‘’Dupduru bakan ve dürüst konuşan her şeyi seviyorum.’’ Friedrich Nietzsche
‘’Benim gibi düşünmek zorundasın demiyorum ama mutlaka
düşünmek zorundasın diyorum.’’ Emile
Zola
‘’Senin gibi düşünmüyorum ama düşüncelerini özgürce ifade
edebilmen için gerekirse canımı feda ederim.’’ Voltaire
İnsanlığa ihanet edenler ve ihanete uğrayan insanlar iyi
okumalıdırlar. Lütfen vicdanınızla ve aklınızla okuyun! Elbette okumak,
düşünmek ve anlamak kendi tercihinizdir. Velakin, bu hayatta insanca yaşamanın
yollarından biri de okumaktan geçiyor. Çünkü aydınlanmak okumakla başlıyor.
Zira bilgin yoksa soramaz, sorgulayamaz, şüphe edemez, düşünemez, analiz
yapamazsın ve nihayet çıkarımda bulunamazsın. İnsan denilen canlı tercihleriyle
hürdür ve ancak hür olarak tercih yaptığı vakit varlığının bir anlamı olur. Bu
hayatta hiçbir insanteki hiçbir şeyden dolayı yahut hiçbir şeye matuf olarak
zorlanamaz ve zecri yöntemlerle zorlanılan şeyi yapmaya, yaşamaya sevk edilemez,
bu yöntem ister maddi ister manevi olsun farketmez. Fani bir dünyada, fani
bedenler acılarla varolmaya mahkûm edilemezler. Bu dünya benzeyenlerin dünyası
değildir, öyleyse kimse kimseye benzemek zorunda değildir ve kimse kimsenin
kendisine benzemesini isteyemez. Tanrı da bunu reddeder. Geçelim! Size
benziyorum diye, farklı duygulanımlara kapılıp uzakta durabilirsiniz ve
görmezlikten geledebilirsiniz, umarsızca ve cesurca hareket edip derin bir
merakla alaka da duyabilirsiniz ve oturup okuyadabilirsiniz. Bazen insan,
kendine benzeyenin kendine benzememesinden gizli bir nefret duyar ve onu yok
sayar, gözüyle görmek, uzaklarda da olsa varlığını hissetmek istemez yani onu
gözlerinde ve kalbinde öldürmek ister, hatta ona büyük darbeler vurarak onu
ezmek ister, bu yüzünden onu hatırlatacak her şeyden uzak durur. İşin özünde ve
esasında ise bu durum derin ve aşılamaz bir kompleksin ve hasedin dışarıya
yansımasıdır. Derin bir acıdır hatta patolojik bir vakadır bu ama bir türlü yüzleşilmek
istenmez hep yok sayılır, yüzleşilse belki de iyileşilecektir ama iyileşmeyi
kendini öldürmek sayar ve korkar iyileşmekten. Bu yüzden de hasta olarak
yaralarıyla acı içinde yaşamaya çalışır. Geçelim!
Bendeniz hiçkimseyim, hiçlik diyarında dolaşan. Anlam
veremediğim ve bir anlam bulamadığım absürt bir dünyadayım. Arıyorum arıyorum
bulamıyorum ya da aradığım neyse anlamlandırıp öylece arayamıyorum. Kimseden
değilim, kimse de bendenizden değil. Kimsede kimseden olmak zorunda değil
zaten. Zira olamayız da birbirimizden. Farklı varolduk her birimiz
diğerimizden. Mesele, farklılıklar içerisinde birlik olabilmektir ve saygı
duyabilmektir farklıklarımıza. Bataklığa düşmek istemem, düşenlere de ilişemem.
Metruk bir dünyada mehcur bırakılmış insanlık toprağında acılardan acılara sürgündeyim.
Hiçbir şeyim yok, hiçbir şeye de ait değilim. Olabildiğim kadarıyla mutlak ve
tam bağımsızım. Ben kimim, bağımsızlık ne demek, nasıl mümkün bilemiyorum.
Dışımda bağlı olmak zorunda kalsam da, içimde hiçbir şeye bağlı değilim.
Dışımda niye bağlı oluyorum, zorunda mıyım onu da anlamıyorum. Bir şeye
bağlanmayı sevmiyorum. Bağlanacak bir şeye de iyi bakmıyorum. Bağlanabileceğim
tek bir şey de görmüyorum. Bu dünyada ne varsa çürümüş ve kokmuş vaziyettedir
maateessüf. Çünkü şeylere dokunuşlarda bulunan insan çürümüş ve kokmuştur ilk
etapta. Beni bağlayan her şeyi reddetmişim. Keşke dışımda da koparabilsem tüm
bağlarımı her şeyle, bağlılık sonsuzluğumu öldürüyor ve insan oluşuma büyük bir
darbe indiriyor. Bir yabancıyım bu dünyada, dünya bana ne kadar yabancıysa.
