‘’Adalet, halkın ekmeğidir.’’ Bu sözü
bir yerde okumuştum ve çok etkilenmiştim. Evet, galiba Bertolt Brecht’in
sözüydü. Hatta bir şiiriydi. Emeğin karşılığıdır aslında ekmek. Ve emektir ki,
karşılığını bulursa ekmeğe dönüşür, tabi bu da adaletle kabildir. Adalet
olmadığı zaman halk aç kalır ve aç karınların doğuracağı şeyin ne olacağı belli
olmaz. Yani adalet her şeydir, olmazsa olmazdır, insandır, varlıktır, hayattır.
Her şeyin temelidir, alt yapısıdır. Adaleti, onurlu insan arar ve adaletsizliği
ancak onuru olan insan hissedebilir. Çünkü adalet diğer bir anlamıyla onurun ta
kendisidir. Adaletin olmadığı bir yerde onurlu yaşamanın imkânı yoktur. Ama
onursuz yaşamayı kanıksamış olanlar için adalet hiçbir anlam ifade etmez. O
kendinden gelene razı olur, kendinden olanın verdiğine eyvallah eder, kendinden
olanın gaspına göz yumar. Ama bu arada onurlu insanlara olur olan ne varsa. Çünkü
gülmekte, mutlulukta, huzurda, sevgi de, saygı da, dostlukta, umutta, barışta, kardeşlikte,
bağlılıkta, paylaşmakta, kuvvette, birlikte, adalet varsa vardır ve ancak
adaletle kaimdir. Adalet, her şeydir! Adalet yoksa münhasıran acı vardır,
yalnızlık vardır, ölüm vardır, iç çeke çeke tükenmek vardır. Çünkü yaşamak
demek adalet demektir, adalet olmazsa yaşamanın oluru yoktur. İnsanlık onuruna
yaraşır yaşamın supabıdır adalet. Adaletsizlik, mutlak olarak çürümeyi intaç
eder. Adaletsizlik çöküştür, dağılmaktır, parçalanmaktır, velhasıl;
insansızlıktır. Adaletsizlik karşısında insançocuklarının yapabilecekleri bazı
şeyler olsa da çok şeyleri yoktur. Çünkü demir ağlarla örülmüştür
insançocuklarının etrafı ve zindanlar içerisinde yaşamaya mahkûm edilmiştir
insançocukları. Bu zindanların kimisi doğal zindanlardır, kimisi de yapay
zindanlardır. Her ikisinden de kurtulmak insanın iradesine bağlıdır ama
alışkanlıkların tutsağı olan ve iradesini öldüren insan hangi aktif iradeyle bu
zindanlardan kurtulacaktır, üstelikte günden güne kendini iyice o zindanlara mahkûm
ederken ve alışırken o zindanların karanlığına. Ama çare yoktur ve yaşamak için
mutlaka kurtulması gerekmektedir, ki gerçekten istediği takdirde muhakkak
kurtulacaktır. Çünkü zindana doğmadık, zindanda yaşamakta kaderimiz olamaz! Kurtuluş
iki türlü olabilir, bir geçici kurtuluş, bir de mutlak kurtuluş. Geçici
kurtuluş için yaşadığın her şeyin hatırlanması, hissedilmesi, aklının kararı,
kalbinin onayı ve ellerinin otuz saniyelik hareketi kâfidir. Mutlak kurtuluş
içinde küçük mikyasta ezilenlerin, büyük mikyasta tüm namuslu insanların
birleşik gücünün tahakkuku ve nihayetinde devrim için ortaya konacak kuvvetli
irade kâfidir.
İnanç bağlamında nerede duruyorsanız
tercihinizi ona göre belirleyip, o minvalde istediğiniz söze göre çözümleme
yapıp değerlendiriniz, bendeniz inanan, inanmayan yekpare insanlığa matuf
söylüyorum, insanların inançlarına ya da münhasıran bir tarafa göre değil ve
insan bazlı söylüyorum her söylediğimi, çünkü iyi bir insan olamamışsak hiçbir
şey olamamışızdır ve olamayız da. Olmaya çalışırsakta, hem kendimizi hem de
inandığımız değerleri ayağa düşürürüz. Ki, tüm taraflar olarak maalesefte
böyleyiz yani yapıp eylediklerimiz neticesinde hem kendimizi hem de inandığımız
değerleri ayağa düşürüyoruz ve bu resim kolay kolay da değişecek gibi durmuyor.
