Çok yıllar önce, bütün kitaplarını okumuş bitirmiştim. Rafta, gözüme Huzur romanı ilişince, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın eserlerini özlediğimi hissettim. Aldım. Okumaya başladım. İlk sayfalar aşina geldi. Ama daha onuncu sayfadan itibaren hiç okumadığım bir Huzur çıktı karşıma… Sonra, 99’ncu sayfada, çok iyi hatırladığım bir paragraf ve birkaç sayfa daha…
Allah Allah, nasıl oluyor bu?
Bilmiyorum, oldu işte!
Şimdi, Huzur’u yavaş yavaş, dikkatle okuyorum. Fakat ne kadar yavaş ne kadar dikkatle okusanız, cümleler, paragraflar aklınızda kalmıyor. Zaten, neredeyse, her cümle bir paragraf… Olayları birbiriyle irtibatlandırmakta zorlanıyorsunuz! Hakikaten, Huzur’a tahammül etmek, okumayı sürdürmek zor!
Öte yandan, her bir paragraf ayrı bir tat veriyor. Harikulade bir edebiyat, muhteşem bir Türkçe, bir mesel, bir masal ziyafeti… Uçsuz-bucaksız, rengarenk bir kelime cenneti…
Tanpınar’ın nasıl bir tahayyül, ondan daha müthiş nasıl bir tasvir ve bunu ifade gücü var! Şaşkınlıktan, şaşkınlığa düşüyorsunuz. Lâkin bu tatlı, sürükleyen hatta insanı kendine müptela eden bir şaşkınlık… Büyüleyici bir üslup!
Rastgele birkaç cümleyi birlikte okuyalım: “Evin karşısındaki camiin kapısındaki bir çocuk, gözleri alçak duvardan sarkan incir dallarında, elindeki sicim parçasıyla oynuyordu. Belki de biraz sonra bu incirin vaat edilmiş lezzetlerine doğru yapacağı hücumu düşünüyordu.” (S. 21)
“Bazen de daha ilerilere, denize çok daha yukarıdan bakan kayalıklara gider, orada yosun bakışlı uçurumun kenarında, durulmuş suyun somaki bir ayna gibi akşamın son ganimetlerine açılışını, bir anne rahmi gibi bu ışık parçalarını alışını ve yavaş yavaş onların üstüne kapanışını, örtülüşünü seyrederdi.” (S.35)
“Biz düşüncelerimizi çok defa omuzlarımızda taşırız. Onun için onları kımıldatmamız bu düşüncelerin ağırlığı nispetinde güç olur. Mümtaz akıbetinin bütün ağırlığıyla bu omuzlarda yaşıyordu.” (S. 89)
Bunlar gibi binlerce cümleyi zevkle okuyorsunuz. Tanpınar’ın eserlerini okumak, insana çok çeşitli “güzel sanatlar” zevki tattırıyor. Bu zevki tekrar tekrar yaşamak için eserleri defalarca okunabilir.
Ayrıca, blog ve haber sitesi yazarları dâhil, yazarlar için oldukça yol gösterici… Ders verici! Tanpınar gibi üstatları okuyunca, yazmanın, sadece, kelimeleri yan yana getirmek olmadığını öğreniyorsunuz. Yazmak, bir sanatı, bir güzel sanatı icra etmeye soyunmak demektir. Ne yazarsak yazalım, okuyana, o “güzel sanatı” tattıracak nitelikte ve özgünlükte yazabilmenin bir yolunu mutlaka bulmalıyız.
x x x
Mürekkepsiz Kalem, Ruhanî İlham ve Akşamcılar!
Adı geçen romandan bir bölüm:
“Aziz Dede, sert, titiz, şişman, son derece afif (namuslu), okuması yazması kıt bir adammış. Bir gün yazı yazmak için hokkasına daldırdığı kalemin mürekkepsiz çıktığını görmüş ve bu işaretin manâsını anlayarak yalnız kalple, yalnız niyetle Allah’a bağlanmaya karar vermiş.
…
Bir akşam Beylerbeyi iskelesinde kahve zannıyla girdiği bir gazinoda pencere kenarında bir müddet denize daldıktan sonra aşka gelmiş, bir ney taksimi yapmış. Siyah gümrah kaşlarının altında iki ocak gibi yanan gözlerini kapayarak çaldığı için yavaş yavaş gazinonun dolduğunu ve ruhanî ilhamının sofrasına bir akşamcı kafilesinin toplandığını görmemiş. Onlar da zaten çıt çıkarmadan demleniyor, garsonlar Dede’yi rahatsız etmemek için ayaklarının ucuna basarak gidip geliyormuş.
Taksim bitip de etrafındaki kalabalığı ve rakı kadehlerini görünce Aziz Dede yerinden fırlamış. Bu hikâyeyi her anlatışında şu cümle ile bitirmiş:
- Erenler öyle hicap duydum ki, üç gün evden çıkmadım; bir ay da ehibaya (ahbaplara) rast gelmekten korktum.” (S. 277)
İyi, hoş da erenler, hokkadan mürekkepsiz çıkan kalem bir işaret oluyor da o “ruhanî ilham”, neden, üflediğin neyden, akşamcıların da nasipleri olduğuna bir işaret olmuyor?
x x x
İlginç Bir Bölüm Daha!
“Birtakım mekteplerimiz var; birçok şeyler öğretiyoruz. Fakat hep eksik olan bir memur kadrosunu doldurmak için çalışıyoruz. Bu kadro dolduğu gün ne yapacağız? … Günün birinde bu mektepler sadece işsiz adam çıkaracak, bir yığın yarı münevver hayatı kaplayacak… O zaman ne olacak? Kriz… Halbuki maarifi istihsalin yardımcısı yapabiliriz.” (S. 264)
Bunlar, 1949’da dile getirilmiş.
“Kriz”, “bir yığın yarı münevver”, o günlerden görülmüş.
Çözüm yolu, “eğitimi üretimin yardımcısı yapmak”, ne yazık ki pek hayata geçirilememiş!
x x x
TAVSİYE
https://www.youtube.com/watch?v=TVmI2UJVsVg
BURSA’DA ZAMAN, Ahmet Hamdi TANPINAR