Hayatta emeğin üretmediği hiçbir şey yoktur. Her şeyin
içinde büyük ve yüce bir emek (((ter-yaş-kan))) saklıdır. Ki, insan dediğin
bile bir emeğin ürünü değil midir, ürettiği emekle dönüşümlü olarak kendini de
yeniden üretmek değil midir? Hareket etmek için bir emek sarf ediyor değil
midir ve yaşamın kaynağı da hareket değil midir? Buyurun emek sarf etmeden bir
gramlık iş üretin de görelim, dahası emeksiz var olun da görelim! Öyleyse
filhakika dünyadaki en mukaddes şey; emektir. Çünkü emeksiz ekmek ve yemek
yoktur. Emek ucuz ekmek pahalı olsa da yine de kutsaldır emek. Madem gayemiz
idame-i maişettir, öyleyse emeksiz bunu nasıl realize edebiliriz? Madem realize
etmenin yolu budur, o vakit emekçiyi nasıl ezebiliriz ve emeği nasıl
sömürebiliriz? Hayat-ı dünyeviyi sabit ve baki zannedenler, kendilerini de
ölümsüz farz etmektedirler ve yaşamlarını da bu telakkiye göre
konumlandırmaktadırlar, binaenaleyh dünyadaki asıl değerin ne olduğundan
bihaberdirler ya da bihaberlermiş gibi davranışlar içerisine girmektedirler,
nihayet emekçinin sırtından dilediklerince dem sürmektedirler. Dolaysıyla
emeğin üretimini sarf-ı nazar eylemektedirler, münhasıran emeğin üretimine seza
ücreti olabildiği kadar kısmak ve kendilerine hak etmedikleri değeri de
hasretmek niyetiyle. Pekâlâ, zihniyetimizi bu bakış temelinde konumlandırmamıza
göre bu şekilde bir algılayış ve nihayet bu algı minvalinde bir uygulama
içerisinde olabiliriz ama bu ne kadar adildir, ahlakidir, vicdanidir? Emeği
zail eden zevale mahkûm olur unutmayalım. Emeğin hakkını bihakkın teslim edelim
ki, yokluğa teslim olmayalım. İşimize geldiğinde dilimizi dilediğimizce
döndürmekte pek mahiriz ama iş emekçiye ücretinin ödenmesine ve haklarının tam
ve eksiksiz olarak teslim edilmesine geldiğinde ise olabildiğince gaddar ve zalimiz.
Peki denge bunun neresinde ve dengesiz hayatın kaim ve diam olması kabil midir?
Dengedir, insanı, hayatı ve dünyayı dengede tutan; denge kaçtığı vakit her şey
altüst olur, bu kaçınılmazdır. Hem hayat-ı dünyevinin kaim ve daim olmasının
olmazsa olmaz önkoşulu adalet değil midir ki? Ama bu dünyada adaletten
korktuğumuz kadar hiçbir şeyden korkmuyoruz maalesef.
EKSTRA NOT:
İnancınız hangi yönde olursa olsun şu bir gerçektir;
öleceğiz. Bu ölüm nasıl olursa olsun, ne şekilde olursa olsun, sonu nereye
varırsa varsın ve siz bu sonda nereye giderseniz gidiniz, nerede olursanız
olunuz sonunda mutlaka bir sorgulama olacaktır. Öyle ya da böyle hesabı
ödenmeyen bir şey olmaz ve yoktur. Öyleyse bu dünyada dosdoğru olmak zorundadır
her insanteki. Binaenaleyh bu gelip geçici yerde namussuzca, riyakârca,
aldanarak, aldatarak yaşamaya değmez. Geçelim! Niye hep bir yerde inat ediyoruz?
Niye değişimden korkuyoruz? Oysa biliyoruz ki, değişmeyen tek şey değişimin
kendisidir ve değişmeyen ya olduğu yerde donar kalır ya da yok olur gider. Buradaki
mantığı gerçekten merak ediyorum. Ki, bir mantık var mı onu da bilmiyorum. Yani,
insan, düşüncesini, oradan da dünyasını değiştirebilir, değişmeyen yaşayamaz.
Niye beynimize, oradan tüm hayatımıza tesir eden düşüncemizi değiştirmekten korkuyoruz?
Ya kardeşim! Hiçbir insan Tanrı değil, günah işler, sevap işler, doğru yapar,
yanlış yapar, yaptığını bilinçli yapar, bilinçsiz yapar. Layüsel değildir, her
yaptığı ve her söylediği doğru olamaz, yanılmaz değildir. Şimdi bu çıkarım
yanlış mı? Yanlış yapan gider doğru yapacağı düşünülen gelir, yanlış yaparsa o
da gider doğru yapacağına inanılan gelir, hiç yoktan bu devir daim fasılasız
yanlışların ve büyük kayıpların önünde handikap olur yani bizim adımıza iyi
olur ve biz kazanan oluruz; umarsızca hareket etmekte bir beis görmeyip ve
önünü sonunu düşünmeyip, bize bir şey olmaz diyerek bitevi kazanma hayaliyle
yaşayanlar kaybeder ve bu kaybetme korkusu onları namuslu olmaya zorlar zımnen.
Böylece yapılan her şeyin hesabının verileceği bilinciyle hareket etmek zorunda
kalırlar. Bu çıkarım yanlış mı? Peki, böylesi bir şey işimize gelmez mi? Öyle
ya, burası, etrafı demir duvarlarla çevrili, göklerine perde çekilmiş, altı
beton zemin kaplı, tüm ışıkları söndürülmüş bir yer ve içi de zihinleri
dondurulmuş, hisleri çekilip alınmış, elleri kelepçelenmiş, ayaklarına
prangalar vurulmuş, gözlerine mil çekilmiş insanların yaşadığı bir yer değil,
yani gün gelecek birileri gelecek, yine gün gelecek birileri gidecek,
getiremeyiz, götüremeyiz diye korkumuz yoktur herhalde? Yani şunlar gelirse bir
daha gitmez, bunlar gelirse bir daha gitmez diye bir korkumuz yoktur herhalde?
Çünkü burası öyle bir yer değil. Öyleyse kendimiz için yapalım, ne yaparsak
yapalım. Biz değiliz, başkalarıdır hizaya gelmesi gerekenler. Yanlış yapan
gider, bunu bilmelidirler, bilakis sefil bir şekilde yaşamak sizden başkasının
payına düşecek bir şey değildir. Kimse bana ihanet edemez kardeşim, benim için
varsa benim için varolduğunu eylemlerinde görmeliyim, yoksa güle güle demekten
bir salise bile tereddüt etmem, etmemeliyim de zaten. Bendeniz böyleyim kardeşim, hakkımı ararım,
hak ettiğimi isterim. Verilmiyorsa da, benim vermem gereken ne ise veririm,
acaba diye düşünmeyi bile zül addederim, çünkü her yapılanı cezasız bırakırsam
kendi kendime ihanet etmiş olurum. Ve acaba diye düşünmek onursuzluk olur
bendeniz için, böylesi bir durum muvacehesinde. Ve bendeniz onurumla varım ve
yaşıyorum! Hiçbir kimse ebedi olduğunu zannetmemeli ve bu zanla kendisini bir
şey yapanı yok saymamalıdır. Kendisini kendisi yapanı unutmamalıdır ki, ona
ihanete yeltenemesin. İhanet ettiğinde de hesap vermeyeceğini düşünmesin ve
geldiği gibi gideceğini bilsin.