Şimdi Tanrı var. Tanrı içimizde ve biz Tanrısallıkla yücelmişiz. Ne diyor Tanrı? Şereflisin sen ve şerefini dosdoğru olmakla perçinlemelisin. Öyleyse kimse karşımıza çıkıpta şerefsiz ol ve yanlış yürü diyemez. Her birimiz, tek tek insançocukları, kim olursak olalım, nerede bulunursak bulunalım, ne yaparsak yapalım, nasıl düşünürsek düşünelim, hangi yönde duygulanırsak duygulanalım, şerefli olmak, onurlu yaşamak ve dosdoğru yürümek zorundayız. Binaenaleyh kendi hayatımızın sorumluluğunu bizatihi kendimiz deruhte etmek mecburiyetindeyiz. Zira her birimiz insanlık onuruna yaraşır bir yaşamı hak ederiz ve bu hak edişi kendi emeklerimizle yaratırız. İçimizde kendisinden parça taşıdığımız yüce kudret böyle buyurur. Eğer ters istikamette ilerlersek o kudrete de asi gelmiş oluruz. Şayet karşımızda apaçık bir yanlış varsa, o yanlışa yanlış diyebilmeli ve doğrusu budur diyerek o yanlışın karşısına dikilmeliyiz. Bilakis, onursuzca davranmış oluruz. Bilmeli ve unutmamalıyız ki; kimsenin dünyasında yaşamıyoruz ve kimsenin nimetlerine çökmüş değiliz. Bilakis nimetlerimize çökülmüştür ve kendi dünyamızda tutsaklar olmuşuzdur. Bunu beyinlerimize ve vicdanlarımıza kazımalıyız, öyle bir kazımalıyız ki, her yanlış düşünüşümüzde hatırlamak zorunda kalmalıyız. Ne varsa bizimdir ve bize aittir, bizden alınmışsa bu demek değildir ki bizden çıkmıştır öyleyse başkasının malı olmuştur, hayır böyle bir şey olamaz, bilakis bizim olanı bizden alanlardan geri almak insanlık ödevimizdir. Köprünün altından çok sular akıp geçip gittikten sonra işte şu yanlıştı demek sonuz ve sınırı olmayan bir ahlaksızlıktır, tiksindirici bir davranıştır. Onur demek, onu gerektiği yerde, gerektiği zamanda, gereken şekilde istimal etmek demektir. Ve tekrar ifade edeyim ki; her bir insançocuğunun onurlu yaşamak hakkı vardır ama bu hakkı kazanacak olanda bizatihi kendisidir, durduk yerde onur verilmez, zira bir tecime metaı değildir o. Haddizatında Tanrı’nın yeryüzünde ki tecessüm etmiş hali ve mümessiliyiz. İçimizde hem Tanrı’dan ruh taşıyoruz hem de nefis denen şeyi. Yani bizler tabir caizse Tanrı’nın dostlarıyız! Ruh Tanrı’dan da, nefis bağımsız mı? Hayır, nefsi koyan da Tanrı elbette ve kuşkusuz bir hikmete mebnidir bu da. Filhakika bir savaş meydanı bu gövde; iyilikle kötülüğün. Orada ya iyilik kötülüğe ya da kötülük iyiliğe galebe çalacaktır; üçüncü bir opsiyon yoktur. İyilik Tanrı tarafımızdandır ve ruha boyun eğmenin neticesidir. Kötülük ise şeytani tarafımızdandır ve ruhu ekarte edip şeytana ya da nefsimize teslim olmamızdandır. Ya nefsi dizginler ruhun gölgesinde yolumuzu buluruz ya da ruhu boğar nefsin dizginlerini bırakıveririz. Ruh bizi aydınlığa, nefis karanlığa yönlendirir. Tanrı: mutlak otorite. Mutlak kanun koyucu. Tanrı: vicdan. Dinin de, egemenliğin de, mülkün de tek sahibi. Dolaysıyla Tanrı’nın dostları olarak Tanrı adına bunları ancak ve ancak bizler kullanabiliriz ve hepsi de bizimdir yani bizler bunların sahipleriyiz. Velhasıl; Hamanların, Firavunların, Karunların karşısında durmalıyız ve behemehâl onları diskalifiye etmeliyiz ve bizden çaldıkları egemenliği onlardan geri almalıyız. Muhammed İkbal diyordu ya; “yeryüzünde niçin adaletsizlik var? Çünkü Rabbe ait olanı, insan kendisine ait kılmış ve herkese ait olan yine herkese ait kılınmalıdır adalet için.” Burada kendilerine ait kılanlar kimlerdir? İşte haman, karun, firavun dediklerimizdir