ve karanlık içerisinde yaşamak şarkısını
söylemeye çabalamaktır yani olmayacak şeyleri oldurmaya çalışmaktır. Değişmek
ise karanlığa meydan okumaktır. Değişmek için farkındalık gerekir. Ha tamam
farkındayız ama değiştiremiyoruz, değiştiremeyince de farkında olmak acıdan
başka bir şey vermiyor mu diyoruz? Elhak yanlış değil ama ya hakikati bilmenin
ayrıcalığının, hakikati bildiğin için donukluğa meydan okumanın asilliğinin
hiçbir anlamı yok mu, çendan kendine mahsus ülkende özgürlüğün şahikasında
olmanın hiçbir kıymeti yok mu, olamaz mı ve bu da çok büyük bir güzellik değil
mi? Belki acıtır ama yine de güzelliktir. Bildiğin için mutsuz olmak bile,
seni, mutlu olmayıp mutlu görünen ahmaklardan ayırmaz mı ve bu da büyük bir şey
değil mi? Büyüdüğünüz evler, yaşadığınız şehirler, üstünde gezip tozduğunuz
topraklar, aralarında yaşadığınız insanlar sizi duygulandırmıyorsa orada
donmuştur hayat ve her şey bitmiştir, bitmiştir yaşamak türküsü. İnsan
yaşıyormuş gibi yaşamak istemez, yaşadığını hissetmek ister, bu da değişmeye
meylin göstergesidir. Değişmek, münhasıran insanın kendi iradesinin ve
kararının tevlit edeceği bir sonuçtur. Düşünün ki; karanlık bir tüneldesiniz.
Dehşetli bir uğultu var. Göz gözü göremeyecek kadar zifiri karanlık. Düşe
kalka, kırıla döküle, vurula yarıla, çarpa çarpa, kanaya kanaya yürümekten
başka çareniz yok. Işığa dair tek bir umut yok, ki ışıkta yok. Ama daha kötüsü,
o tünelin sonunda devasa bir uçurum var. Ve eğer siz hiçbir şey yapmazsanız, bir
ışık yakmazsanız o uçuruma düşmekten kurtulamayacaksınız. Işığı yakmak size
kalmıştır. Değişim, karanlığa yakılacak bir ışıktır ve ancak her bir insan
tekinin bizatihi kendisinin yakabileceği bir ışıktır!
Biz hayatta her şeyi hazır bulduk. Ama
hazır bulduğumuz şeyleri öyle sahiplendik ki, sahibinden bile daha çok
sahiplendik! Artık onun tek sahibi bizdik ve onun nasıl yaşanacağını, nasıl
savunulacağını, nasıl sunulacağını, insanların ona göre nasıl yargılanacağını
münhasıran bizler bilebilirdik ve o sadece bizden sorulurdu! Biz ondan sorumlu
değildik ama herkesin ondan sorumlu olacağını farz ediyorduk, bu yüzden biz
sahip olduğumuz için ondan sorumlu olmamıza gerek yoktu ama sahip olmayanların
sorumluluğu vardı ve sorumluluklarını yapmazlarsa suçlu olurlardı. Kendimiz
karanlıktaydık ama herkesi karanlıkta kendimizi aydınlıkta sanıyorduk. Hazır
bulduğumuz içinde hiçbir zaman kıymetini bilemedik. Hoyratça harcadık. Özüne
inemedik, kalıbına takılıp kaldık ve dünya uğruna çok ucuza sattık. Münhasıran
dünyayı ele geçirmek için kullandık. Çünkü bulduğumuz şeyleri, acı çekerek,
uğruna ter, yaş, kan akıtarak, emek sarfederek bulmadık. Atadan, anadan bulduk,
bulduğumuz gibi aldık, aldığımız gibi yaşadık, yaşadığımız gibi de inandık.
Nasıl inanıyorsak, öyle amel eyledik. Eylemlerimizde inandığımız gibi oldu. Tek
bir soru sormadık, bir anlık sorgulamadık, tertil, taakkul, tedebbür ile
üzerine eğilmedik. Öyle olsaydı belki böyle olmazdık. Çok kolay yıkmaz, tek
dokunuşla yıkılmazdık. Yaşadığımız gibi inanmaz, inandığımız gibi yaşardık.
Olguyu düşünmeden, bilmeden, tanımadan, çözümlemeden, anlamadan, kavramadan,
hissetmeden, içselleştirmeden alıp kabul ettiğimiz için, içtenlikle,
samimiyetle, dürüstlükle olaylaşmasına da aracılık edemedik. Biz olguları daima
başkalarına karşı münhasıran bir sopa olarak kullandık. Yani başkalarının öyle
olmadığını ve öyle olmadıkları için dövülmeleri gerektiğini farzettik.
