İNSANLIK MANİFESTOSU...

Özgür DENİZ - 03.05.2021

‘’Dupduru bakan ve dürüst konuşan her şeyi seviyorum.’’ Friedrich Nietzsche

 

‘’Benim gibi düşünmek zorundasın demiyorum ama mutlaka düşünmek zorundasın diyorum.’’ Emile Zola

 

‘’Senin gibi düşünmüyorum ama düşüncelerini özgürce ifade edebilmen için gerekirse canımı feda ederim.’’ Voltaire

 

İnsanlığa ihanet edenler ve ihanete uğrayan insanlar iyi okumalıdırlar. Lütfen vicdanınızla ve aklınızla okuyun! Elbette okumak, düşünmek ve anlamak kendi tercihinizdir. Velakin, bu hayatta insanca yaşamanın yollarından biri de okumaktan geçiyor. Çünkü aydınlanmak okumakla başlıyor. Zira bilgin yoksa soramaz, sorgulayamaz, şüphe edemez, düşünemez, analiz yapamazsın ve nihayet çıkarımda bulunamazsın. İnsan denilen canlı tercihleriyle hürdür ve ancak hür olarak tercih yaptığı vakit varlığının bir anlamı olur. Bu hayatta hiçbir insanteki hiçbir şeyden dolayı yahut hiçbir şeye matuf olarak zorlanamaz ve zecri yöntemlerle zorlanılan şeyi yapmaya, yaşamaya sevk edilemez, bu yöntem ister maddi ister manevi olsun farketmez. Fani bir dünyada, fani bedenler acılarla varolmaya mahkûm edilemezler. Bu dünya benzeyenlerin dünyası değildir, öyleyse kimse kimseye benzemek zorunda değildir ve kimse kimsenin kendisine benzemesini isteyemez. Tanrı da bunu reddeder. Geçelim! Size benziyorum diye, farklı duygulanımlara kapılıp uzakta durabilirsiniz ve görmezlikten geledebilirsiniz, umarsızca ve cesurca hareket edip derin bir merakla alaka da duyabilirsiniz ve oturup okuyadabilirsiniz. Bazen insan, kendine benzeyenin kendine benzememesinden gizli bir nefret duyar ve onu yok sayar, gözüyle görmek, uzaklarda da olsa varlığını hissetmek istemez yani onu gözlerinde ve kalbinde öldürmek ister, hatta ona büyük darbeler vurarak onu ezmek ister, bu yüzünden onu hatırlatacak her şeyden uzak durur. İşin özünde ve esasında ise bu durum derin ve aşılamaz bir kompleksin ve hasedin dışarıya yansımasıdır. Derin bir acıdır hatta patolojik bir vakadır bu ama bir türlü yüzleşilmek istenmez hep yok sayılır, yüzleşilse belki de iyileşilecektir ama iyileşmeyi kendini öldürmek sayar ve korkar iyileşmekten. Bu yüzden de hasta olarak yaralarıyla acı içinde yaşamaya çalışır. Geçelim!  

 

Bendeniz hiçkimseyim, hiçlik diyarında dolaşan. Anlam veremediğim ve bir anlam bulamadığım absürt bir dünyadayım. Arıyorum arıyorum bulamıyorum ya da aradığım neyse anlamlandırıp öylece arayamıyorum. Kimseden değilim, kimse de bendenizden değil. Kimsede kimseden olmak zorunda değil zaten. Zira olamayız da birbirimizden. Farklı varolduk her birimiz diğerimizden. Mesele, farklılıklar içerisinde birlik olabilmektir ve saygı duyabilmektir farklıklarımıza. Bataklığa düşmek istemem, düşenlere de ilişemem. Metruk bir dünyada mehcur bırakılmış insanlık toprağında acılardan acılara sürgündeyim. Hiçbir şeyim yok, hiçbir şeye de ait değilim. Olabildiğim kadarıyla mutlak ve tam bağımsızım. Ben kimim, bağımsızlık ne demek, nasıl mümkün bilemiyorum. Dışımda bağlı olmak zorunda kalsam da, içimde hiçbir şeye bağlı değilim. Dışımda niye bağlı oluyorum, zorunda mıyım onu da anlamıyorum. Bir şeye bağlanmayı sevmiyorum. Bağlanacak bir şeye de iyi bakmıyorum. Bağlanabileceğim tek bir şey de görmüyorum. Bu dünyada ne varsa çürümüş ve kokmuş vaziyettedir maateessüf. Çünkü şeylere dokunuşlarda bulunan insan çürümüş ve kokmuştur ilk etapta. Beni bağlayan her şeyi reddetmişim. Keşke dışımda da koparabilsem tüm bağlarımı her şeyle, bağlılık sonsuzluğumu öldürüyor ve insan oluşuma büyük bir darbe indiriyor. Bir yabancıyım bu dünyada, dünya bana ne kadar yabancıysa. Nereden, ne zaman, nasıl, niçin atılmışım bilmiyorum. Bitevi kendimi aramaktayım; benzeyenlerde, benzemeyenlerde, canlılarda, cansızlarda, varlığın her zerresinde. Ayağım toprağa basar, gözlerim göklerdedir. Kalbim ve aklım nerededir bilmiyorum, sürekli farklı âlemdeymişler gibime geliyor. Belki birgün bulurum bendeki beni, belki ölürüm bulmadan, bilmeden, belki de hiç yoktur ne bileyim. Neyim, ne olurum bilmiyorum. Yaşamadığım şey, tanımadığım kimse kalmadı handiyse, münhasıran meraktan elbette. Bir de acayipliklerin nasıllığını keşfetmek için olabilir belki de. Çünkü dünyayı ve içindekileri hep merak etmişimdir ve her şeyden de şüphe etmişimdir. Kendimden bile şüphe ediyorum gibime geliyor sanki. Öyle ya üzerine bastığım toprakla, altında yaşadığım gök arasında kendine yer edinmiş insanlık dünyasında neler olup bitiyorsa, hepsi beni de etkiliyor, ne kadar da etkilenmemeye çalışsam da. Ne kalbim anlayabilmiştir nice şeyi ne de aklım ermiştir olup biten nice şeylere. Geçelim!