ve bizden çaldıklarını behemehâl onlardan geri almalıyız. Tabi ulvi olgularda da münafığız. Dilediğimizi kendimize dilediğimizi Tanrı’ya münhasır görüyoruz. Hülasa; kahpelik ediyoruz. Adaleti de göklere ait görüyoruz ki yeryüzünde ondan söz edilmesin. Oysa adalet Tanrı’ya değil bize lazımdır. Her şeyin merkezine kendisini yerleştiren insan her şeyi de kendinin bilmiş ve kendisini ihtiyaçsız, müstağni, kendi kendine yeten görmüş. Din benim demiş. Egemenlik benim demiş. Mülk benim demiş. Tamam, yine onun elbette ama onları nasıl kullanacağını tayin etme salahiyeti onda değil. Burada Tanrı insanın işine karışıyor değildir. Sadece yolu göstermiş ama illa da bu yoldan gidecen diye zorlamamış. Yani mezkûr olguları özlerine mugayir de istimal edebilirsin elbette ama böylesi bir şey ihanettir. İnsanın düşmanları bize emanet ve biz kullanıyoruz dememişler yani, bilakis sahiplenmişler her şeyiyle birlikte. Ama mezkûr olgulara dair müeyyideleri de belirlemiş Tanrı. Bunları kullanacak olan Tanrı değil yani. Hepsi insan için ve kullanacak olan da insan. Çünkü insan bu dünyanın öznesi. Her şey insan için var edilmiş ki, insan da şeyler vasıtası ile yeninden kendini var etsin. Emeğinin ve koşulların çocuğu olan insan, emeğini almalı ve koşulları öyle bir iyileştirmelidir ki; her şey yerli yerine otursun ve kaos tezahür etmesin ve yaratılan yeni koşullar içinde emeğiyle yeniden varolsun. İnsan kullanacak şeyleri kuşkusuz ama saf özüne mütenasip olarak, bilakis saf özüne mugayir olarak değil. İşte Tanrı’ya dost olmak, kaynağı ve maliki Tanrı olan bu olguları saf özüne mütenasip istimal etmek demektir. Yoksa Tanrı’ya düşman olmuş olursun, çünkü Tanrı’dan başka dostlar bulmuş ve Tanrı’nın olanları onlara aitmiş gibi görmüş ve o minvalde hareket etmişsin olursun. Ama biz Tanrı’ya dost olmayı çok yüzeysel olarak anlıyoruz ve okuduğumuz gibi çıkarımda bulunuyoruz. Hatta bunu başkalarını küfürle itham etmek için istimal ediyoruz. Dahası zımnen sanki Müslüman olan bu yasadan yana muafmış gibi bir algıya sahip oluyoruz. Tanrı’dan başka dost edinmek bir anlamda dinin de, egemenliğinde, mülkün de maliki olarak başkalarını görmek ve tüm bu şeyleri onların tanımladıkları gibi insanlık üzerinde icra etmeye yeltenmektir. Öyle değil mi; bugün tabir caizse dinde, egemenlikte, mülkte çalınmıştır ve sahiplenilerek çıkarlar istikametinde istimal edilir olmuştur. Şimdi böyle yapanlar Tanrı’nın dostları olabilirler mi? Ha tabi daha üst boyuta çıkarsak ve o minvalde çıkarım yaparsak iş dinler arası münasebete uzar ki, orası da bildiğimiz gibi değildir kanımca. Tanrı’nın verdiklerini kullarından çalanlar, bunu herhangi bir güçle de olsa yapanlar Tanrı’nın düşmanlarıdırlar. Tanrı’ya dost gibi görünseler de bunu yapıyorlarsa düşmandırlar. Onlar Tanrı’ya ait olanı kendilerine aitmiş gibi gördükleri ve dilediklerince istimal ettikleri için kendilerini güçlü ve müstağni olarak addedebilirler ama filhakika bir örümcek evi kadar güçsüzdürler. İşte insanlar bu türleri dost edinemezler ve dost olarak göremezler, bilakis bu türler insanlığın en büyük düşmanlarıdırlar. Zira bunlar dost gibi görünen düşmanlardır. Ha elbette bunlarla oturabilirsin, yiyip içebilirsin ama bunların hayatını tayin etmesine eyvallah edemezsin. Çünkü böyle yaparsan zillete duçar olursun. Elbette daha da dip derinlere dek inilip teferruatlı olarak tetkik edilip müzakere edilebilir.
