İnsançocukları olarak inandığımızı söylüyoruz ama
inandığımızı söylediğimiz Yaradan’a karşı sahtekârız. Hem her vakit ancak
Yaradan’dan yardım dilediğimizi, O’na güvenip dayandığımızı, O’ndan başkasından
istimdat beklemediğimizi, dünyanın bir imtihan yeri olduğunu, rızkı ancak O’nun
verdiğini, rızk kapılarını ancak O’nun açıp kapattığını ikrar ederiz hem de ele
geçirdiğimiz dünya menfaatini kaybedersek perişan olacağımızı, her şeyimizin
elden gideceğini, değerlerimizi kaybedeceğimizi, rızk kapılarının bize
kapanacağını söyleriz. Ve kaybetmemek için yapmadığımız şey kalmaz. Tabir
caizse imtihan olgusunu zımnen inkâr ederiz, kabul ediyormuş gibi görünürüz ama
kabul ettiğimize dair tek bir eylemde bulunmayız, maddi ya da manevi.
Haddizatında inanmadığımızı, iman etmediğimizi ikrardan başka bir şey değildir
bu ve kendimizi kandırmaktayızdır söylediğimiz şeyleri ifade ederken ama yine
de samimi olduğumuzu düşünürüz. Sümme haşa Yaradan’ı kandırdığımızı zannederiz,
oysa kendi kendimizi kandırmaktayızdır, bırakalım Yaradan’ı kandırmayı,
kandırabildiğimiz akıl sahibi tek bir yaratılmış bile yoktur. Ve
menfaatlerimizi kaybetmemek adına yapmayacağımız şey kalmaz yani öz itibariyle
imtihan edilmeyi reddederiz. Hem her şey elimizde iken hiçbir şey yapmayız hem
de kaybedeceğimiz korkusuyla feveran ederiz. Hani Yaradan bizi mallarımızla,
canlarımızla, evlatlarımızla imtihan ediyordu, eksilterek, çoğaltarak bizi
sınıyordu, ne oldu da böyle bir iddiayı eylemlerimizle yalanlar olduk? Lafa
gelince hakikat budur ama eylemlerimiz hakikate inanmadığımızı, çendan yürekten
inanmadığımızı yani tahkiki imana sahip olmadığımızı ikrardan başka bir şey
değildir. Eğer başka bir şey ise şayet, buyun o başka şey her ne ise bizde
bilelim. Hem ahiret bağlamında hem de dünya bağlamında maalesef samimiyetten
sonsuzcasına uzağız. Karanlıkta yaşıyoruz ama aydınlıkta olduğumuzu sanıyoruz.
Hakikati sarahaten ortaya koyup, giriftlikleri giderip her şeyi
sadeleştirdiğimizde gerçek yüzümüzde tezahür etmektedir. Menfaatlerimiz
gidince, rızkımız eksilince, değerlerimiz çürüyünce, sanki Yaradan yokmuşta
nusretsiz kalacakmışız gibi gürültü yaparız ve işte o an gerçek yüzümüz ayan
beyan aşikâr olur. Ne zaman ata dinini bırakıpta Yaradan’ın dinine dönüş
yapacağız ve karanlıkları yarıp aydınlığa çıkacağız?
İnsançocukları olarak reel dünya hayatında yanlış yapan her
kim ve kimden olursa olsun yekpare olarak mukavemet etmedikçe ezilenler ve
sömürülenler olarak asla ve kata kazanmamız kabil değildir. Eğer dinsiz isek ve
dinsiz birinden dindar birine haksızlık yönelimi varsa ve biz susarsak, keza
dindar isek ve dindar birinden dinsiz birine haksızlık yönelimi varsa ve biz
susarsak, bir gün gelip tarih konuşmaktadır ve tarihi susturmak imkânı
kalmamaktadır ve biz hep böyle kaybetmekteyizdir. Şöyle birazcık akledin ve
vicdan yapın, tespitimde asla yanılmadığımı sarahaten müşahede edeceksiniz,
tabi nesnel olarak olguları çözümlüyor, olayları tetkik ediyorsanız. Yani ben
sen ve benden senden ahmaklığı neticesinde kazananlar bizleri aldatanlar
olmaktadırlar ama biz hep kaybetmekteyizdir. Bu adlandırmayı muhtelif
tanımlamalarla da yapabilirsiniz, illa dinsiz dindar olarak değil ve bu
tanımlamayı da olağan, doğal bir tanımlama olarak ittihaz eyleyiniz yani halk
diliyle genel geçer bir önkbullenme şeklinde. Yoksa reel dünya bağlamında indi
mülahazama göre insanlık kriterine göre değerlendirme yapmaktayım. İnanan,
inanmayan değil insan olan, olmayan vardır (çok derin bir mevzudur, mutlaka
açılımlı yazısını yazacam inşaAllah). Zira dünya bağlamında eylemler daha ön
plandadır ve kullar arası ilişkiyi eylemler tayin etmektedir. İnsanların
yüreklerine, yüreklerinde ki inanca bakarak onlara güvenmiyorum, onların
eylemleri güvenilir ya da güvenilmez olduklarını izhar ediyor ve bendeniz de
ona göre tavrımı tayin ediyorum. Eğer haksızlık kimden kime yönelik olursa
olsun haksızlığa hep birlikte mukavemet edersek, haksızlığa cüret edebilecek
tek bir kişinin kalmadığını sarih bir şekilde müşahede edeceksiniz, sizi
şerefimle temin ederim. O zaman da bir taraf değil her taraf kazanacaktır.
Çünkü haksızlık yapan şunu görecektir; haksızlık yaptığımda benden olan bile
beni tanımamaktadır, öyleyse böyle bir haksızlığa meyledemem, bilakis
kaybederim. Ki böyle yaparak onurumuza da sahip çıkmış ve onurlu yaşamak
hakkını elde etmiş olacağız. Halkların kazanmasını sağlayacak onurlu duruşta
bunu iktiza eder. Ki şu dünya hayatında kendimizi değiştirmemizin gerçek ve
doğru yolu da buradan geçecektir. Zira biz layık olduğumuz muameleye tabi
tutuluruz. Kendimizden olanın yanlışını bir türlü görmüyoruz ve gün geliyor
kaybediyoruz ama kaybeden münhasıran karşı taraf olmuyor, hep birlikte kaybediyoruz,
fakat bunu bir türlü idrak edemiyoruz. Çünkü idrak etmememiz için akıllarımız
ve vicdanlarımız dumura uğratılıyor. Oysa mesele senden olan benden olan
meselesi değildir, insan haysiyeti meselesidir ve insan haysiyetini, onurunu
çiğneyen her kimse çiğnenmeye layıktır. Bizler münhasıran insanlık değerlerine
ve Yaradan’a karşı sorumluyuz ve sorumsuzluk yapanlardan hesap sorma
mevkiindeyiz ve sorumluluğumuzun muktezasını namusluca yapmak gibi bir ödevimiz
var bizim. Sustuğumuz zaman kazanacağımızı ve kurtulacağımızı düşünüyoruz, oysa
bozulma bir yerden başladığı zaman gün gelir her yeri sarar ve bizi de boğar.
Şimdi bir kez daha tefekkür edelim ve sorgulama yapalım; aydınlıkta mıyız yoksa
karanlıkta mı?