Nereden, ne zaman, nasıl, niçin atılmışım bilmiyorum. Bitevi kendimi
aramaktayım; benzeyenlerde, benzemeyenlerde, canlılarda, cansızlarda, varlığın
her zerresinde. Ayağım toprağa basar, gözlerim göklerdedir. Kalbim ve aklım
nerededir bilmiyorum, sürekli farklı âlemdeymişler gibime geliyor. Belki birgün
bulurum bendeki beni, belki ölürüm bulmadan, bilmeden, belki de hiç yoktur ne
bileyim. Neyim, ne olurum bilmiyorum. Yaşamadığım şey, tanımadığım kimse
kalmadı handiyse, münhasıran meraktan elbette. Bir de acayipliklerin
nasıllığını keşfetmek için olabilir belki de. Çünkü dünyayı ve içindekileri hep
merak etmişimdir ve her şeyden de şüphe etmişimdir. Kendimden bile şüphe ediyorum
gibime geliyor sanki. Öyle ya üzerine bastığım toprakla, altında yaşadığım gök
arasında kendine yer edinmiş insanlık dünyasında neler olup bitiyorsa, hepsi
beni de etkiliyor, ne kadar da etkilenmemeye çalışsam da. Ne kalbim
anlayabilmiştir nice şeyi ne de aklım ermiştir olup biten nice şeylere.
Geçelim!
Onlarca din, ideoloji, mezhep, kimlik ve binlerce müntesip
gördüm, tanıdım, bildim. Hiçbirisinin aslıyla varolduğuna tanıklık etmedim. Hepsinin
dışa yansıyan yüzleri içeride varolan yüzlerinden farklıydı. Dünyaya inince ve
insanlıkla tanışınca hepsinin bozulduğuna şahit oldum. Dünya mı bozuktu yoksa
inen mi bozuktu, hangisi hangisini bozmuştu meçhul kalmıştır hep indimde. Müntesiplerin
hiçbirisinde tutarlılık görmedim ve hiçbirisinde insani hoşgörüye şahit
olmadım. Herkes herkesi kendisine boyun eğdirmeye çalışıyordu ve kendi
istediklerini kabul ettirmeye zorluyordu. Oysa kimse kimsenin Tanrısı değildi
ve olamazdı zaten, zira Tanrı hepsinin içindeydi. Zaten öndekilerin de
müntesiplerini umursadıklarını hiç görmedim. Münhasıran kendi çıkar çarklarının
basit birer dişlileri olarak gördüklerini duyumsadım her diam. Kullandılar,
eskittiler, attılar ya da sattılar ve yenisini buldular daima. İnandıklarını
söyledikleri şeyleri kendi hayatlarıyla nakzettiklerini gözlemledim hep ve
kendilerinde bozduklarına şahit oldum büyüklüğüyle övündükleri şeyleri. Binaenaleyh
tanımlanan ve tanımlanmaya müsait her şeyden nefret ediyorum. Çünkü
tanımlamanın tahrip ve tahrif edici olduğuna inanıyorum. Tanımladığınız vakit,
olan şeyi olmayan şeye döndürüyorsunuz çünkü. Muayyen kalıplarla insanlığın
huzuruna çıkıp, insanlığı o kalıplar içerisinde boğmaya çalışanlardan ve
insanlığa kendi renklerini dikte edenlerden nefret ediyorum. Her bir insanın
kendi toprağında özgürce büyümesinden yanayım, tıpkı kır çiçekleri gibi. Varlık
dünyasında, hiçbir şeyin hiçbir şeye matuf zorlanmasından yana değilim ve
zorlamanın da insani fıtrata mugayir olduğuna inanıyorum. Elbette bu yok etmeye
teşebbüs anlamında bir nefret değil, aklen ve kalben nefret ediyorum yani
sahtekârlıklardan, riyakârlıklardan tiksiniyorum. Çünkü bir kalıbın içerisine
sıkışıp kalmış hiçbir kimse inandığını bilmiyor, bilse de yaşamıyor, münhasıran
aldatmak ve sömürmek için kullanıyor. İnsanlığın önüne koyup yedireceği şeyin
rengine bürünüyor ama bu bürünüşle içini de gizliyor ve insanlığı böylece
kolayca oltaya getiriyor. Zaten yaşayanlar da hep üsttekiler oluyorlar yani
yönlendiriciler yani en büyük efendilerin kuklaları olan küçük efendiler. Ama
alttakilere kendilerini yaşatmak istediklerini söylüyorlar yani onları
aldatıyorlar. Alttakiler ise ölüme hazır mangalar olarak duruyorlar daima.