Kendimizin öyle olmadığımızı da hiçbir zaman düşünmedik, düşünmekte istemedik
ama herkesin öyle olmasını istedik. Biz hiçbir zaman ruhumuzla kabullenmedik
sahip olduğumuz şeyleri, olguları, değerleri. Onlar varoldukları için
varolduğumuzun şuuruna varamadık. İçi boş hareketlerle kendi kendimizi avuttuk.
Kafadan düşünceyi atarsanız, ruhtan hissiyatı kovarsanız kafanın ve ruhun ne
kıymeti kalır? Bunların ortaya koyacağı her şey anlamını kaybeder. Biz her şeyi
böyle kaybettik, böyle tükettik, böyle yitirdik ve düştük. Biz düştük ama
başkalarının düştüklerini sandık. Harekete sevk eden gücü yok edince, derdimize
derman olmaktan çıkmış anlamsız hareketler kuşattı hayatımızı. Olgu gövdeye
canlılık katan şeyse, olay o canlılığın hücceti olmalıydı ama öyle olmadı. Biz
hiç canlı olmadık ki, canlı olduğumuzun göstergesi olan bir olay
yaratabilseydik. Evet, olgu aynı ve hepte aynı kalacak, hiç değişmedi,
değişmeyecek ama ya olaylar, ya biz aynı kalabildik mi? Maalesef hayır,
bozulduk, dağıldık, çözüldük ve tükendik. Ya geriye nasıl tevarüs edecek
olgular ve olaylar, hiç düşündük mü? Buyurun ulvi ve derin bir öngörüyü tetkik
ve tahkik edelim, geçmişten günümüz nasıl görülmüş hayretle okuyalım, kafamızı
iki elimizin arasına alıp düşünelim, gülelim mi ağlayalım mı karar verelim.
Bakınız üstat Nurettin Topçu ağabey, ‘’İslam ve İnsan’’ isimli fevkalade
eserinde dünden bugünü nasıl ihsas etmiş, görmüş: ‘’Türlü sefaletlerle
ihtirasların parça parça böldüğü hasta bir vücudu andıran İslam Dünyası, en
bedbaht devirlerden birini yaşıyor ve her İslam memleketinde ruhlar birbirinden
ayrılmış, birbirlerine saldırıyorlar. Her sene yüz binlerce ziyaretçi ile dolan
Kâbe’nin etrafında ruh birliği ve beraberliği meydana gelemiyor. Bunun sebebi
ne siyasi, ne iktisadi, ne de esasında ilmî ve fikrîdir. Bu hâlin sebebi
İslam’ın temeli ve Kuran’ın özü olan ahlakın kaybedilmiş olmasıdır. Bugünkü
Müslümanlar, birtakım geleneksel hareketleri dikkat ve titizlikle yapmaktan
başka endişesi olmayan ilk çağın ve ilkel devrin sihirbazlarını andırıyorlar.
Kur’an harikası olan ilahî ahlak, İslam diyarında çoktan gömülmüştür. Ahlak
idealine karşı ruhlarda işlenen bu zulmün çok tekrarlanan tehditleri, bugün
büyük sanayi medeniyetinin insanı makineleştiren ve makineye esir yapan
zulmüyle el ele vermiş bulunuyor. Belki yakın bir gelecekte büyük petrol
kuyularıyla İslam ülkelerinin tröst sahipleri, bu vasıflarını şeyhlikle
birleştireceklerdir. İnsanlığın beş bin yıllık ruh ve vicdan eserini inkâr
ederek düşünmeyi günah sayan, sefaleti din diye tanıtan gerilikle taassup, bu
zulme sığınmış bulunmaktadır. Kalbe karşı gelen kaideleri İslam çerçevesi
içinde, insan ruhunun esaret zinciri yapmakla geçinenler, kendilerine din adamı
dedirttikçe ve halkın bunlara hürmet ve itibarı devam ettiği müddetçe, İslam
dünyasının içinde yüzdüğü sefaletten kurtulması imkânsızdır. Her türlü şer ve
fitne kendini mübarek gösterecek başka bir şerre işaretle onu yerdikçe kendini
yükseltme ve hayır maskesine bürünme fırsatını elde edebiliyor. Asırların
artığı sözde din adamlarımız, devrimizin maddeci yıkımını göstererek onu itham
yoluyla kendilerinin Allah yolcusu oldukları vehmini halka sunuyorlar.
Hakikatte ise onlar, dinî hayatı, maddi şekil ve hareketlere bürümüş
maddecilerdir; din ve ahiret maddecileridirler. Ruhlarını kaybetmiştirler.
Allah yolculuğu mevlithanlıktan, duacılıktan, mukabelecilikten ve
kasidecilikten geçmediği gibi kinin, tekfirin, tehdidin ve ruh karartıcılığının
da ilahî yolculuğa yoldaşlığı olamaz.”