‘’’’Senin fikrin, ne fırtınanın ne de
şimşeğin yıkamayacağı bir kale. Benim fikrim ise, her yöne savrulan ve
savrulmaktan mutluluk duyan narin bir yaprak. Senin fikrin, kibir ve üstünlüğü
kalbine işler. Benimkisi ise, barış sevgisini ve özgürlük isteğini kalbimde
büyütür.’’’’ Halil Cibran
Bir fikre inanıyoruz ve öyle bir
inanıyoruz ki artık biz o fikir oluyoruz. Fikir, derimiz oluyor. Ya ölmeliyiz
ya da fikrimizi değiştirmeliyiz gibi bir dereceye geliyoruz ama fikrimizi
değiştirmektense ölmeyi tercih ediyoruz. İşte hakikatten kopuş burada başlıyor.
İşte olgular tavassutu ile insanlığın mankurtlaştırılıp eşekleştirilmesi burada
zuhur ediyor. İşte aldanış ve kurban ediliş tam da burada kendini gösteriyor.
Çünkü insanların inanış biçimini bilen, toplum sosyolojisini ve insan
psikolojisini derinlemesine tahlil etmiş olan emperyalizm bunu ganimet biliyor
ve tam da bu açıktan içeriye sızıyor. Fikirler üretiyor, ideologlar buluyor,
politik demagoglar yetiştiriyor ve ideologları ve fikirleri toplumun nabzına
göre kurguluyor, politik demagoglara da sunum yaptırıyor. Ekstra alanlar için
sürüyle taşeron bulması zaten zor olmuyor. İnsanlık tarlasını öyle bir sürüp
ekip biçiyor ki hayretler içerisinde kalmamanız muhal ender muhaldir. İnsanlar
bir fikrin rüzgârına kapılıyorlar bir daha da yönlerini değiştirmiyorlar,
isterse o rüzgâr onları cehennemin içine atıverecek olsun. Sair fikirlere ve
insanlara kapımızı, kafamızı, ruhumuzu sonsuza dek kapatıyoruz. Bir türlü
etkileşim içerisine giremiyoruz, sanki bir tek biz cennetlik, geri kalan herkes
lanetlik yahut bir tek bizim fikrimiz hakikat diğerleri yalan. Böyle olunca
insan da bozuluyor. Bozulan insanın bozukluğu tüm insanlığa sirayet ediyor ve
artık her şeyin insicamı bozluyor, işler şirazesinden çıkıyor. Zira kuru,
basit, yeknesak bir hayatın mahkûmu oluyor. Çünkü taptığı fikir onun her şeyini
etkiliyor ve etki altına alıyor tüm hayatını. Karakterini, kimliğini,
kişiliğini, kaderini belirliyor. Düşmanlık, sevgisizlik, nefret, savaş, kötülük,
tefrika burada başlıyor. Cehalet, sefalet, esaret bu yolla egemen oluyor.
İnsanın kolay kolay değişmeyeceğini bilen emperyalizm, bazen fikirlerde küçük
çaplı restorasyona gidiyor, yeni yüzler buluyor ve birazcıkta soslama yapıyor
ve müşterisinin önüne getirip koyuyor, iştahla ve zevkle kabul ediyor
müşterileri. Müşteri önüne konulanın tadını çıkarmakla iştigal ederken,
emperyalizm de müşterilerin tadına varıyor. Oysa bilsek ki tek çiçekle bal
olmaz ve dahi bahar gelmez. Tek notayla müzik yapılmaz, yapılsa da ruhu olmaz.
Ama idrak edemiyoruz, çünkü idrak edebilecek fikre sahip değiliz. Haddizatında
her çiçekte birer fikir değil midir ve birleşince tadına doyum olmayan bal
üretmiyor mu arılar ve baharın özgürlüğü de çiçeklerin farklılığın da değil midir?
Keza her nota da birer fikir değil midir ve o fikirlerin armonisiyle eşsiz bir
müzik ortaya çıkmıyor mu? Şu insan denilen varlığı anlayamıyorum, niye kendini
karanlığa mahkûm eder ki? Niye aydınlığa çıkmaya cüret ve cesaret gösteremez
ki?