Ölmeye ve öldürmeye hazır ölüm timleri olarak. Hiçbirisinin insanlıkla ilgileri
olmadıklarını, insanlığın mutluluğu için çalışmadıklarını çok iyi biliyorum. Hepsinin
yegâne hedefleri; dünya nimetlerine mülaki olup dem sürmektir. Bize düşen de,
bunlar dem sürerlerken sürünmektir ama sürünürken de gülmektir yani mal gibi
görünmektir. Biri gider diğeri gelir, gelen gider giden gelir ve bu böyle sürer
gider. Ama her gelen gidenin pisliklerini temizleyeceğini ve daha güzel bir
dünya yaratacağını söyler velakin gidenin yaptığından başka hiçbir şey yapmaz,
çünkü başka şey yapmak için gelmemiştir. Zira büyük rüyaları, hedefleri
olanların yaşamları da çok başka olmalıdır, olmalıydı haddizatında. Velakin
görüyorum ki, hepsinin yaşamları da birbirilerine benzemektedir, zevahirde
farklıymış gibi aksetse de yahut isimleri farklıymış gibi algılansa da bizim
tarafımızda ve değişik tonda makes bulsa da sesleri kulaklarımızda,
haddizatında aynıdır görünmeyen yüzleri ve duyulmayan sesleri. Bizim
efendilerimiz olurlarken, başkalarının hizmetçileridirler aynı anda. Efendilerinin
gölgesinde efendilik yapmaktadırlar yani, velakin yoktur bizden farkları. Geçelim!
Emperyalizm paramparça etmiş bizleri. Bölük bölük mangalara
ayırmış. Baştan sona atomize olmuşuz ve bu atomize oluş polarizasyonu tevlit
etmiş. Her mangaya bir isim vermiş emperyalizm. Her manganın müzik gurubunu,
düşünür gurubunu, politika gurubunu, medya gurubunu, sermaye gurubunu, mafya
yahut örgüt gurubunu, cemaat gurubunu yaratmış. Hepsini birbirine benzetmiş ve
özlerini çekip almış kendilerinden ve kendi özünü zerk etmiş boşalan özlerin
yerine. Böylece herkesi bir cephede mevzilendirmiş ve diğer cephelere atışlar
yapmalarını emretmiş. Bugün emperyalizmin cenderesine mahkûm olmamış ve
emperyalizme muti olmayan tek bir müzik gurubu, tek bir aydın gurubu, tek bir
politik teşekkül, tek bir sermaye gurubu, tek bir mafya yahut örgüt gurubu, tek
bir cemaat gurubu yoktur. Ama hepsi de ulvi olgulara sımsıkı sarılmışlardır ve
bununla böyle olmadıklarını ispat etmeye yeltenmektedirler ve bununla da
insanlığı aldatacaklarını düşlemektedirler velakin ne acayiptir ki, kuşkusuz
aldatmayı da başarmışlardır. Hepsinin renkleri farklı olsa da, zihniyetleri
aynıdır. Siz fark etmezsiniz, onlar sessizce çalışırlar. Zira efendileri
gürültüden hoşlanmazlar. Çendan bunların sevk ve idaresinde vazifeli olanlar
böyledirler, bunların peşlerinde olanların bunlardan haberleri olmasa bile. Bu
yüzden de insanlığın topraklarında insanca yaşamak kabil olmamaktadır. Verilen
bunca emek, ortaya konulan nice kavga herhangi bir netice tevlit etmemektedir. Ezenler
ezmeye, ezilenler de ezilmeye devam etmektedirler bu yüzden. Çünkü bizim
önümüzdekiler bizden değildirler. Bu yüzden bir taraftan bir şeyler yapılırken
diğer taraftan yıkılmaktadır. Bu yüzden hiçbir şey altta kalan insanlık için
olmamaktadır. Bu yüzden birileri her nasıl ve ne şekilde olursa olsun yaşarken,
birileri sadece ölmek yahut sürünmek için vardır. Öyle ya, çoban eldeyse
koyunlar nasıl otlarsa otlasın kimin umurunda. Nasıl olsa onlar çobanlarının gösterdikleri
yönler arasında dönüp durmaktan başka hiçbir şey yapamazlar. Çünkü onlar
bugünlerde koyun gibi güdülmek için, dünlerde kuzu gibi büyütülmüş olanlardır.
