BÜYÜK YANILGI VE KARANLIĞIN KUYUSU...29...

Özgür DENİZ - 06.07.2019

‘’’’Senin fikrin, ne fırtınanın ne de şimşeğin yıkamayacağı bir kale. Benim fikrim ise, her yöne savrulan ve savrulmaktan mutluluk duyan narin bir yaprak. Senin fikrin, kibir ve üstünlüğü kalbine işler. Benimkisi ise, barış sevgisini ve özgürlük isteğini kalbimde büyütür.’’’’ Halil Cibran

 

Bir fikre inanıyoruz ve öyle bir inanıyoruz ki artık biz o fikir oluyoruz. Fikir, derimiz oluyor. Ya ölmeliyiz ya da fikrimizi değiştirmeliyiz gibi bir dereceye geliyoruz ama fikrimizi değiştirmektense ölmeyi tercih ediyoruz. İşte hakikatten kopuş burada başlıyor. İşte olgular tavassutu ile insanlığın mankurtlaştırılıp eşekleştirilmesi burada zuhur ediyor. İşte aldanış ve kurban ediliş tam da burada kendini gösteriyor. Çünkü insanların inanış biçimini bilen, toplum sosyolojisini ve insan psikolojisini derinlemesine tahlil etmiş olan emperyalizm bunu ganimet biliyor ve tam da bu açıktan içeriye sızıyor. Fikirler üretiyor, ideologlar buluyor, politik demagoglar yetiştiriyor ve ideologları ve fikirleri toplumun nabzına göre kurguluyor, politik demagoglara da sunum yaptırıyor. Ekstra alanlar için sürüyle taşeron bulması zaten zor olmuyor. İnsanlık tarlasını öyle bir sürüp ekip biçiyor ki hayretler içerisinde kalmamanız muhal ender muhaldir. İnsanlar bir fikrin rüzgârına kapılıyorlar bir daha da yönlerini değiştirmiyorlar, isterse o rüzgâr onları cehennemin içine atıverecek olsun. Sair fikirlere ve insanlara kapımızı, kafamızı, ruhumuzu sonsuza dek kapatıyoruz. Bir türlü etkileşim içerisine giremiyoruz, sanki bir tek biz cennetlik, geri kalan herkes lanetlik yahut bir tek bizim fikrimiz hakikat diğerleri yalan. Böyle olunca insan da bozuluyor. Bozulan insanın bozukluğu tüm insanlığa sirayet ediyor ve artık her şeyin insicamı bozluyor, işler şirazesinden çıkıyor. Zira kuru, basit, yeknesak bir hayatın mahkûmu oluyor. Çünkü taptığı fikir onun her şeyini etkiliyor ve etki altına alıyor tüm hayatını. Karakterini, kimliğini, kişiliğini, kaderini belirliyor. Düşmanlık, sevgisizlik, nefret, savaş, kötülük, tefrika burada başlıyor. Cehalet, sefalet, esaret bu yolla egemen oluyor. İnsanın kolay kolay değişmeyeceğini bilen emperyalizm, bazen fikirlerde küçük çaplı restorasyona gidiyor, yeni yüzler buluyor ve birazcıkta soslama yapıyor ve müşterisinin önüne getirip koyuyor, iştahla ve zevkle kabul ediyor müşterileri. Müşteri önüne konulanın tadını çıkarmakla iştigal ederken, emperyalizm de müşterilerin tadına varıyor. Oysa bilsek ki tek çiçekle bal olmaz ve dahi bahar gelmez. Tek notayla müzik yapılmaz, yapılsa da ruhu olmaz. Ama idrak edemiyoruz, çünkü idrak edebilecek fikre sahip değiliz. Haddizatında her çiçekte birer fikir değil midir ve birleşince tadına doyum olmayan bal üretmiyor mu arılar ve baharın özgürlüğü de çiçeklerin farklılığın da değil midir? Keza her nota da birer fikir değil midir ve o fikirlerin armonisiyle eşsiz bir müzik ortaya çıkmıyor mu? Şu insan denilen varlığı anlayamıyorum, niye kendini karanlığa mahkûm eder ki? Niye aydınlığa çıkmaya cüret ve cesaret gösteremez ki?

 