 

Onlarca din, ideoloji, mezhep, kimlik ve binlerce müntesip gördüm, tanıdım, bildim. Hiçbirisinin aslıyla varolduğuna tanıklık etmedim. Hepsinin dışa yansıyan yüzleri içeride varolan yüzlerinden farklıydı. Dünyaya inince ve insanlıkla tanışınca hepsinin bozulduğuna şahit oldum. Dünya mı bozuktu yoksa inen mi bozuktu, hangisi hangisini bozmuştu meçhul kalmıştır hep indimde. Müntesiplerin hiçbirisinde tutarlılık görmedim ve hiçbirisinde insani hoşgörüye şahit olmadım. Herkes herkesi kendisine boyun eğdirmeye çalışıyordu ve kendi istediklerini kabul ettirmeye zorluyordu. Oysa kimse kimsenin Tanrısı değildi ve olamazdı zaten, zira Tanrı hepsinin içindeydi. Zaten öndekilerin de müntesiplerini umursadıklarını hiç görmedim. Münhasıran kendi çıkar çarklarının basit birer dişlileri olarak gördüklerini duyumsadım her diam. Kullandılar, eskittiler, attılar ya da sattılar ve yenisini buldular daima. İnandıklarını söyledikleri şeyleri kendi hayatlarıyla nakzettiklerini gözlemledim hep ve kendilerinde bozduklarına şahit oldum büyüklüğüyle övündükleri şeyleri. Binaenaleyh tanımlanan ve tanımlanmaya müsait her şeyden nefret ediyorum. Çünkü tanımlamanın tahrip ve tahrif edici olduğuna inanıyorum. Tanımladığınız vakit, olan şeyi olmayan şeye döndürüyorsunuz çünkü. Muayyen kalıplarla insanlığın huzuruna çıkıp, insanlığı o kalıplar içerisinde boğmaya çalışanlardan ve insanlığa kendi renklerini dikte edenlerden nefret ediyorum. Her bir insanın kendi toprağında özgürce büyümesinden yanayım, tıpkı kır çiçekleri gibi. Varlık dünyasında, hiçbir şeyin hiçbir şeye matuf zorlanmasından yana değilim ve zorlamanın da insani fıtrata mugayir olduğuna inanıyorum. Elbette bu yok etmeye teşebbüs anlamında bir nefret değil, aklen ve kalben nefret ediyorum yani sahtekârlıklardan, riyakârlıklardan tiksiniyorum. Çünkü bir kalıbın içerisine sıkışıp kalmış hiçbir kimse inandığını bilmiyor, bilse de yaşamıyor, münhasıran aldatmak ve sömürmek için kullanıyor. İnsanlığın önüne koyup yedireceği şeyin rengine bürünüyor ama bu bürünüşle içini de gizliyor ve insanlığı böylece kolayca oltaya getiriyor. Zaten yaşayanlar da hep üsttekiler oluyorlar yani yönlendiriciler yani en büyük efendilerin kuklaları olan küçük efendiler. Ama alttakilere kendilerini yaşatmak istediklerini söylüyorlar yani onları aldatıyorlar. Alttakiler ise ölüme hazır mangalar olarak duruyorlar daima. Ölmeye ve öldürmeye hazır ölüm timleri olarak. Hiçbirisinin insanlıkla ilgileri olmadıklarını, insanlığın mutluluğu için çalışmadıklarını çok iyi biliyorum. Hepsinin yegâne hedefleri; dünya nimetlerine mülaki olup dem sürmektir. Bize düşen de, bunlar dem sürerlerken sürünmektir ama sürünürken de gülmektir yani mal gibi görünmektir. Biri gider diğeri gelir, gelen gider giden gelir ve bu böyle sürer gider. Ama her gelen gidenin pisliklerini temizleyeceğini ve daha güzel bir dünya yaratacağını söyler velakin gidenin yaptığından başka hiçbir şey yapmaz, çünkü başka şey yapmak için gelmemiştir. Zira büyük rüyaları, hedefleri olanların yaşamları da çok başka olmalıdır, olmalıydı haddizatında. Velakin görüyorum ki, hepsinin yaşamları da birbirilerine benzemektedir, zevahirde farklıymış gibi aksetse de yahut isimleri farklıymış gibi algılansa da bizim tarafımızda ve değişik tonda makes bulsa da sesleri kulaklarımızda, haddizatında aynıdır görünmeyen yüzleri ve duyulmayan sesleri. Bizim efendilerimiz olurlarken, başkalarının hizmetçileridirler aynı anda. Efendilerinin gölgesinde efendilik yapmaktadırlar yani, velakin yoktur bizden farkları. Geçelim!