İnsanlığın ortak mutluluğu, huzuru için yaşaması gerekenler, emperyalizmin
mevcudiyeti ve bekası için yaşar olmuşlar. Oysa yekpare insanlık birleşmeli ve
birleşik güçleriyle her şey insanlık adına ve insanlık için oluncaya değin
onurlu bir kavga vermelidirler. Birsi hepsi için, hepsi birisi için olmalıdır. Bu
da kuru bir slogan olmaktan çıkıp yaşam biçimi olmalıdır. Kimse, kimse üzerinde
baskı kuramayıncaya dek, kimse kimseye hayat dikte edemeyinceye dek, kimse
kimsenin hayat hakkını elinden alamayıncaya dek sürmelidir bu kavga. Her
birimiz insanlığın ortak vicdanının anayasasına ram olmalıyız. İnsanlığın
şarkısını terennüm etmeli, insanlığın politikasını yapmalı, insanlığın hayatını
yazmalı, insanlığın sözcüsü olmalı, insanlığın hakkını aramalı, insanlığın
emeğini korumalı, insanlığın imanını kurtarmalıyız, insanlığın sesi ve sözü
olmalıyız hep birlikte. Hülasa; insan olmalıyız ve ardına bakmamalıyız. Çünkü
insan olanın ardı teferruattır. İnsanlığa dair kutsal olguları da bölüp
parçalamışlar ve her bir kutsal olguyu birilerine hasretmişler ve bu olgu
etrafında mevzileneceksiniz ve karşıyı bu olguyla vuracaksınız denmişler ama
olguyu da mahiyeti mucibince olaylandırmamaları da buyurulmuş zımnen. Çünkü
olguyu mahiyeti mucibince olaylaştırmakta, o olguyu sahiplenene zarar verir, dolaylı
olarak emperyalizme zarar verir. İşte bu yüzden insanlık nezdinde büyük değer
atfedilen ve el üstünde tutulan adalet, vatan, ahlak olguları muayyen yerlere havale
edilmiş ve o olgularla insanlara seslenmeleri, onları oltaya getirmeleri
söylenmiş. Herkes sahiplendiği olgu dışında kalan olguyu kendi dünyasından
silip atmış yahut ona önem vermiyormuş gibi görünmüş. Hiçbirisi bu olguları bir
bütün olarak ele alıp aynı anda onurluca olaylaştırmaya tevessül etmemiş.
İnsanlık denizinde yüzen balıklar misali olan insanlar atılan oltalara kolayca
gelmişler, çünkü olgular insanlığa dair temel olgulardır, varoluşsal
olgulardır. Maalesef, yerlerimizi, diğerlerine beslediğimiz nefretler besliyor.
Tanımlamaya yeltenen insanlar boş konuşuyorlar. Tanımlanmayan insanları tanımlamaya
çalışıyorlar ve yalanlarla oyalıyorlar. Tanımlanmayı tolere edenlerde birer
robottan başka bir şey olamıyorlar. Oysa yapılması gereken şey eylemdir ve
dünyayı yaşanılır bir yer haline getirmektir. Ötesi gerzekliktir. Ne
yapılacağına dair tek kelime eden var mı? Yok. Niye? Çünkü dert başka. Boş boş
konuşup ben buradayım demek ve kendisini daha yüksek ücretle pazarlamaktır
efendisine. Sanki burada olduğu başkalarının umurundaymış gibi. Buradaysan
eylemini görelim. Boş laflarını değil. Ama buradaki ince nüansa dikkat kesilen
de yok. Bin laf ediyor, içerisinde bir söz yok. Ama biz sözün olmamasına
takılmıyoruz, lafları yiyip geçiyoruz, sonra da acısını çekiyoruz
yediklerimizin. Geçelim!
İçinde Tanrı’dan parça taşıyan insan ve Tanrı’nın bu dünyada
ki mümessili olan insan, tanrıcılık oynayanların kuklası, kulu, kölesi olmuş. Böylece
onların kirli, kanlı, karanlık düzenlerinin insanlık aleyhine işleyen
çarklarının dişlileri arasında ezilir olmuş. Her birisi insanın etinin bir
parçasına saldırmış ve oradan insanı yaralamaya çalışmış ve düşürüp yemeye
başlamış. Kendilerine göre insanı tanımlayarak o tanımlama üzerinden insanları
kendilerine çekmişler, oltalarına getirmişler. Oysa bu dünya insanın ve burada
her şeyi insan yapıyor ve insan, sadece insandır. Öyleyse insan iyi olmalıdır.
Böyle bir dünyada böyle bir ihtimal var mıdır? Maalesef yoktur. Mümkün müdür?
Kesinlikle mümkündür. Çünkü bu dünya mevcut haliyle insani ve insan için
varolan bir dünya değildir ama oldurulmalıdır. Yahut bu dünyaya inmekle bu
dünyayı bozmuş olan insan dolaylı olarak bozduğu bu dünyada kendisi de
bozulmuştur ama düzeltebilir de kendisini. Binaenaleyh ötesi kaostur yani
hiçliktir. Hiçbir şeyin de anlamı yoktur bu yüzden ve cehennemi andırmaktadır
burası ve şeytanlar da at koşturmaktadır bu yüzden burada. Bir sistem
kuruyorsun. Bu sistem bir düşünceye dayanıyor. O sistemi işletecek,
uygulayacak, dayandığı düşünceyi taşıyan ve onu eyleme geçirecek olan insandır.
İnsan ise, çıkarlarının peşinden koşmaktadır, bencilce yaşamaya meyillidir,
yaşamak için ya yaşatır ya da öldürür yani yine onun insafı söz konusudur.