Geçelim! Emrolunduğunuz gibi dosdoğru olmazsanız ya da olmanız gerektiği gibi
insan olmazsanız VE nefsin yasalarını kutsal yasalara müreccah kılıp kutsal
yasaları çiğnerseniz ya da dünyanın yasalarını doğanın yasalarına müreccah
kılıp doğanın yasalarını çiğnerseniz, rezil, perişan, sersefil olursunuz. Eğer
sırat-ı müstakim üzerinde ya da insanlık çizgisi üzerinde durmazsanız riyakârlığınız,
dalkavukluğunuz, şarlatanlığınız, müptezelliğiniz, pespayeliğiniz, tutarsızlığınız
ortaya seriliverir. Âlem size güler, acınacak hale düşersiniz. Ki, düşüyorsunuz
da ama yüzünüz hiç kızarmıyor, tabi hayâ perdesi yırtılınca nasıl kızarsın yüz
değil mi? Siz insanlara tapmak için değil Tanrı’ya tapmak içinsiniz ya da
insanlara göre hareket etmek için değil doğanın yasalarına göre hareket etmek
içinsiniz. Tanrı’nın parmağı yok ki
soksun güzünüze. Tanrı söylemiş söyleyeceğini ve bir kalp, bir beyin vermiş;
hisset ve düşün diye. Ne yaparsanız yapınız, ne söylerseniz söyleyiniz
hissederek ve düşünerek yapın, söyleyin denmiş. Hissederek ve düşünerek
yaşamazsanız, ne yapacağınızı bilemez hale gelirsiniz ve şeytanın elinde
oyuncak olursunuz. Yahut doğanın yasaları belli, insanın ne olduğu belli, bir
kalbinizin ve aklınızın olduğu da belli, eğer o yasaları anlamaz, kendinizi
bilmez, aklınızı kullanacağınıza ona uyarsanız, kalbinizin hükümlerini
çiğnemekte tereddüt etmezseniz aynı şekilde ne yapacağınızı bilmez hale gelir
ve yine âlemin diline düşersiniz. Âleme verir talkını kendi yutar salkımı
misali, an gelip kutsal yasaları çiğneyip, an gelince kutsal yasaları
çiğniyorlar diye haykırırsanız ya da an gelip insanlığa mugayir hareket eder,
an gelip insanlığa ihanet ediyorlar diye haykırırsanız yine gülünç duruma
düşersiniz. Bir şeyleri kendi ellerinizle yapar, sonra şöyle yapıyorlar diye
kutsalları orta yere atıvermekte tereddüt etmezsiniz. Sen benim dediğine kıymet
vermezsen, senin benim dediğini zaten kendisinin olarak görmeyenin kıymet
vermesini nasıl umabilirsin ki? Keza Ziya Paşa ne güzel söylemiş; ‘’Onlar ki
verir lâf ile dünyaya nizâmât. Bin türlü teseyyüp bulunur hânelerinde.’’ Kendi
hanende ki kendi değerlerine karşı lakaytsızlığını görmeden başkalarının senin
hanene ait değerlere karşı lakaytsızlığına laf edemezsin. Maalesef bizim her
tarafımız böyledir. Kendimiz kötüyüz, kendi değerlerimize ihanet ederiz ama
gözümüze hep başkalarının kötülüğü görünür ve değer vermediğimiz değerlere
başkalarının değer vermesini bekleriz. Ne tiksindirici bir mürailiktir bu Tanrı
ve İnsanlık aşkına? Katıksız bir çürümüşlüktür bunun adı. Peki, bu
çürümüşlükten ve bulandığımız, içinde boğulduğumuz pislikten nasıl kurtuluruz?
Emrolunduğumuz gibi dosdoğru olarak ya da olmamız gerektiği gibi insan olarak.
Başkaca da yolu yoktur bunun bebeğim!