 

Emperyalizm paramparça etmiş bizleri. Bölük bölük mangalara ayırmış. Baştan sona atomize olmuşuz ve bu atomize oluş polarizasyonu tevlit etmiş. Her mangaya bir isim vermiş emperyalizm. Her manganın müzik gurubunu, düşünür gurubunu, politika gurubunu, medya gurubunu, sermaye gurubunu, mafya yahut örgüt gurubunu, cemaat gurubunu yaratmış. Hepsini birbirine benzetmiş ve özlerini çekip almış kendilerinden ve kendi özünü zerk etmiş boşalan özlerin yerine. Böylece herkesi bir cephede mevzilendirmiş ve diğer cephelere atışlar yapmalarını emretmiş. Bugün emperyalizmin cenderesine mahkûm olmamış ve emperyalizme muti olmayan tek bir müzik gurubu, tek bir aydın gurubu, tek bir politik teşekkül, tek bir sermaye gurubu, tek bir mafya yahut örgüt gurubu, tek bir cemaat gurubu yoktur. Ama hepsi de ulvi olgulara sımsıkı sarılmışlardır ve bununla böyle olmadıklarını ispat etmeye yeltenmektedirler ve bununla da insanlığı aldatacaklarını düşlemektedirler velakin ne acayiptir ki, kuşkusuz aldatmayı da başarmışlardır. Hepsinin renkleri farklı olsa da, zihniyetleri aynıdır. Siz fark etmezsiniz, onlar sessizce çalışırlar. Zira efendileri gürültüden hoşlanmazlar. Çendan bunların sevk ve idaresinde vazifeli olanlar böyledirler, bunların peşlerinde olanların bunlardan haberleri olmasa bile. Bu yüzden de insanlığın topraklarında insanca yaşamak kabil olmamaktadır. Verilen bunca emek, ortaya konulan nice kavga herhangi bir netice tevlit etmemektedir. Ezenler ezmeye, ezilenler de ezilmeye devam etmektedirler bu yüzden. Çünkü bizim önümüzdekiler bizden değildirler. Bu yüzden bir taraftan bir şeyler yapılırken diğer taraftan yıkılmaktadır. Bu yüzden hiçbir şey altta kalan insanlık için olmamaktadır. Bu yüzden birileri her nasıl ve ne şekilde olursa olsun yaşarken, birileri sadece ölmek yahut sürünmek için vardır. Öyle ya, çoban eldeyse koyunlar nasıl otlarsa otlasın kimin umurunda. Nasıl olsa onlar çobanlarının gösterdikleri yönler arasında dönüp durmaktan başka hiçbir şey yapamazlar. Çünkü onlar bugünlerde koyun gibi güdülmek için, dünlerde kuzu gibi büyütülmüş olanlardır. İnsanlığın ortak mutluluğu, huzuru için yaşaması gerekenler, emperyalizmin mevcudiyeti ve bekası için yaşar olmuşlar. Oysa yekpare insanlık birleşmeli ve birleşik güçleriyle her şey insanlık adına ve insanlık için oluncaya değin onurlu bir kavga vermelidirler. Birsi hepsi için, hepsi birisi için olmalıdır. Bu da kuru bir slogan olmaktan çıkıp yaşam biçimi olmalıdır. Kimse, kimse üzerinde baskı kuramayıncaya dek, kimse kimseye hayat dikte edemeyinceye dek, kimse kimsenin hayat hakkını elinden alamayıncaya dek sürmelidir bu kavga. Her birimiz insanlığın ortak vicdanının anayasasına ram olmalıyız. İnsanlığın şarkısını terennüm etmeli, insanlığın politikasını yapmalı, insanlığın hayatını yazmalı, insanlığın sözcüsü olmalı, insanlığın hakkını aramalı, insanlığın emeğini korumalı, insanlığın imanını kurtarmalıyız, insanlığın sesi ve sözü olmalıyız hep birlikte. Hülasa; insan olmalıyız ve ardına bakmamalıyız. Çünkü insan olanın ardı teferruattır. İnsanlığa dair kutsal olguları da bölüp parçalamışlar ve her bir kutsal olguyu birilerine hasretmişler ve bu olgu etrafında mevzileneceksiniz ve karşıyı bu olguyla vuracaksınız denmişler ama olguyu da mahiyeti mucibince olaylandırmamaları da buyurulmuş zımnen. Çünkü olguyu mahiyeti mucibince olaylaştırmakta, o olguyu sahiplenene zarar verir, dolaylı olarak emperyalizme zarar verir. İşte bu yüzden insanlık nezdinde büyük değer atfedilen ve el üstünde tutulan adalet, vatan, ahlak olguları muayyen yerlere havale edilmiş ve o olgularla insanlara seslenmeleri, onları oltaya getirmeleri söylenmiş. Herkes sahiplendiği olgu dışında kalan olguyu kendi dünyasından silip atmış yahut ona önem vermiyormuş gibi görünmüş. Hiçbirisi bu olguları bir bütün olarak ele alıp aynı anda onurluca olaylaştırmaya tevessül etmemiş. İnsanlık denizinde yüzen balıklar misali olan insanlar atılan oltalara kolayca gelmişler, çünkü olgular insanlığa dair temel olgulardır, varoluşsal olgulardır. Maalesef, yerlerimizi, diğerlerine beslediğimiz nefretler besliyor. Tanımlamaya yeltenen insanlar boş konuşuyorlar. Tanımlanmayan insanları tanımlamaya çalışıyorlar ve yalanlarla oyalıyorlar. Tanımlanmayı tolere edenlerde birer robottan başka bir şey olamıyorlar. Oysa yapılması gereken şey eylemdir ve dünyayı yaşanılır bir yer haline getirmektir. Ötesi gerzekliktir. Ne yapılacağına dair tek kelime eden var mı? Yok. Niye? Çünkü dert başka. Boş boş konuşup ben buradayım demek ve kendisini daha yüksek ücretle pazarlamaktır efendisine. Sanki burada olduğu başkalarının umurundaymış gibi. Buradaysan eylemini görelim. Boş laflarını değil. Ama buradaki ince nüansa dikkat kesilen de yok. Bin laf ediyor, içerisinde bir söz yok. Ama biz sözün olmamasına takılmıyoruz, lafları yiyip geçiyoruz, sonra da acısını çekiyoruz yediklerimizin. Geçelim!