NOT: İlk
evvelde, emeğin ucuz ekmeğin ise pahalı olduğu bir dünyada, büyük insanlığın
tüm onurlu emekçilerinin 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günlerini tekraren tüm
kalbimle, bilincimle, içtenliğimle, samimiyetimle, benliğimle ve ciddiyetimle
kutlarım. Akabinde; kutsal emeğin ve onurlu emekçinin, hakkını, tam, eksiksiz,
kesintisiz ve alnının teri kurumadan alacağı hatta emeğinin ürününün kendine
ait kılınacağı, hak edilen görkemli ve insanlık onuruna yaraşır yaşama
kavuşacakları umudu ve inancıyla diyorum. Bugün, insançocukları olarak, kim
olursak olalım, nerede duruyorsak duralım onurlu yaşamak hakkımız vardır. İster
İslamcı, ister Milliyetçi, ister Sosyalist, ister Kemalist, ister Anarşist,
hepimiz, insanlık onuruna yaraşır yaşamak hakkımızı bizden çalanlardan,
kompradorlardan, azgın ve vahşi kapitalistlerden behemehâl almak zorundayız. Bu
vesile ile birleşmek ve birleşik gücümüzle direnmek zorundayız. Bizleri gayr-i
insani bir yaşama mahkûm edenlerin büyük yalanlarına inanmamalıyız. Haklarımızın
çalınmasına sessiz kalmamalıyız. Mal gibi yaşamamalıyız. Kapitalizmin
büyüleyici laflarına, cazibeli dünyasına kanmamalıyız. Büyük mikyasta dünyayı,
küçük mikyasta milletlerin topraklarını açıktan ya da gizli işgal etmiş bulunan
ve işgalini de büyük yalanlarla ve kutsal olgularla perçinleyerek önündeki tüm
insanca setleri ve direnişleri yok eden kara kapitalizmin insanlığı kuşattığı
bir dünyada zincirlere vurulmuş bizler tüm zincirleri paramparça etmeliyiz ve onurlu
yaşamak kavgasının görkemli zaferini selamlamalıyız. Yoksulluk kader değildir
ve kader olamaz. Öyleyse bizleri mahkûm ettikleri ve adına da kader diyerek
bizleri kader olgusuyla susturmaya çalışıp sabır çekmeyi tavsiye etikleri bu
dilemmaya nihayet verilmelidir. Bizler, birilerinin, bitevi yoksulluk üretip,
yoksullar yaratıp, bu olgular üzerinden egemenlik elde etmelerine eyvallah
edemeyiz. Bilakis yoksulluğu yok edip her bir insanın insanlık onuruna yakışır
bir yaşama kavuşması için insanca kavga vermek zorundayız. Çünkü hakların
kaynakları halkları doyuracak kadar zengindir ama ele geçirilmiştir
işbirlikçiler tarafından. Ve ezilen tüm insanları ayrıştırmadan ama
ezildiklerinin de farkına varmalarını sağlayarak emeğin saflarına yani gerçek
sınıflarına ve saflarına iltihaklarını sağlamalıyız.