Maalesef fertler ve toplum olarak müraiyiz. Bir defa
ilkesiziz. Nasıl mı? Mesela; bir insan işimize yaradığı müddetçe yanlış yapsa
da asla yaptığı yanlışını yüzüne karşı söylemeyiz. O insandan ya bir
menfaatimiz vardır ve menfaatlerimizi kaybetmemek için gerçeği söylemekten
korkuyoruzdur ya o insan var olmalıdır (((varolması gereken şeyler onunla
varolacaktır diye yanlış bir telakkiye sahibizdir))) ya da o insanı
yüceltmişizdir ve o insanı dünyadaki tek insan olarak görürüz ama bu meyanda
yanlışlar biteviye birikmektedir. Oysa bir uyarma görevimizin olduğunu hep
unuturuz. Gün gelir saydığımız üç kuralın da aslında hiçte öyle olmadığını
görürüz (((zira insan insandır ve dahi insan ölümlüdür; duvara dayanma yıkılır,
insana dayanma ölür demişler))) ve yanlışları söylemeye başlarız ama iş işten
geçmiştir hem o insan hem de biz bozulmuşudur, çürümüşüzdür, ilkeler
sıfırlanmıştır, dayanacak değer kalmamıştır, çırpınışlar nafiledir. İşte bizi
çürüten en önemli noktalardan birisi de budur. İdeolojik bağlamda da aynı şey
geçerlidir. İslamcıları da, Milliyetçileri de, Kemalistleri de, Solcuları da,
Cemaatçileri de ve nihayet yekpare toplumu da çürüten şey budur. Çünkü ne
İslamcılar, ne Milliyetçiler, ne Kemalistler, ne Solcular, ne de Cemaatçiler
hiçbir zaman kendi içlerinde ki insanların yanlışlarını, kendi dışlarında ki
insanların da doğrularını asla söylemezler ve söyletmezler. Zaten içerideki
yanlışların söylenmemesi için katı bir disiplin ve korku kültürü egemendir her
birisine. Bu ideolojik kliklerin müntesiplerinin tümü kendi dünyalarının
şakşakçıları olurlar daima. Siz bunlardan birine ait olsanız dahi yanlışı
söylediğiniz an tehlikelisinizdir ve mutlaka ekarte edilirsiniz. Oysa yanlışı
kim yaparsa yapsa açıkça söylesek, doğruyu kim yaparsa yapsa açıkça savunsak daha
onurlu bir yaşama giden yola girebiliriz ve çürümekten kurtulabiliriz. Ama tüm
bunları yapmayız velakin gelin görün ki Hz. Ömer’e büyük bir sevgimiz vardır ve
hep O’nu arar dururuz, ne kadar büyük bir mürailik değil mi? Çendan
ilkelerimizi ve değerlerimizi muhafaza eder, daim olmasını temin edebiliriz.
Ki, böyle bir durumda hiç kimse bizim hakkımızı ve hakkımız olan yaşamımızı da
çalamaz. Çünkü her birisi şunu bilir ki; bizden de olsa artık insanlar
uyanmışlar, yanlışımızı yüzümüze vuracak kadar korkusuzlar ve muhalifimizin
doğrularını da söyleyecek kadar dürüstler yani bize mutlak bağımlılıkları
bulunmamaktadır ve bizim yanlış yapma, insanlarımızı aldatma lüksümüz yoktur,
zira bedelini ödetecek gibi görünüyorlar diye düşünürler. Bu durum vahşi
kapitalizmin derin bir tezgâhıdır filhakika ve dip derinliğine değin
çözümlemesi yapılabilir ama söylenecek şeyleri kaldırmak için büyük bir yürek
gerekir. Çünkü kapitalizm insanların namuslu ve dürüst olmalarını, hakikate
bağlanmalarını asla istemez.