 

İçinde Tanrı’dan parça taşıyan insan ve Tanrı’nın bu dünyada ki mümessili olan insan, tanrıcılık oynayanların kuklası, kulu, kölesi olmuş. Böylece onların kirli, kanlı, karanlık düzenlerinin insanlık aleyhine işleyen çarklarının dişlileri arasında ezilir olmuş. Her birisi insanın etinin bir parçasına saldırmış ve oradan insanı yaralamaya çalışmış ve düşürüp yemeye başlamış. Kendilerine göre insanı tanımlayarak o tanımlama üzerinden insanları kendilerine çekmişler, oltalarına getirmişler. Oysa bu dünya insanın ve burada her şeyi insan yapıyor ve insan, sadece insandır. Öyleyse insan iyi olmalıdır. Böyle bir dünyada böyle bir ihtimal var mıdır? Maalesef yoktur. Mümkün müdür? Kesinlikle mümkündür. Çünkü bu dünya mevcut haliyle insani ve insan için varolan bir dünya değildir ama oldurulmalıdır. Yahut bu dünyaya inmekle bu dünyayı bozmuş olan insan dolaylı olarak bozduğu bu dünyada kendisi de bozulmuştur ama düzeltebilir de kendisini. Binaenaleyh ötesi kaostur yani hiçliktir. Hiçbir şeyin de anlamı yoktur bu yüzden ve cehennemi andırmaktadır burası ve şeytanlar da at koşturmaktadır bu yüzden burada. Bir sistem kuruyorsun. Bu sistem bir düşünceye dayanıyor. O sistemi işletecek, uygulayacak, dayandığı düşünceyi taşıyan ve onu eyleme geçirecek olan insandır. İnsan ise, çıkarlarının peşinden koşmaktadır, bencilce yaşamaya meyillidir, yaşamak için ya yaşatır ya da öldürür yani yine onun insafı söz konusudur. İnsanlığımızı beslemeden ve gerçekten iyi insanlar olmadan bu dünyada bir cennet kabil değildir. Öyleyse önce insan demeliyiz, iyi insan olmalıyız ve hasta insanları iyileştirmeliyiz. Çünkü insana mecburuz ve muhtacız! Geçelim!