Elinizi vicdanınıza koyarak, aklınızın
başınızda olduğunu hissederek okuyunuz lütfen. Geçelim! İnsançocukları olarak
dini gerçekten kaynağından öğrenseydik, öğrendiğimizi bilseydik, bildiğimizi
anlasaydık, anladığımızı kavrasaydık, kavradığımızı sindirseydik, sindirdiğimizi
eylemselleştirseydik ne olurdu? Hakikaten ne olurdu? Lütfen hüzünlenin, derin
iç çekişlerinizi hissedin, yüreğinizin acıdığını duyumsayın ve olanca
samimiyetinizle, namusunuzla cevap verin. Naçizane fikrimce hiçbir şey olduğu
gibi olmazdı, olmaması istenilen şekilde olurdu her şey. Din
afyonlaştırılamazdı. Dinle uyanabilirdik ama dinle asla uyutulamazdık hatta
dinle uyutmaya yeltenmezdik, hayâ ederdik. Din dünya nimetlerine mülaki olmanın
aracı yapılamazdı. Üretilen din tolere edilmezdi. Fıtratımızda mündemiç olan
şeref asla kaybedilmezdi. Umudumuz her dem canlı kalırdı. Tek bir insançocuğu
bile bu dünyada mağdur ve mahzun olmazdı, hakkına tasallut edilemezdi. Tüketen
değil üreten olunurdu. Kendi ellerimizle işlediklerimiz yüzünden başımıza
gelenleri başkalarından bilmezdik. Suçumuz varsa varolan suçumuzu kabul etmeyi
ve sorumluluğunu üzerimize almayı şeref sayardık. Emek kutsal sayılırdı ve
çalışanın ücreti teri kurumadan ve tam olarak verilirdi. Mutlak mülkiyetçilik
telakkisi zihinlerimizi işgal etmezdi. Hak aşikâr olduğu halde bile isteye
batılla gizlenmezdi. Din adına kimse konuşamazdı. Din adına konuştuğu
iddiasıyla ortaya çıkanları kimse takmazdı. Hakikat asla gizlenemezdi, yalan
hayatımıza egemen olamazdı. Hususi bir din adamı sınıfı oluşturulamazdı. Karşımıza
geçip hakkı haykıranları düşman bilmezdik. Namazda hatırlananları namaz sonunda
unutmazdık. Kötü olmaktan ve kötülük yapmaktan korkardık. Dinle aldatma ve
aldatılma olmazdı. Kimse din maskesinin ardına sığınamazdı. İnsanın insan olma
ölçütü din sahibi olmakla tayin edilemezdi. Bir şeyin dinle ilintili olup
olmadığı hemen fark edilirdi. Din namına yapılan yanlışlara asla müsaade
edilmezdi ve böylesi bir yanlışı yapan kim olursa olsun tereddütsüz tavır
alınırdı ve affedilmezdi. Feraset, basiret sahibi olunurdu. Korkaklık değil
cesaret yüceltilirdi. İnsanlar korkutulmazlar, yüreklendirilirlerdi. Vicdanlar
her dem aktif olurdu, akıl başta kalırdı. Tabir caizse dincilik out dindarlık
in olurdu. Her türlü amel münhasıran Allah için yapılırdı, kullara şirin
gözüküp nimet devşirmek için yapılmazdı. Din sahibi olmakla her şeye sahip olma
hakkını elde etmiş gibi bir düşünce içerisinde olunmazdı. Haksızlık karşısında
susmaya hiçbir gönül razı gelmezdi. Her söz, her hareket, her eylem, her
davranış tüm teferruatlarıyla tetkik edilir ve ona göre karşı tavır
geliştirilirdi. Gönüllerimiz sevgiyle coşardı, dilimizden güzel sözler
dökülürdü. Direkt yargılama yapılamazdı. Suçlu ile suçsuzu tefrik edecek kati
bir ölçümüz olurdu. İnsanlar birbirileriyle konuşmaktan imtina etmezlerdi.
Hiçbir insan hayatıyla yargılanamazdı. Kimse kimseye iftira atmazdı. Putlaştırmaz,
putlar edinmez ve kimseyi layüsel bilmezdik ve eğilmezdik kulların önünde. Kimse
kimseyi kullaştırmak gibi insanlık dışı bir yönteme başvurmazdı. Ahlaki
düşüklük olmazdı. Adalet egemen olurdu. İnsanlar doğarken sahip oldukları
hürriyetlerini esarete değişmezlerdi. Düşmana karşı bile adil olunurdu, çünkü
onun davet ehli olduğu bilinirdi. İyilik yayılırdı. İnsanlık öncelenirdi. Din
sahibi olmak değil insan olmak saygı duyulmayı ve sevilmeyi gerektirirdi. Din
dışındaki tek bir insan, bulunduğu yerden dolayı tahkir ve tezyif edilmezdi,
hak ettiğinden mahrum bırakılmazdı. Kimseye düşüncesine göre davranılmazdı. Herkes
kölelikten tiksinirdi. Allah ne diyordu Nisa Suresinin 58. Ayetinde? ‘’İnsanlar
arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmedin’’ diyordu ama insanlar arasında
hükmettiğiniz zaman bir kısım insanlar için adil olunuz demiyordu. İşte bu
hakikati hiçbir zaman unutmazdık dini kaynağından öğrenseydik. Keza ne diyordu
Allah Hadid Suresinin 25. ayetinde? ‘’Peygamberleri adaletle hükmetmeleri için ölçüyle
gönderdik’’ diyordu. Yani kafalarına göre bir düşünce üretip o düşünceye göre
bir adalet anlayışı geliştirip geliştirdikleri anlayışa göre yasalar üretip
ürettikleri yasalara göre hükmetmeleri için gönderdik demiyordu, işte bunu hiç
unutmazdık dini kaynağından öğrenseydik. Hakeza her Cuma tekrarlanan,
kulaklarımızın işittiği, kalbimizi titreten ama dışarıya adım atar atmaz
unuttuğumuz şey neydi? Allah Nahl Suresinin 90. Ayetinde onu buyuruyordu? ‘’Haberiniz
olsun ki, Allah, size, adaleti, iyilik yapmayı ve yakınlara yardım etmeyi emrediyor;
hayâsızlığı, fenalığı ve azgınlığı yasaklıyor; dinleyip, anlayıp, tutasınız
diye size öğüt veriyor.’’ Karanlıktan kurtulmak ve aydınlığa erişmek için acil
bir zihniyet devrimine muhtacız!