Camilerin her zaman Allah’ın Evi olduğu söylendi, öyleyse durum böyleyse orada o evin mahiyeti mucibince bir duruş sergilememiz saygı ve edebin muktezasıydı (((din âlimi olmam iktiza etmiyor bu cümleyi kurabilmem için ve böylesi bir önkoşula da gerek görmüyorum, din üzerine ihtisasım olmasa da dinden anladıklarımı izhar etmem de herhangi bir sakınca olduğunu ve olabileceğini de düşünmüyorum, ki o kitap bendenizin anlayacağı bir dille geldi, bedenizin anlamayacağım ve başka birinin bendenize anlatacağı bir dille gelmiş olsaydı ve kabul etmeseydim nasıl sorumlu kılınabilirdim ki? Ki, başkaları anlatacak olsaydı da kabul etmeyeceğimden kuşkum olmazdı, çünkü anlatmaya en yetkin olanların bile yaşamlarından bihaber değilim))). Bunun böyle olduğunu (((yani camilerin Allah’ın Evi olduğunu))) işitmediğim ya da böyle olmadığını işittiğim hiçbir hoca, imam, âlim olmadı. Mantığa münafi de durmuyordu. Allah’ın misafirleriydik orada tabir caizse. Çünkü oraya gidenler Allah’la iletişime geçip, Allah’ın huzurunda başlarını secdeye koyuyorlardı yani Allah’a perestiş ediyorlardı. Orası bir nevi talim ve kıyam merkeziydi. Oradan çıkınca eyleme geçilecekti. Zira eylem sözden sonra başlardı. Namaz da, namaz kılındıktan sonra başlamaz mıydı? Teoriyi alırdınız, pratiği kurardınız. Cami de cem olunuyordu ve o cem ortamında ölü canlar diriliyorlardı, dirilen canlar canları diriltmek ve hayatı hayatlandırmak için dağılıyorlardı. Ölü canlar dirilmiyor, hayat hayatlanmıyorsa suç kimindi? İlahi atmosferin egemenliği vardı orada baştanbaşa. Kur’an Allah’ın kitabıydı ve o kitaptan ayetler okunuyordu orada (((bahusus Cuma gününden söz ediyorum bu yazımda))). Okunuyordu derken okunması gerekiyordu. Ama ayetlerden daha çok tali meseleler dünyevi bir dille izah ediliyordu. Bazen de yanlış olmasın ama (((kullar anlamasa da olur, Allah’ım ben kulunu anlıyor))) ıvır zıvır şeyler anlatılıyordu. Üstelikte uyutana kadar okunuyordu. Bir iki ayet ve hadisle süsleme yapılıp ve olaya kutsallık izafe edilip sunuluyordu. Ne hikmetse, Allah’ın Evinde, Allah’ın kitabı olan Kur’an’daki adalet ayetlerinin ana gündem maddesi yapılıp tafsilatlı olarak sarih bir şekilde ve pervasızca izah ve izhar edildiğine, hatırladığım kadarıyla bir kez bile şahitlik etmedim (((hakkaniyetli olalım, son Cuma da tek bir adalet ayeti okundu, o da yüzeysel geçildi))). Biriktirenlere, kul hakkı yiyenlere, yetim hakkını iç edenlere bir kez bile sert ve sarsıcı olarak apaçık şekilde değinildiğine ve bu durumu anlatan ayetlerin hüccet kılındığına bir kez bile şahitlik etmedim. Oysa orada münhasıran din ama gerçek din izah ve izhar edilmeliydi. Aksi bir durumun nasıl olduğunu, olabildiğini, niçin ve kim için olduğunu da hiçbir zaman anlayamadım. Oysa Allah’ın Evinde Allah’ın kitabının gizlenmesi ya da bir kısmının okunup bir kısmının okunmaması diye bir şey asla ve kata sözkonusu bile olamazdı ama oluyordu işte. Yanılıyor olabilirim, yanlış biliyor olabilirim, bu yüzden üzerime kin yönlendirmesi yapmak yerine düzeltilmem icap eder. Elbette günah almamak ve hak yememek için şu detayı vermek insanlığın gereğidir; Allah adaleti ve iyiliği buyuruyor deniyordu konuşmanın en sonunda ve her zaman. Peki, Allah’ın Evinde Allah’ın adaletle ilgili buyruklarını sahih ve sarsıcı bir şekilde, hiçbir yerden hazer etmeden, pervasızca hatırlatmaktan mı imtina ediliyordu, böyle bir şey varsa niçin imtina ediliyordu, kimlerden imtina ediliyordu? Aklın ve havsalanın alamayacağı ve izahının kabil olamayacağı bir durum değil mi bu? Biz oraya dünyayla ilgili malayani şeyler duymaya gitmiyorduk ki, dirilmeye gidiyorduk, dünyanın bizi öldürmesine direnmek için gidiyorduk ama ne dirilebiliyorduk ne de direnebiliyorduk, ki dirilmeyen nasıl dirensindi? Camiler emperyalizmin muhasarası altında mıydı ki de emperyalizmin sarsılacağı ve emperyalist zihniyeti sarsacak ayetleri pervasızca anlatmaktan imtina ediliyordu? Böyle bir izah yapıyorum, zira aklıma başka bir şey gelmiyor. Bilakis kim yapıyordu bunu, nasıl, niçin ve kim adına yapıyordu? İnandıklarını söyleyenler söylediklerini hissederek mi söylüyorlar ve gerçekten duyuyorlar mı ne söylediklerini ve inandıklarını söyleyenler gerçek dinden korkuyorlar mı acaba? Çünkü gerçek dinden bahsedenler, inandık diyenlerin yanında hep tehdit ve tehlike olarak görülüyorlar ve damgalanıyorlar da o yüzden söyledim. Allah’ın dinine dönmekten başka çaremiz kalmadı uyanmak ve uyandırmak için!