 

İnsan bu dünyaya özgür doğmuştur ve kimsenin kölesi olamaz, kimse de onu köle yapamaz. Binaenaleyh, kimsenin kimseye hayat dayatma hakkı yoktur ve olamaz. Devlet renksiz olmalıdır, iktiza ediyorsa sahadan çekilmelidir. Zira varolan devlet herkesin ortak iradesinin tecellisidir. Münhasıran muayyen bir tarafın rengine bürünen devlet olmaz, olamaz. Kimse kimseye hayatı cehennem edemez. Hiçbir insan da böylesi bir şeye eyvallah deyip müsaade edemez. Ederse onursuzca yaşamaya layıktır demektir. Önemli olan insanlıktır. Herkes birbirinin hayatına saygı duymalıdır. Özgürce yaşamak esastır. İnsanlıktan tat olmakta bu şekilde kabildir ancak. Zira her insan yaşamak ister, yaşadığı her andan haz almak ister, boğulmak, gergin olmak, düşmanlıklar içerisinde çürümek istemez. Zira bu dünya yaşamak içindir, sürünmek için değil. İlişkilerde ahlaklı olalım ama düşüncemizi devlet yerine koyup başkasına dikte etmeyelim. Hep birlikte baskıya direnmeliyiz, yapacağımız en iyi şey bu olmalı. Düşünceni dayatarak kendini ispatlayamazsın. Ahlakınla kendini ispatlarsın. Bu dünya Tanrı’nın dünyası. Biz insanlar Tanrı’nın ruhundan ruhlar taşıyoruz. Hepimiz hür doğduk ve hür yaşamayı hak ederiz. Kaderimizden mesul olmamız böylesi bir hürriyetin konusudur. Zira zorlamayla imtihan imtihan olmaz ve kimse de böylesi bir imtihandan sorumlu tutulamaz. Bu yüzden kimse kimseye hayat dayatamaz. Hele hele kimse yaşamadığı bir şeyi başkasına kabul ettiremez. Kabul edilmesini istediğin şeyi, yüreğin yetiyorsa ve namusun varsa yaşamınla örnek olup kabul ettirmelisin. Bilakis dayattığın şeyi kusturursun. Susturduğunu sanırsın ama sessizce konuşturursun, sen anlamazsın ama anlayan anlar ve gereğini yapar, sonra da boş boş bakınırsın. Bırakalım herkes istediği gibi yaşasın ama kimseye zarar vermesin, kendi istediğini başkasına dikte etmesin. Herkes ortaya koyacağı insanca eylemleriyle ve insanlığa yaşatacağı güzelliklerle varolsun ve kendini böyle kabul ettirsin. Kabul edecek insan da buna göre kabul etsin. İnsanların birbirlerinden birbirlerine yönelecek baskıyı baskılamaktır devletin ödevi, bilakis bir tarafa müzahir olup eşitsizliği beslemek değildir. Artık sürekli çatışma, gerginlik istemiyoruz. İnançlarımızı ancak yaşayarak yaşatabiliriz. Yaşamadığımız inançlarımızı metazori yaşatmak istersek inançlarımızı düşmanlaştırırız ve itici hale getiririz. Diyelim ki baskı yaptınız ve zecri yöntemlerle ibadet yaptırdınız. İyilik mi yoksa kötülük mü etmiş olursunuz? Saf hürriyet bunu tasvip ve tensip eyler mi? Daha da önemlisi Tanrı bunu ister mi? Geçelim!  

 