İnsanlığımızı beslemeden ve gerçekten iyi insanlar olmadan bu dünyada bir
cennet kabil değildir. Öyleyse önce insan demeliyiz, iyi insan olmalıyız ve
hasta insanları iyileştirmeliyiz. Çünkü insana mecburuz ve muhtacız! Geçelim!
İnsan bu dünyaya özgür doğmuştur ve kimsenin kölesi olamaz,
kimse de onu köle yapamaz. Binaenaleyh, kimsenin kimseye hayat dayatma hakkı
yoktur ve olamaz. Devlet renksiz olmalıdır, iktiza ediyorsa sahadan
çekilmelidir. Zira varolan devlet herkesin ortak iradesinin tecellisidir. Münhasıran
muayyen bir tarafın rengine bürünen devlet olmaz, olamaz. Kimse kimseye hayatı
cehennem edemez. Hiçbir insan da böylesi bir şeye eyvallah deyip müsaade
edemez. Ederse onursuzca yaşamaya layıktır demektir. Önemli olan insanlıktır.
Herkes birbirinin hayatına saygı duymalıdır. Özgürce yaşamak esastır. İnsanlıktan
tat olmakta bu şekilde kabildir ancak. Zira her insan yaşamak ister, yaşadığı
her andan haz almak ister, boğulmak, gergin olmak, düşmanlıklar içerisinde
çürümek istemez. Zira bu dünya yaşamak içindir, sürünmek için değil. İlişkilerde
ahlaklı olalım ama düşüncemizi devlet yerine koyup başkasına dikte etmeyelim.
Hep birlikte baskıya direnmeliyiz, yapacağımız en iyi şey bu olmalı. Düşünceni
dayatarak kendini ispatlayamazsın. Ahlakınla kendini ispatlarsın. Bu dünya
Tanrı’nın dünyası. Biz insanlar Tanrı’nın ruhundan ruhlar taşıyoruz. Hepimiz
hür doğduk ve hür yaşamayı hak ederiz. Kaderimizden mesul olmamız böylesi bir
hürriyetin konusudur. Zira zorlamayla imtihan imtihan olmaz ve kimse de böylesi
bir imtihandan sorumlu tutulamaz. Bu yüzden kimse kimseye hayat dayatamaz. Hele
hele kimse yaşamadığı bir şeyi başkasına kabul ettiremez. Kabul edilmesini
istediğin şeyi, yüreğin yetiyorsa ve namusun varsa yaşamınla örnek olup kabul
ettirmelisin. Bilakis dayattığın şeyi kusturursun. Susturduğunu sanırsın ama
sessizce konuşturursun, sen anlamazsın ama anlayan anlar ve gereğini yapar,
sonra da boş boş bakınırsın. Bırakalım herkes istediği gibi yaşasın ama kimseye
zarar vermesin, kendi istediğini başkasına dikte etmesin. Herkes ortaya
koyacağı insanca eylemleriyle ve insanlığa yaşatacağı güzelliklerle varolsun ve
kendini böyle kabul ettirsin. Kabul edecek insan da buna göre kabul etsin.
İnsanların birbirlerinden birbirlerine yönelecek baskıyı baskılamaktır devletin
ödevi, bilakis bir tarafa müzahir olup eşitsizliği beslemek değildir. Artık
sürekli çatışma, gerginlik istemiyoruz. İnançlarımızı ancak yaşayarak
yaşatabiliriz. Yaşamadığımız inançlarımızı metazori yaşatmak istersek inançlarımızı
düşmanlaştırırız ve itici hale getiririz. Diyelim ki baskı yaptınız ve zecri
yöntemlerle ibadet yaptırdınız. İyilik mi yoksa kötülük mü etmiş olursunuz? Saf
hürriyet bunu tasvip ve tensip eyler mi? Daha da önemlisi Tanrı bunu ister mi? Geçelim!