ÜCRETLİ
ÖĞRETMEN
Onlarca kez yazdım, milyon kez yine yazarım, yazacağım. Zira
içimi kanatan ve ağrıtan bir durum bu. Ne adil ne de ahlakidir. Normal
şartlarda kadrolu öğretmenden zerre kadar farkları var mı? İnsan evladı olan
var desin. Şimdi bu insanlar bir ümitle, tecrübe sahibi olmak ve maişetlerini
temin etmek için de bu görevi yapıyorlar değil mi? Zaten hepsi kendi alanında
yönlendiriliyor, çünkü eğitimlerini almışlar alanlarının yani zaten öğretmen
olmuşlar. Yani siz eğitimsiz olduğunuz halde istihdam ediliyorsunuz diyecek ve
haklarında kısıtlamaya gidecek bir halimiz ya da hakkımız yok. Eğitim öğretim
başlarken bir yere kendilerini bağlıyorlar mı? Normal şartlarda hiçbir sebep
yokken ayrıldıklarında, ayrıldıkları yeri zorda bırakıyorlar ve kendilerine
kızılıyor değil mi? Peki, kendi iradeleri dışında görevlerine ara verilince suç
kimin oluyor (((elbette böylesi durumlarda suçlu olmaz))) ve bu insanlar
böylesi bir durumda mağdur edilebilirler mi? Devam etselerdi ücretlerini
alacaklardı değil mi? O zaman kendi iradeleri dışında vazifeleri ertelendiğinde
de ücretleri devam etmelidir kesinlikle. Vicdan Anayasasının muktezasıdır bu.
Lütfen bu insanları mağdur etmeyelim, onların ruhlarında ve kafalarında
hayalkırıklığı oluşturmayalım. Onları hayat şartları muvacehesinde naçar
koymayalım lütfen. Çünkü geldikleri yere umutla, inançla geldiler. Zor olmasa
gerek. Bilmiyorum bendenizin vicdanım naçizane böyle hissediyor.
ZIRCAHİLLİK
Şimdi dinimize göre bakarsak her insanın bir eceli yani ölüm
vakti var değil mi? Tabi imanın kadar önemi var bu inanışın. Ve o vakit ne öne
alınır ne de ileri çekilir değil mi? Öyleyse nedir bu telaş, tamahkarlık,
aptalca refleksler? Ya da başka açıdan bu ölüm gelip seni bulacaksa bir şekilde
gelecektir, önleyebilme gücün olabilir mi? Ne mümkün. Öyleyse yine nedir bu
korku ve endişe? Biraz manyak bir toplum olduk. Resmen mankurtlaştırıldığımızın
resmidir bu haddizatında. Fırsatçılara fırsatı kendi ellerimizle sunuyoruz,
sonra da ahmakça küfrediyoruz. Bre salak, sen deli divane olmuş gibi saldırırsan,
elbette bunu fırsata dönüştüren çıkacaktır. Ki, zaten bu tür şeylerin arka
planında birazda bu tür yönlendirmeler gizlidir. Korku salmak ve o korkuyla her
şeyi yaptırtmak. Merhametin öldüğü bir insanlıktan merhamet mi umuyordun? Hayır
yani bırak normal hayatına devam et. Niçin aç kurtlar gibi saldırıyorsun ki her
şeye? Kıtlık mı geldi? Tükendi mi ekmek, suyun kaynağı mı kurudu? Sanki bir ton
kolonya alsan, bir ton ekmek yığsan, bir ton makarna stoğu yapsan, gelecek ölüm
gelip seni bulmayacak? Bu kadar mı zihnin dumura uğradı, kalbin öldü?
Temizliğine olabildiğince titizlikle ve hassasiyetle dikkat edersen, gerisine
yapacağın hiçbir şey olamaz. Aksini yaparsan zaten her an tehdit ve tehlike
altındasındır. Biri gelip bulmazsa, öbürü gelip seni bulacaktır ve o canı
gövdenden çekip alacaktır. Filhakika, ruh ve zihin dünyamızı da açığa veren bir
durumla karşı karşıyayız, kimsenin bizi anlatmasına da gerek yok, biz kendi
kendimizi ele veriyoruz zaten. İçler acısı bir halimiz var ne yazık ki. Bunu
yani gerçeği söyledik diye yine telin edilen biz oluruz! Şu aklı lütfen
birazcıkta olsa kullanalım gari ya.