İnsanlık bugün sihirbazlarca aldatılıyor. Kâğıdı karan sihirbazlar ama oyunu oynayan insanlar, insanlığın bu oyunda kazanma şansı var mı? Birisi kazanıyormuş gibi olabilir ama diğerleri kaybediyordur. Herkesin kazanmadığı bir oyunda kazandığını sanan gerçekten kazanmış mı olur? İnsanlık ailesinin önünde ve devasa dünya sahnesinde çok derinden büyük bir tiyatro oyunu oynanıyor. Ve bu oyun insanlık tarihiyle yaşattır handiyse. Birileri hep efendi birileri hep köle bu oyunda. Efendilerin renkleri farklı olsa da statüleri hep aynı. Görüntüleri farklı ama zihniyetleri aynı. Sizin karşınızda diğerinden farklı bir rol yaparken her biri, aslında sizi aynı yöne odaklıyorlar, istendik mevzide konuşlandırıyorlar ve aynı hedefe koşullandırmaya çalışıyorlar. Bizlerde mal gibi izliyoruz kaderimiz masalarda kalemle çizilirken. Birbirlerine düşmanmış gibi hareket ediyorlar, konuşuyorlar ama sıkı dostlar. Düşmanlıkları, birbirlerini beslemektir zımni olarak. Her biri bizim coğrafyamızda nereye sahip olacaklarını önceden belirlemişler ve o belirlenmişlik üzerinden oturmuşlar masaya ve vermişler kararlarını atmışlar imzalarını altına. Efendilerinin çarklarını kesintisiz olarak döndürmek içindir her şey. Suflör aynı ama konuşan diller farklı. Bu büyük tezgâhı görmek, algılamak, anlamak, hissetmek zorundayız, yoksa kaybederiz, kazandığını sanan da kaybeder ama zevahirdeki kazanmışlık hissi onu aptallaştırdığı için farketmez. Farkında olmamakta ilanihaye uyumayı tevlit eder. Zaten uyuyoruz! Geçelim!

 

Bu dünya Tanrı’nın dünyası ve biz, buraya yaşamak için geldik, velakin yaşayamıyoruz hiçbirimiz, sırf kendimize rağmen birilerini yaşatmaya çalıştığımız için. Oysa ne biz başkalarının yerine ne de başkaları bizim yerimize yaşayamaz, yaşayamayız. Çünkü biz biziz, başkası başkasıdır. Ancak ortak mutluluklarımız için birlikte kavga verebiliriz yoksa birbirimizin yerine yaşayamayız. Maalesef herkese ait olanı, birileri metazori olarak inhisarlarına almış durumdadırlar. Böylece insanlığı kendilerine mecbur ve muhtaç bırakmış durumdadırlar. Parayı da ellerinde tutmaktadırlar ve insanlığında para aracılığıyla yaşayabildiklerinin farkındadırlar. Bizlerde bunların cenderesinde sıkışıp kalmış durumdayız, bununda farkındayız ama hiçbir şey yapamayacak kadar korkağız ya da yapmayacak kadar ama yapmak istiyormuş gibi görünecek kadar sahtekârız. Birileri para olmadığı için yaşayamıyor yani gerçekten parası yok ama çok istese de yaşayamıyor. Birileri de olan parayı korumak için yaşayamıyor yani kazandığını kaybetmemek korkusuyla yaşamı erteliyor yahut ıskalıyor. Hülasa; para beladır ve ortadan kaldırmak şarttır yahut paranın egemenliğine nihayet verilmelidir. Büyük mutluluklar böylece gelip bizi bulacaktır. Bilakis mutluluk ya bizi hiç bulmayacaktır ya da bizden hep kaçacaktır. Bu dünyada tüm nimetler insan içinse ve insanın varlığıyla nimetler anlamlıysa ve nimetler ancak burada kullanılabilirse o vakit niçin insanlar nimetlerden uzak kalsınlar? Ama uzak kalıyorlar yahut ulaşamıyorlar. Niye? Çünkü paradan mahrum diye. Zira bizim olana bize rağmen çökmüş olanlar paranın kaynağını inhisarlarına geçirmişler ve paralarıyla bizim üzerimizde hegemonya tesis etmişler. Gerçekte ise bizim paramızla bizleri tutsaklaştırmışlar. Geçelim!  

 

Emeğinle ürettiğin değerin karşılığında değerli bir hayat yaşayabiliyor musun? Hayır, yaşayamıyorsun, çünkü yaşatmıyorlar. Zira yaşamak için emek vermiyorsun, yaşasınlar diye emeğini pazarlıyorsun. Emek veriyorsun ama verdiğin emeğin karşılığında ancak sefaleti satın alabiliyorsun. Ürettiğini bile alacak gücü kendinde bulamıyorsun. Dahası ürettiğin şeyin kendinin olduğunu bile bilmiyorsun. Zira ürettiğinin karşılığını bihakkın alamıyorsun. Böyle böyle kendine de yabancılaşıyorsun ve gün geliyor kendini başka birisi olarak buluyorsun. Kendini unuttuğun için sana düşman olanı da tanıyamayacak hele geliyorsun. Zira seni yaratan koşulların senin tarafından değil seni kendilerine göre yaratmak isteyenler tarafından oluşturulduğunu bilmiyorsun. Bu yüzden de koşulları iyileştirmen gerektiğinin bilincine varamıyorsun. Başkalarını yanına çekmek için ancak onları tuzağa çekerek ve düşmanına yem ederek ve o düşmandan göreceği zulüm sebebiyle senin yanına geleceğini hesap ederek varolmaya çalışıyorsun ama böyle varolmanın ancak yok olmakla sonuçlanacağını ve o kişiyi de ebedi olarak düşman saflarına katmış olacağını anlayamıyorsun. Böylece haddizatında birer birer kendini yiyor ve tüketiyorsun. Geçelim!