İnsanlık bugün sihirbazlarca aldatılıyor. Kâğıdı karan
sihirbazlar ama oyunu oynayan insanlar, insanlığın bu oyunda kazanma şansı var
mı? Birisi kazanıyormuş gibi olabilir ama diğerleri kaybediyordur. Herkesin
kazanmadığı bir oyunda kazandığını sanan gerçekten kazanmış mı olur? İnsanlık
ailesinin önünde ve devasa dünya sahnesinde çok derinden büyük bir tiyatro
oyunu oynanıyor. Ve bu oyun insanlık tarihiyle yaşattır handiyse. Birileri hep
efendi birileri hep köle bu oyunda. Efendilerin renkleri farklı olsa da
statüleri hep aynı. Görüntüleri farklı ama zihniyetleri aynı. Sizin karşınızda
diğerinden farklı bir rol yaparken her biri, aslında sizi aynı yöne
odaklıyorlar, istendik mevzide konuşlandırıyorlar ve aynı hedefe
koşullandırmaya çalışıyorlar. Bizlerde mal gibi izliyoruz kaderimiz masalarda
kalemle çizilirken. Birbirlerine düşmanmış gibi hareket ediyorlar, konuşuyorlar
ama sıkı dostlar. Düşmanlıkları, birbirlerini beslemektir zımni olarak. Her
biri bizim coğrafyamızda nereye sahip olacaklarını önceden belirlemişler ve o
belirlenmişlik üzerinden oturmuşlar masaya ve vermişler kararlarını atmışlar
imzalarını altına. Efendilerinin çarklarını kesintisiz olarak döndürmek içindir
her şey. Suflör aynı ama konuşan diller farklı. Bu büyük tezgâhı görmek,
algılamak, anlamak, hissetmek zorundayız, yoksa kaybederiz, kazandığını sanan
da kaybeder ama zevahirdeki kazanmışlık hissi onu aptallaştırdığı için
farketmez. Farkında olmamakta ilanihaye uyumayı tevlit eder. Zaten uyuyoruz!
Geçelim!
Bu dünya Tanrı’nın dünyası ve biz, buraya yaşamak için
geldik, velakin yaşayamıyoruz hiçbirimiz, sırf kendimize rağmen birilerini
yaşatmaya çalıştığımız için. Oysa ne biz başkalarının yerine ne de başkaları
bizim yerimize yaşayamaz, yaşayamayız. Çünkü biz biziz, başkası başkasıdır.
Ancak ortak mutluluklarımız için birlikte kavga verebiliriz yoksa birbirimizin
yerine yaşayamayız. Maalesef herkese ait olanı, birileri metazori olarak
inhisarlarına almış durumdadırlar. Böylece insanlığı kendilerine mecbur ve
muhtaç bırakmış durumdadırlar. Parayı da ellerinde tutmaktadırlar ve
insanlığında para aracılığıyla yaşayabildiklerinin farkındadırlar. Bizlerde
bunların cenderesinde sıkışıp kalmış durumdayız, bununda farkındayız ama hiçbir
şey yapamayacak kadar korkağız ya da yapmayacak kadar ama yapmak istiyormuş
gibi görünecek kadar sahtekârız. Birileri para olmadığı için yaşayamıyor yani
gerçekten parası yok ama çok istese de yaşayamıyor. Birileri de olan parayı
korumak için yaşayamıyor yani kazandığını kaybetmemek korkusuyla yaşamı
erteliyor yahut ıskalıyor. Hülasa; para beladır ve ortadan kaldırmak şarttır
yahut paranın egemenliğine nihayet verilmelidir. Büyük mutluluklar böylece
gelip bizi bulacaktır. Bilakis mutluluk ya bizi hiç bulmayacaktır ya da bizden
hep kaçacaktır. Bu dünyada tüm nimetler insan içinse ve insanın varlığıyla
nimetler anlamlıysa ve nimetler ancak burada kullanılabilirse o vakit niçin
insanlar nimetlerden uzak kalsınlar? Ama uzak kalıyorlar yahut ulaşamıyorlar.
Niye? Çünkü paradan mahrum diye. Zira bizim olana bize rağmen çökmüş olanlar
paranın kaynağını inhisarlarına geçirmişler ve paralarıyla bizim üzerimizde
hegemonya tesis etmişler. Gerçekte ise bizim paramızla bizleri
tutsaklaştırmışlar. Geçelim!
Emeğinle ürettiğin değerin karşılığında değerli bir hayat
yaşayabiliyor musun? Hayır, yaşayamıyorsun, çünkü yaşatmıyorlar. Zira yaşamak
için emek vermiyorsun, yaşasınlar diye emeğini pazarlıyorsun. Emek veriyorsun
ama verdiğin emeğin karşılığında ancak sefaleti satın alabiliyorsun. Ürettiğini
bile alacak gücü kendinde bulamıyorsun. Dahası ürettiğin şeyin kendinin
olduğunu bile bilmiyorsun. Zira ürettiğinin karşılığını bihakkın alamıyorsun.
Böyle böyle kendine de yabancılaşıyorsun ve gün geliyor kendini başka birisi
olarak buluyorsun. Kendini unuttuğun için sana düşman olanı da tanıyamayacak
hele geliyorsun. Zira seni yaratan koşulların senin tarafından değil seni
kendilerine göre yaratmak isteyenler tarafından oluşturulduğunu bilmiyorsun. Bu
yüzden de koşulları iyileştirmen gerektiğinin bilincine varamıyorsun. Başkalarını
yanına çekmek için ancak onları tuzağa çekerek ve düşmanına yem ederek ve o
düşmandan göreceği zulüm sebebiyle senin yanına geleceğini hesap ederek
varolmaya çalışıyorsun ama böyle varolmanın ancak yok olmakla sonuçlanacağını
ve o kişiyi de ebedi olarak düşman saflarına katmış olacağını anlayamıyorsun.