VE İMAM
DEDİ Kİ
Ki, filhakika, imam, Kur’an buyruğunun sözcüsü oldu ve dedi
ki; güvenilir ol, dosdoğru ol, hakkı ayakta tut. Ve şimdi bendeniz de bunu
yapıyorum; şu belediyelerde ki araba saltanatına son verin kardeşim (((tüm
belediyeler için konuşuyorum, bir gün zehir zıkkım olur haksız olan her şey
midelerinizde))). İlla trilyonlarca liraya araba kiralamak zorunda mısınız? Kim
emretti, kim böyle bir hakkı tanıdı size? Makul ve ikna edici bir cevabı varsa
bunun elbette duymak isterim ama ruhumu ve beynimi ıskat etsin muhakkak her
verilecek cevap. Zira laf olsun kabilinden yapılan şeylerden tiksinirim. Orası
kamu malıdır ve birleşik halkın ortak mülküdür. Ki, örnek verecek olsak
saymakla bitmeyecek örnek vardır mezkûr durumla ilgili (((misal; vekil maaşları
gibi, kamu malından özel istifade etmeler gibi, detaya girmek istemiyorum))).
Öyleyse durum böyleyse herkes kendi arabasıyla gitsin gelsin görevine ve yetim
hakkı yemeye, doğmamış çocuğun yarınlarına ipotek koymaya son versin. İşte
hakkı haykırıyorum! Buyursun birisi çıksın da, haddini aşarak sen ne yapıyorsun
desin, bendeniz de diyeceğim ki Allah’ın dediğini, imamın söylediğini
yapıyorum. Hayır, böyle bir hakkın yok deniyorsa, o zaman o camileri kapatın, o
imamları susturun, Kur’an’ı yasaklayın kardeşim, çünkü bu gövde bu sıkleti
kaldıramaz. Bu kadar münafıklığa son diyorum! Herkes haddini bilecek kardeşim.
Herkes insanca yaşayacak, insanca yaşamayacakların hayvanca yaşamlarına insanca
son vereceğiz muhakkak!
AKLIM VE
KALBİM DİYOR Kİ!
Şu atıldığımız kör olası hayatta hep özel ve ayrıcalıklı
insanlar oldu, her dem şahit olduk böylesi şeylere. İsyan etsekte, tolere
etmeyi ve sindirmeyi bilmesekte (((nankör insanlarız işte, naparsın))) oldu.
Bendenize göre bazı özel ve ayrıcalıklı insanların özelde çalışmaları şart,
zira haklarını alamıyorlar (((samimi söylüyorum))), yaşamaları gereken hayatın
bir kısmını yaşayamıyorlar, böylesi bir şey de hem kendi kendilerine yaptıkları
ayıp naçizane fikrimce hem de bizlere karşı da saygısızlık. Üstelik az bulunan
kolay harcanmamalı değil mi? Tüm kalbimle, bilincimle söylüyorum ve samimiyim
bunları söylerken. Bendenize on bin tl maaşı olan tek makam yeter, evime de tek
maaş. Hem de üstelik iyilik yapıyorum gibisinden bir bahaneyle de yapmayacağım
yaptığım işi yani kimseyi karıştırmayacağım. Yaptığımı fedakârlık yapıyorum
gibi de sunmayacağım. Çünkü bu dünyada uğruna fedakârlık yapılacak kim var ki,
kıymet bilen mi var ki de uğruna fedakârlık yapılsın? Biraz da biz gülelim de
mi? Hani varolan bir şey varsa bizim de bir şeyimizdir ya o şey! Nolur ki
ömrümüzün sonbaharında hayat bize de gülse, acılarımız bitse, hayallerimizin
bir kaçı gerçek olsa. Özel ve ayrıcalıklı insanlar olarak sizler nasıl olsa
dünya cennetinin tadını dibine kadar çıkarmışsınızdır, çıkarıyorsunuzdur. Bizim
de hakkımız değil mi dünya cennetinin tadına varmak, bir kaç günlüğüne de olsa?
Bir düşünün derim tüm kalbimle, bilincimle, masumiyetimle, samimiyetimle!
BİR TESPİT
Bu topraklarda hayatını yaşayan bir insan olarak, eğer ki
düşünsel ve yaşamsal boyutta Ateist biri olsaydım yani dinle-imanla herhangi
bir merbutiyetim olmasaydı, bendenize dinle-imanla merbutiyet kurduracak, dini
aklıma ve yüreğime tolere ettirebilecek tek bir kişi olsa bile dindar birini
göremiyorum bu topraklarda. Şimdi bunu söylediğim için bendeniz mi suçluyum
yoksa bendenize böyle bir tespiti yaptıranlar mı? Eminim ki bendeniz suçluyum!
Ya Kur’an ne diyor?