 

Maalesef her birimiz uyuşmuş, uyuşturulmuş, uyutulmuş insançocuklarıyız. Düşmanımızla kucak kucağa aynı yatakta yatıyoruz ama yan yana yattığımızın dostumuz olduğunu sanıyoruz. Böyle sandığımız içinde an be an yolunduğumuzun, azaldığımızın, tükenmekte olduğumuzun fevkine varamıyoruz. Hepimiz kapitalizmin hadimleri ve ırgatlarıyız. Ağzımıza bir kaşık bal çalınca onun ne kadar iyi olduğunu, bize ballı hayat sunduğunu düşünüyoruz ama o balı sürerken o balın içine bir ömür bizi uyutacak zehir konmuş olabileceğini umursamıyoruz bile. Onlar için çalışıyor ve ölüyoruz ama kendimiz için çalışıp, öldüğümüze inanıyoruz. Çünkü münhasıran inanıyoruz ama anlamıyoruz. Senin paranla sana efendilik yapıyorlar. Senin olanı soyuyorlar ama önüne münhasıran bir parça koyuyorlar ve sen hakkının ancak o kadar olduğunu sanıyorsun, zira hakkına düşen payın ne olduğunu bilmiyorsun. George Orwell diyordu ya aynen öyle; “hepimizi satın almışlar, hem de kendi paramızla.” Bizler satılıp alınacak birer maldan ibaretiz ama bu gerçekten bihaberiz, çünkü salağız. Tarih boyunca hiçbir insan ya da topluluk insan onuruna yakışır bir şekilde yaşam kavgası vermemiş, kula kul ve köle olmuş, ezilmiş ve sindirilmiş, bunu da karakter ve yaşam tarzı edinmiş. Bugüne dek böyle gelmiş. Gerçekten onurlu kavga verenlerde bir avuç oldukları için onursuz çoğunluğa galebe çalamamış. Geçelim!

 

Bizleri maalesef üzerlerine kutsallık kılıfı örtülmüş olgularla aldatıyorlar, uyutuyorlar, sömürüyorlar. Bir olguyu öyle tazim ve tebcil ediyorlar ki, bizler böyle yapanların karşılarında adeta büyüleniyoruz ve o olguyu bizler de tazim ve tebcil etmeye başlıyoruz. Tamam, belki böylesi bir saygıya sezadır o olgular ama böylesi bir saygıya seza olduğu için öyle yapılmıyor ki, bizleri büyülemek, uyuşturmak, uyutmak ve bizden bize ait olanları çalmak için böyle yapıyorlar. Buradaki derin farkı niçin fark edemiyoruz? Madem öyle niçin bazı şeyler hep başkalarına tavsiye edilir de, tavsiye eden kendisi tavsiye ettiğinden uzak durur? Yahut niçin o şey için kendilerinden feda edenler yaşamdan behre sahibi olamazlar da, hep başkalarına düşer büyük paylar? Tamam, bu dünyaya ölmeye geldik ve tedricen ölüme doğru gidiyoruz belki ama önce yaşamamız lazım be kardeşim, niçin bunu görmezlikten, bilmezlikten geliyoruz? Niçin canından geçenin canı canından geçtiği için can bulmuyor da, canından geçenin canı canlanmak, kanlanmak isteyenin canına şifa oluyor? Burada anlaşılmaz bir paradoks yok mudur? Ben yok olayım birileri var olsunlar öyle mi? Ben öleyim birileri yaşasınlar öyle mi? Maalesef öyle ve biz öyle olduğunu bilemediğimiz için böyleyiz yani aptalız. Ne acıdır ki; önümüze konulan ve bize yedirilen ve üstüne kutsallık atfedilen olgular, bizleri hiçbir şeyi anlayamaz hale getirmişlerdir ve kurtuluşa giden yolumuzda en büyük handikaplardır. Olguların kuşatmasının kıskacında can çekişiyoruz. Geçelim!