Böylece haddizatında birer birer kendini yiyor ve tüketiyorsun. Geçelim!
Maalesef her birimiz uyuşmuş, uyuşturulmuş, uyutulmuş
insançocuklarıyız. Düşmanımızla kucak kucağa aynı yatakta yatıyoruz ama yan
yana yattığımızın dostumuz olduğunu sanıyoruz. Böyle sandığımız içinde an be an
yolunduğumuzun, azaldığımızın, tükenmekte olduğumuzun fevkine varamıyoruz. Hepimiz
kapitalizmin hadimleri ve ırgatlarıyız. Ağzımıza bir kaşık bal çalınca onun ne
kadar iyi olduğunu, bize ballı hayat sunduğunu düşünüyoruz ama o balı sürerken
o balın içine bir ömür bizi uyutacak zehir konmuş olabileceğini umursamıyoruz
bile. Onlar için çalışıyor ve ölüyoruz ama kendimiz için çalışıp, öldüğümüze
inanıyoruz. Çünkü münhasıran inanıyoruz ama anlamıyoruz. Senin paranla sana
efendilik yapıyorlar. Senin olanı soyuyorlar ama önüne münhasıran bir parça
koyuyorlar ve sen hakkının ancak o kadar olduğunu sanıyorsun, zira hakkına
düşen payın ne olduğunu bilmiyorsun. George Orwell diyordu ya aynen öyle;
“hepimizi satın almışlar, hem de kendi paramızla.” Bizler satılıp alınacak
birer maldan ibaretiz ama bu gerçekten bihaberiz, çünkü salağız. Tarih boyunca
hiçbir insan ya da topluluk insan onuruna yakışır bir şekilde yaşam kavgası
vermemiş, kula kul ve köle olmuş, ezilmiş ve sindirilmiş, bunu da karakter ve
yaşam tarzı edinmiş. Bugüne dek böyle gelmiş. Gerçekten onurlu kavga verenlerde
bir avuç oldukları için onursuz çoğunluğa galebe çalamamış. Geçelim!
Bizleri maalesef üzerlerine kutsallık kılıfı örtülmüş
olgularla aldatıyorlar, uyutuyorlar, sömürüyorlar. Bir olguyu öyle tazim ve
tebcil ediyorlar ki, bizler böyle yapanların karşılarında adeta büyüleniyoruz
ve o olguyu bizler de tazim ve tebcil etmeye başlıyoruz. Tamam, belki böylesi
bir saygıya sezadır o olgular ama böylesi bir saygıya seza olduğu için öyle
yapılmıyor ki, bizleri büyülemek, uyuşturmak, uyutmak ve bizden bize ait
olanları çalmak için böyle yapıyorlar. Buradaki derin farkı niçin fark edemiyoruz?
Madem öyle niçin bazı şeyler hep başkalarına tavsiye edilir de, tavsiye eden
kendisi tavsiye ettiğinden uzak durur? Yahut niçin o şey için kendilerinden
feda edenler yaşamdan behre sahibi olamazlar da, hep başkalarına düşer büyük
paylar? Tamam, bu dünyaya ölmeye geldik ve tedricen ölüme doğru gidiyoruz belki
ama önce yaşamamız lazım be kardeşim, niçin bunu görmezlikten, bilmezlikten
geliyoruz? Niçin canından geçenin canı canından geçtiği için can bulmuyor da,
canından geçenin canı canlanmak, kanlanmak isteyenin canına şifa oluyor? Burada
anlaşılmaz bir paradoks yok mudur? Ben yok olayım birileri var olsunlar öyle
mi? Ben öleyim birileri yaşasınlar öyle mi? Maalesef öyle ve biz öyle olduğunu
bilemediğimiz için böyleyiz yani aptalız. Ne acıdır ki; önümüze konulan ve bize
yedirilen ve üstüne kutsallık atfedilen olgular, bizleri hiçbir şeyi anlayamaz
hale getirmişlerdir ve kurtuluşa giden yolumuzda en büyük handikaplardır.
Olguların kuşatmasının kıskacında can çekişiyoruz. Geçelim!