Elinizi vicdanınıza koyarak, aklınızın başınızda olduğunu hissederek okuyunuz lütfen. Geçelim! İnsançocukları olarak dini gerçekten kaynağından öğrenseydik, öğrendiğimizi bilseydik, bildiğimizi anlasaydık, anladığımızı kavrasaydık, kavradığımızı sindirseydik, sindirdiğimizi eylemselleştirseydik ne olurdu? Hakikaten ne olurdu? Lütfen hüzünlenin, derin iç çekişlerinizi hissedin, yüreğinizin acıdığını duyumsayın ve olanca samimiyetinizle, namusunuzla cevap verin. Naçizane fikrimce hiçbir şey olduğu gibi olmazdı, olmaması istenilen şekilde olurdu her şey. Din afyonlaştırılamazdı. Dinle uyanabilirdik ama dinle asla uyutulamazdık hatta dinle uyutmaya yeltenmezdik, hayâ ederdik. Din dünya nimetlerine mülaki olmanın aracı yapılamazdı. Üretilen din tolere edilmezdi. Fıtratımızda mündemiç olan şeref asla kaybedilmezdi. Umudumuz her dem canlı kalırdı. Tek bir insançocuğu bile bu dünyada mağdur ve mahzun olmazdı, hakkına tasallut edilemezdi. Tüketen değil üreten olunurdu. Kendi ellerimizle işlediklerimiz yüzünden başımıza gelenleri başkalarından bilmezdik. Suçumuz varsa varolan suçumuzu kabul etmeyi ve sorumluluğunu üzerimize almayı şeref sayardık. Emek kutsal sayılırdı ve çalışanın ücreti teri kurumadan ve tam olarak verilirdi. Mutlak mülkiyetçilik telakkisi zihinlerimizi işgal etmezdi. Hak aşikâr olduğu halde bile isteye batılla gizlenmezdi. Din adına kimse konuşamazdı. Din adına konuştuğu iddiasıyla ortaya çıkanları kimse takmazdı. Hakikat asla gizlenemezdi, yalan hayatımıza egemen olamazdı. Hususi bir din adamı sınıfı oluşturulamazdı. Karşımıza geçip hakkı haykıranları düşman bilmezdik. Namazda hatırlananları namaz sonunda unutmazdık. Kötü olmaktan ve kötülük yapmaktan korkardık. Dinle aldatma ve aldatılma olmazdı. Kimse din maskesinin ardına sığınamazdı. İnsanın insan olma ölçütü din sahibi olmakla tayin edilemezdi. Bir şeyin dinle ilintili olup olmadığı hemen fark edilirdi. Din namına yapılan yanlışlara asla müsaade edilmezdi ve böylesi bir yanlışı yapan kim olursa olsun tereddütsüz tavır alınırdı ve affedilmezdi. Feraset, basiret sahibi olunurdu. Korkaklık değil cesaret yüceltilirdi. İnsanlar korkutulmazlar, yüreklendirilirlerdi. Vicdanlar her dem aktif olurdu, akıl başta kalırdı. Tabir caizse dincilik out dindarlık in olurdu. Her türlü amel münhasıran Allah için yapılırdı, kullara şirin gözüküp nimet devşirmek için yapılmazdı. Din sahibi olmakla her şeye sahip olma hakkını elde etmiş gibi bir düşünce içerisinde olunmazdı. Haksızlık karşısında susmaya hiçbir gönül razı gelmezdi. Her söz, her hareket, her eylem, her davranış tüm teferruatlarıyla tetkik edilir ve ona göre karşı tavır geliştirilirdi. Gönüllerimiz sevgiyle coşardı, dilimizden güzel sözler dökülürdü. Direkt yargılama yapılamazdı. Suçlu ile suçsuzu tefrik edecek kati bir ölçümüz olurdu. İnsanlar birbirileriyle konuşmaktan imtina etmezlerdi. Hiçbir insan hayatıyla yargılanamazdı. Kimse kimseye iftira atmazdı. Putlaştırmaz, putlar edinmez ve kimseyi layüsel bilmezdik ve eğilmezdik kulların önünde. Kimse kimseyi kullaştırmak gibi insanlık dışı bir yönteme başvurmazdı. Ahlaki düşüklük olmazdı. Adalet egemen olurdu. İnsanlar doğarken sahip oldukları hürriyetlerini esarete değişmezlerdi. Düşmana karşı bile adil olunurdu, çünkü onun davet ehli olduğu bilinirdi. İyilik yayılırdı. İnsanlık öncelenirdi. Din sahibi olmak değil insan olmak saygı duyulmayı ve sevilmeyi gerektirirdi. Din dışındaki tek bir insan, bulunduğu yerden dolayı tahkir ve tezyif edilmezdi, hak ettiğinden mahrum bırakılmazdı. Kimseye düşüncesine göre davranılmazdı. Herkes kölelikten tiksinirdi. Allah ne diyordu Nisa Suresinin 58. Ayetinde? ‘’İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmedin’’ diyordu ama insanlar arasında hükmettiğiniz zaman bir kısım insanlar için adil olunuz demiyordu. İşte bu hakikati hiçbir zaman unutmazdık dini kaynağından öğrenseydik. Keza ne diyordu Allah Hadid Suresinin 25. ayetinde? ‘’Peygamberleri adaletle hükmetmeleri için ölçüyle gönderdik’’ diyordu. Yani kafalarına göre bir düşünce üretip o düşünceye göre bir adalet anlayışı geliştirip geliştirdikleri anlayışa göre yasalar üretip ürettikleri yasalara göre hükmetmeleri için gönderdik demiyordu, işte bunu hiç unutmazdık dini kaynağından öğrenseydik. Hakeza her Cuma tekrarlanan, kulaklarımızın işittiği, kalbimizi titreten ama dışarıya adım atar atmaz unuttuğumuz şey neydi? Allah Nahl Suresinin 90. Ayetinde onu buyuruyordu? ‘’Haberiniz olsun ki, Allah, size, adaleti, iyilik yapmayı ve yakınlara yardım etmeyi emrediyor; hayâsızlığı, fenalığı ve azgınlığı yasaklıyor; dinleyip, anlayıp, tutasınız diye size öğüt veriyor.’’ Karanlıktan kurtulmak ve aydınlığa erişmek için acil bir zihniyet devrimine muhtacız!

Tarih: 06.07.2019 Okunma: 823

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?