Şimdi aşağıya bir yazı koyuyorum. Toplumsal
bağlamda ünlü bir yazarın yazısı. Bilindik bir isim. Vicdanla, merhametle,
mülayimlikle anılan bir isim (((kendisiyle aynı inanç ikliminde buluşan ve
ortak duyguları taşıyan insanların böyle tanıdığı, bildiği, andığı bir isim))).
Biteviye yazıp çiziyor. Takip ettiğim biri değil ama bazen takılıp kalıyorum. Takip
etsem takip etmiyorum diyecek kadar onursuz biri değilim. Kimi takip edip
etmeyeceğimi soracak tek bir merci de görmüyorum. Ki, hayatımın hiçbir
evresinde hiçbir insançocuğunun aklıyla, duygularıyla yaşamadım, badema da
böyle bir şey olmayacak. Bu yüzden ne kadar hamd etsem azdır Rabbime. Bir
hiçim, hiçbir kimseyim, hiçbir yerdeyim. Bir nevi toplumun dışındayım, içindeyim
ama dışındayım. Çünkü toplum hakikatte bir beladır ve sürekli bela üretir, bu
yüzden de hakikate yakın olmak için toplumdan uzak durmak şarttır gibi bir
durum vardır. Başkalarına sorarak hayatını yaşayacak kadar zavallı bir
yaratıkta değilim zaten. Çünkü neyin doğru, neyin yanlış olduğuna karar verecek
bir kafam ve kalbim var ve ikisi de aktifler hamdolsun. Böyle dünyalarda mutlak
kozmopolitan biriyim yani insani ilişkilerde, kitaplarda, müziklerde ve hayatın
farklı boyutlarında. Geçelim! Kâh bir politikacıdan, kâh bir istihbaratçıdan,
kâh bir hukukçudan dinlediklerini de aktardığı zamanlar oluyor mezkûr yazarın.
Adeta bir şeyler için çırpınıyor, kıvranıyor sanki. Dertlerle dertleniyor ve
uyarıyor mu yoksa kulluk-insanlık-yazarlık görevini mi ifa ediyor yahut ikisini
bir arada mı yapmaya çalışıyor bilemeyiz. Ama mütemadiyen sessizce haykırıyor
diyelim. Kuvvetle muhtemel vicdanı rahatsız ediyor kendisini. Ailelerin
parçalandığı, çocukların öksüz-yetim kaldığı, çaresizlikten hayatların
karardığı, arkasız olanların çırpınmaya bile mecalinin olmadığı, yıllarca
insanların hiçbir suçları olmadıkları için alınamayıp ama açıkta bırakıldığı
bir süreçten geçildiğini söylüyor, mutlaka bir çıkış yolu, bir çözüm bulunması
iktiza ettiğini ifade ediyor ve fasılasız uyarıyor. Çendan uyarmayanlardan
olmaktan kurtuluyor da diyebiliriz. Ve aralarda yüzeysel olarakta olsa vurucu,
sarsıcı, acıtıcı, derin hakikatlere de vurgu yapıyor. Bendeniz burada
münhasıran iktibas yapıyorum. Buyurun Kur’an temelinde inkâr edin de göreyim. Kur’an
temelinde inkâr edilemeyen, yanlışlanamayan, ıskat edilemeyen her şey doğrudur
bendeniz için. Kıvırtmak, farklı yollara yeltenmek, hakikatten korkup kaçmakta
şerefsizlik ve alçaklıktır. Bir şeye katılmıyorsanız, neresine, niçin ve hangi
argümanlar temelinde katılmıyorsunuz izah etmelisiniz. Öyle karambole konuşmak,
saçmalamak, itham etmek bana göre değil bunu bilerek hareket ediniz. Bilakis,
çok ağır konuşurum altında kalakalırsınız, çıkamazsınız. Ve bilirsiniz ki
konuşurum. Allah’tan başka kimseden de korkmam. Bir vatandaşın bildiğini
vatandaş gibi vatandaş olmayan haydi haydi bilecek arkadaş, bunun lamı cimi yok!
Ağlamak bile muayyen bir hukuk-ahlak üzerine olmalı… Emrolunduğumuz gibi
dosdoğru olalım, çendan bir kez böyle olalım hayatımız boyunca, bir kez… Çünkü
kul emri değil bu, Allah’ın emri!
Geçelim ve mevzubahis olan yazıya dönelim…
AHMET
TAŞGETİREN
Bu, FETÖ davaları için bir teklif.
Bir hukukçudan. Hukuku iyi bilen ve çözüm
arayışlarına kafa yoran bir siyasetçi. İsim vermeyeceğim.
Bir darbe yaşadık. Bir paralel devlet
yapılanması ve onun fesadı ile karşı karşıya kaldık. Fesadın içinde bizzat rol
alanlar var, bir de iltisaklı olanlar…
Davalar terör kapsamında açılıyor.
Hep diyoruz, alan; dini zeminde gerçekleşen
bir yapılanma alanı.