Niye bizlere metazori dayatılan hayatları yaşıyoruz? Niye böylesi
hayatların kurbanları oluyoruz? Niye kendimiz olamıyoruz, kendi istediğimiz
hayatları yaşayamıyoruz? Çünkü bilmiyoruz kardeşim, kendimizi bilmiyoruz,
dünyayı da tanımıyoruz. Kulların kulu olduğumuzu sanıyoruz ve kullara kulluk
yaparak mutlu oluyoruz. İçimizdeki Tanrısallığa ihanet ediyoruz. Çalışmayan
kafalarımızla ve çalışmasından korktuğumuz kafalarımızla, zalimlerin çarklarını
döndürüyoruz ve işin garibi bundan da derin ve gizli bir zevk alıyoruz. Bu
kadar düşüğüz yani. Bizi bugüne değin bizden başka kimsenin düşünmediğini,
bundan böyle de düşünmeyeceğini bir türlü düşünemiyoruz. Yani hep yaşadığımız,
her an yaşamakta olduğumuz şeyi idrak edemiyoruz. Bu kadar alığız, bönüz, dar
kafalı ve sekteriz yani. Kim düşündü sizi, siz açken, perişanken, işsizken,
güzel düşleriniz kayıp giderken, umutlarınız uçup giderken? Birileri sizi
soydular, haklarınıza el koydular, krallar gibi yaşadılar, günlerini gün
ettiler, yediler, içtiler, kustular. Eyvallah mı ediyorsunuz? Hesap sormayacak
mısınız? Öyle olsun mu diyeceksiniz? Sizin olanın üzerinde, sizin servetleriniz
üzerinde cirit atmalarını izleyecek misiniz? Sizi yaşatmayan, güldürmeyen şeyin
onları yaşatmasına, güldürmesine onay mı vereceksiniz? Şu lanet olası dünyada
herkes mutlu olsun, herkesin karnı doyup yüzü gülsün istemek, herkes sıcacık
yatakta yatsın diye düşlemek suç mu, günah mı? Ama böylesi bir gücüm yok ki,
bunu ben yapayım. Hepimiz, evet hepimiz birlikte yapacağız, başaracağız bunu,
birleşerek birleşik gücümüzle. Gerçekleri görerek, bilerek ve gerçeklere
tutunarak. Geçelim!
Kapitalizm her şeyi paramparça etti. İnsanı böldü, parçaladı,
pazarladı. Dengeyi bozdu. Ölçüyü kaçırdı. İnsanı hastalandırdı. Doğayı
kirletti. Suyu ve havayı kirletti. Nefes alamayacak hale getirdi insanı.
Yaşamak sevincini çaldı bizden. Her şeyi yerinden etti ve hak etmeği, durması
gerekmediği yere koydu. İnsanlığın kurtuluşu isteseniz de istemeseniz de insanca
direnişe ve başkaldırıya bağlıdır. Elbette ilk önce insanın iyi bir insan
olmasına bağlıdır. Emeğin egemenliğine bağlıdır. Bugün maalesef emek değil
emeği satın alan para egemendir, bu yüzden de insan düşmüş kompradorlar
yükselmiştir. Oysa gerçekte yükselmesi gereken insandır, düşmesi gereken
kompradorlardır ve bu düşüşe merhamet edilmez. Peygamber bile iki eli öpmemiş
midir? Bu ellerden birisi çalışanın eli, diğeri kadının eli değil midir? Çünkü
iki el de kutsaldır. İki elde ateşten uzak kalacaktır. Çalışarak, emeğin aracı
olarak üreten elin kazandığı ne varsa insanın hakkıdır. Ve bu hak asla ve kata
hiçbir şatta ve koşulda gasp edilmemelidir ve edilemez ama edilmiştir ve biz
gasp edileni geri almak zorundayız behemehâl. Kapitalizmin yarattığı koşulları
behemehâl değiştirmeli ve insanlığı var eden tüm koşulları daha iyi şekilde
yeniden biçimlendirmeliyiz. Bilakis insan nefessiz kalacak ve yok olup
gidecektir. Üçüncü bir opsiyon bulunmamaktadır. Geçelim!
Son sözü
söylemesi içinde büyük üstada kulak verelim;
‘’’’Ve işte o zaman bir yazarın eylemi (işi), bir
konuşmacının, bir öğretmenin, bir mütercimin, bir ideoloğun, bir fikir
önderinin, bir tarihçinin, bir aydının eylemi konuşmaktır: Ateşli sözlerden
oluşan kurşunları düşmanın kara ordusuna yağdırmak, uyuyanları uyandırmak,
cehalet gecesinin kara çadırını yırtıp yakmak ve düşünce alevi ile geceyi ateşe
vermek, kışı ısıtmak, tek kelimeyle "mesajı" halkın kulağına
iletmektir. Tarihleri alt üst eden, zamanları yaratan, medeniyetleri kuran
peygamberler mesaj iletmekten başka bir şey mi yapmışlardır? Aydın kimse,
zamanın ve toplumun peygamberidir. Eğer sözünü doğru söylerse ve doğru söz
söylerse; artık söz söylemiş olmaz, amel etmiş olur. Çünkü aydının eylemi
"söz söylemektir". Elbette sözden söze de fark vardır. "Mürekkebi,
"şehidin kanından üstün" söz de vardır! Ve sen ey oğlum! Hiçbir
diktatörün elinde tutsak olmak istemiyorsan sadece bir şey yap: OKU, OKU, OKU..!’’’’
Ali Şeriati