 

Niye bizlere metazori dayatılan hayatları yaşıyoruz? Niye böylesi hayatların kurbanları oluyoruz? Niye kendimiz olamıyoruz, kendi istediğimiz hayatları yaşayamıyoruz? Çünkü bilmiyoruz kardeşim, kendimizi bilmiyoruz, dünyayı da tanımıyoruz. Kulların kulu olduğumuzu sanıyoruz ve kullara kulluk yaparak mutlu oluyoruz. İçimizdeki Tanrısallığa ihanet ediyoruz. Çalışmayan kafalarımızla ve çalışmasından korktuğumuz kafalarımızla, zalimlerin çarklarını döndürüyoruz ve işin garibi bundan da derin ve gizli bir zevk alıyoruz. Bu kadar düşüğüz yani. Bizi bugüne değin bizden başka kimsenin düşünmediğini, bundan böyle de düşünmeyeceğini bir türlü düşünemiyoruz. Yani hep yaşadığımız, her an yaşamakta olduğumuz şeyi idrak edemiyoruz. Bu kadar alığız, bönüz, dar kafalı ve sekteriz yani. Kim düşündü sizi, siz açken, perişanken, işsizken, güzel düşleriniz kayıp giderken, umutlarınız uçup giderken? Birileri sizi soydular, haklarınıza el koydular, krallar gibi yaşadılar, günlerini gün ettiler, yediler, içtiler, kustular. Eyvallah mı ediyorsunuz? Hesap sormayacak mısınız? Öyle olsun mu diyeceksiniz? Sizin olanın üzerinde, sizin servetleriniz üzerinde cirit atmalarını izleyecek misiniz? Sizi yaşatmayan, güldürmeyen şeyin onları yaşatmasına, güldürmesine onay mı vereceksiniz? Şu lanet olası dünyada herkes mutlu olsun, herkesin karnı doyup yüzü gülsün istemek, herkes sıcacık yatakta yatsın diye düşlemek suç mu, günah mı? Ama böylesi bir gücüm yok ki, bunu ben yapayım. Hepimiz, evet hepimiz birlikte yapacağız, başaracağız bunu, birleşerek birleşik gücümüzle. Gerçekleri görerek, bilerek ve gerçeklere tutunarak. Geçelim!

 

Kapitalizm her şeyi paramparça etti. İnsanı böldü, parçaladı, pazarladı. Dengeyi bozdu. Ölçüyü kaçırdı. İnsanı hastalandırdı. Doğayı kirletti. Suyu ve havayı kirletti. Nefes alamayacak hale getirdi insanı. Yaşamak sevincini çaldı bizden. Her şeyi yerinden etti ve hak etmeği, durması gerekmediği yere koydu. İnsanlığın kurtuluşu isteseniz de istemeseniz de insanca direnişe ve başkaldırıya bağlıdır. Elbette ilk önce insanın iyi bir insan olmasına bağlıdır. Emeğin egemenliğine bağlıdır. Bugün maalesef emek değil emeği satın alan para egemendir, bu yüzden de insan düşmüş kompradorlar yükselmiştir. Oysa gerçekte yükselmesi gereken insandır, düşmesi gereken kompradorlardır ve bu düşüşe merhamet edilmez. Peygamber bile iki eli öpmemiş midir? Bu ellerden birisi çalışanın eli, diğeri kadının eli değil midir? Çünkü iki el de kutsaldır. İki elde ateşten uzak kalacaktır. Çalışarak, emeğin aracı olarak üreten elin kazandığı ne varsa insanın hakkıdır. Ve bu hak asla ve kata hiçbir şatta ve koşulda gasp edilmemelidir ve edilemez ama edilmiştir ve biz gasp edileni geri almak zorundayız behemehâl. Kapitalizmin yarattığı koşulları behemehâl değiştirmeli ve insanlığı var eden tüm koşulları daha iyi şekilde yeniden biçimlendirmeliyiz. Bilakis insan nefessiz kalacak ve yok olup gidecektir. Üçüncü bir opsiyon bulunmamaktadır. Geçelim!

 

Son sözü söylemesi içinde büyük üstada kulak verelim;

 

‘’’’Ve işte o zaman bir yazarın eylemi (işi), bir konuşmacının, bir öğretmenin, bir mütercimin, bir ideoloğun, bir fikir önderinin, bir tarihçinin, bir aydının eylemi konuşmaktır: Ateşli sözlerden oluşan kurşunları düşmanın kara ordusuna yağdırmak, uyuyanları uyandırmak, cehalet gecesinin kara çadırını yırtıp yakmak ve düşünce alevi ile geceyi ateşe vermek, kışı ısıtmak, tek kelimeyle "mesajı" halkın kulağına iletmektir. Tarihleri alt üst eden, zamanları yaratan, medeniyetleri kuran peygamberler mesaj iletmekten başka bir şey mi yapmışlardır? Aydın kimse, zamanın ve toplumun peygamberidir. Eğer sözünü doğru söylerse ve doğru söz söylerse; artık söz söylemiş olmaz, amel etmiş olur. Çünkü aydının eylemi "söz söylemektir". Elbette sözden söze de fark vardır. "Mürekkebi, "şehidin kanından üstün" söz de vardır! Ve sen ey oğlum! Hiçbir diktatörün elinde tutsak olmak istemiyorsan sadece bir şey yap: OKU, OKU, OKU..!’’’’

 

Ali Şeriati

Tarih: 03.05.2021 Okunma: 363

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?