Türkiye’de din ilgisi her zaman özel
duyarlılıklar oluşturmuş, insanlar bağlanmışlar, çağrının etkisi ölçüsünde
aidiyet oluşmuş ve kendilerinden bir şeyler vermişlerdir. Para, fiili hizmet,
çocuklarının katkısı vs…
Buna bir de devletin dini alana yönelik
kısıtlamaları eklendiğinde, din ile alaka, bir tür dayanışmayı kaçınılmaz hale
getirmiştir.
İşte bütün bu olgular içinde, pek çok yapı
oluşmuştur.
Fetullah Gülen Cemaati diye başlayan, sonra
kendilerini “Camia” diye niteleyen sonrasında başka dönüşümler geçiren,
uluslararası boyutlarda genişleyen, bu sebeple küresel odaklarla temasa geçen
ve nihayet Ak Parti iktidarı döneminde özellikle Yargı – Emniyet - Asker
alanında etkinlik kazanan, eğitim yatırımları ile oldukça geniş bir gençlik
alanını etkileyen ve nihayet tüm bu birikimi önce “Paralel devlet eylemi”
halinde, ardından darbe girişimi çılgınlığı ile devreye sokmaya kalkışan bir
yapı: Devlet tanımlamasıyla FETÖ… Açılımı: Fetullahçı Terör Örgütü.
Evet, darbeye kalkıştılar. İnsanları
öldürdüler, yaraladılar. Meclis’i bombaladılar vs.
Kim?
FETÖ.
Gelinen noktada sorun şurada: Bu yapının
dokunduğu insanlardan hangisi FETÖ kapsamındadır?
Yapının toplumsal boyutu oldukça yaygın. Bir
yanda beyin takımı var, darbeye katılanlar var, yargıyı – emniyeti, orduyu
ifsad edenler var… Bir yanda da bütün işlerin legal olduğu dönemlerde
dershanesiyle, okuluyla, bankasıyla, yardım çalışması yapan dâhil her türlü
derneği ile ilişki kuranlar var. Annesi, babası, kardeşi ile iltisaklı olan
var.
Yargılamalar var. 500 bini aşkın insana
dokunulmuş. Gözaltı, tutuklama, uzun tutuklama, yurt dışına çıkış yasağı,
devlet görevinden ihraç, suçsuz olduğu ortaya çıktığı halde geri dönememe, vs…
Yer yer ilk derece ve isti’nafta biten
davaların Yargıtay safhası başlamış. 9. Daire, yargı mensuplarının davasına
bakıyor, 16. Daire de genel davaların temyizine…
Yargıtay safhasında alt mahkemelerin
yaklaşımından farklı bakışların ortaya çıktığı bir gerçek.
Diyelim Ahmet Altan – Nazlı Ilıcak davasında
yargılama, hükümeti devirmeye teşebbüsün karşılığı olan müebbetten, örgüt üyesi
olmadığı halde terör örgütüne destek vermeye ve onun karşılığı 15 yıllık hapis
talebine dönüşmüş durumda.
Bu arada Yargıtay’ın kararlarına (Aynı şekilde
AYM’nin kararlarına) yerel mahkemelerin uyup uymama sorunu çıkıyor.
Yargılamalarda siyasetin gölgesi tartışılıyor.
Yer yer hiçbir örgütlü suç yargısında
bulunmamış savcıların, yargıçların verdiği kararlar söz konusu.
Belli ki Türkiye, daha uzun süre bu davalarla
uğraşacak. Yargıtay temyizi, AYM’ye bireysel başvurusu ardından AİHM boyutu,
belki peş peşe gelecek tazminatlar…
Ayrıca Yargıtay ve AYM kararlarının “Cesaret
meselesi” haline gelmesi ve bunun da “Siyaset – Yargı ilişkisi”ni sürekli
gündemde tutması…
Şöyle olsaydı:
Yargıtay’ın 16. Dairesi ile 9. Dairesi, artı
AYM, artı üniversitelerin ceza hukukçuları diyelim İstanbul, Ankara, İzmir gibi
davaların yoğun olduğu illerde yargı mensupları ile buluşsa ve davalarda “Doğru
perspektif”i onlarla paylaşsaydı.
“Terör suçları”nda doğru perspektif ne?
-Bilmek ve kasıt.
Yani terörle yargıladığınız kişiler, ilişkili
olduğu örgütün silahlı terör örgütü olduğunu bilecek ve onun eylemlerine katılma
kastını taşıyacak.
Devleti yönetenlerin örgüte her alanda
kolaylıklar sağladıktan sonra terörle karşılaşınca “Yanılmışız” dediği bir
süreçte, sokaktaki insanların “teröre bilincli katkı”dan yargılanması adil
olmaz.
***
Falanca savcıya telefon edebilecek birisini
bulabilen, falanca milletvekilini araya sokabilen, devlette etkili bir kişiye
ulaşabilen… Yani adamı olan, yanlışları düzeltme umuduna ulaşabiliyor.
Kirlilerin kirden arınma yollarının olduğu da artık bu piyasada bilinen
uygulamalardan…
Altta kalanlar çok. Onların canı çıkıyor ve
asıl bunun ülkeye (Ak Parti’ye de…)
bedeli büyük olacak.
***
Aslında memlekette geçmişi, bugünü, yarını
gören akil adamlar var. İyisi mi onlardan yararlanmak ve ülkenin bir an önce
normalleşmesini sağlamak…