Sevgili Tanrı’m! Bana diyorsun ki; ‘’EMROLUNDUĞUN GİBİ DOSDOĞRU OL!’’ Şimdi Tanrı’m bende diyorum ki; yemin ederim Seni anlamaya çalışıyorum ve bir şekilde anladığımı da düşünüyorum. Ama yarattığın dünya çok garip bir yer, vahşi bir orman gibi, elbette Sen de bunu biliyorsundur. Evet, bu dünyada ya günahlara batacağım ve şeytan gibi yaşayacağım ya da dosdoğru olup insan gibi tertemiz yaşayacağım. Yani kaderimizi seçimlerimiz belirleyecek. Belirleyecekte, tamam da, bu seçimlerimizi yapmakta ne kadar özgürüz ve özgürce yapılamayan seçimlerin bedelini neye göre ödeyeceğiz? Şayet emrolunduğum gibi dosdoğru olursam bu dünya bana cehennem oluyor ve olacak yahut günahlara batarsam ve şeytan gibi yaşarsam da öbür dünya bana cehennem oluyor ve olacak ve bunu çok iyi biliyorum. Tercihimi nasıl ve neye göre yapacağım? İşte bu paradoksu çözemiyorum Tanrı’m. Ne yapacağım ben? Nasıl kurtulacağım bu dilemmadan? Göz göre göre bu dünyamı cehennem mi kılacağım ya da öbür dünyamı mı yakacağım? Eğer suçlanacaksam hangi argümanlara göre suçlanacağım ve tatbik edilecek ceza neye göre tatbik edilecek ama ödüllendirilirsem elbette burada anlaşılmayacak bir şey yok, zira iyi olan ödüllendirilir? Bu girift durumu imtihan olgusuyla izah edilecek kadar basit bir durum olarakta göremiyorum ve sormakta, sorgulamakta inat ediyorum. Senin varlığını değil, yarattım dediğin dünyanın kötülüğünü ve nasıl bu kadar kötülüklerle lebalep olduğunu ve nasıl olupta hiçbir şey yapılamadığını hatta yapılmak istenen şeylerinde engellendiğini ve tüm bunlardan sonra cezalandırmanın nasıl ve neye göre yapılacağını sorguluyorum. Behemehâl insan olmaklığımın bir neticesi olarak emrolunduğum gibi dosdoğru olup cehennemi mi yaşayayım yoksa günahlara dalıp, şeytan gibi yaşayıp cehenneme mi gideyim? Ki, bir ödül peşinde de değilim, münhasıran yapmam gerekenleri yapmak istiyorum. Şimdi cehennemi yaşamamak için şeytan gibi yaşarsam, biliyorsun ki böylesi bir tercihi isteyerek yapmayacağım, bu dünyada ki insani korkularımdan dolayı böyle yapacağım ama öbür dünyada da bu yüzden tecziye edileceğim, peki niçin ve nasıl tecziye edileceğim, kendi isteğimle tercih etmediğim bir şeyden dolayı? Ya Senin dinin garip ya da dinine inandıklarını söyleyenler münafık. Benim Tanrı’m Sensin ama bu dünyada herkes bana tanrılık yapmaya çalışıyor. Yalan söylemiyorum, dünyanın inkârı mümkün olmayan realitesi maalesef ki bu. Bu dünya Seninse Tanrı’m, ben bu dünyayı anlayamıyorum ve böyle bir dünyayı da ittihaz edemiyorum. Binaenaleyh, bu dünyaya itiraz ve isyan ediyorum. Bilemedim, bilemiyorum, galiba hiçte bilemeyeceğim Tanrı’m. Bir şekilde bildirme kudretinle bildirebilir misin lütfen Tanrı’m? Ama behemehâl emrolunduğum gibi dosdoğru olmayı, badema da bu istikamette kalmayı tercih edeceğim elbette, çünkü ben bir şeytan değilim ve günahlara batamam, insanım ve insan gibi dosdoğru olarak yaşamak zorundayım. Ama bir gün yanına geldiğimde Sana mutlaka soracaklarım olacak. Hesaplaşacağız Tanrı’m! Geçelim!
Şimdi, mezkûr girizgâhtan sonra, şu çürütülmesi ve
öldürülmesi muhal ender muhal olan ölümsüz gerçeği, ilk evvelde, sarih ve beliğ
bir şekilde ve olabildiğince tafsilatlı olarak izah ve izhar edelim ki, hiçbir
tereddüde mahal kalmasın ve aklımızdan da asla ve kata çıkmasın, lütfen bunu
unutmayalım, zira okumamızın sonrasında çözümleme ve değerlendirme yaparsak ve
herhangi bir yargılama yapmak istersek aklımızda bulunsun ve yapacağımız şeyi
namusumuzla, şerefimizle, dosdoğru ve dürüst olarak yapalım yani önce
dinleyelim, anlayalım, kavrayalım, sonra vuracaksak yine vuralım, zira
hakikatin kestiği yer acımaz, vurulmaya da hazırız haksız olursak hatta
haksızsak darağacında sallandırılmaya da hazırız, tüm değerlerim üzerine yemin
ederim ki buna hazırım, eğer haksızsam ve bu konuda bendenizi mutlak ve
muhakkak olarak ikna ederseniz, akabinde de ıskat edebilirseniz ve son durum da
bu olursa yani haksızlığım kanıtlanmış ve tescil edilmiş olursa ve o vakitte
siz sallandırmazsanız alçaksınız. Arthur Schopenhauer’in muhteşem bir sözü
vardır ve temel felsefe bu olmalıdır, şöyle der; ‘’VUR AMA BENİ DİNLE!’’
Geçelim!
Ve sadede gelelim! Hiçbir kimse, hiçbir şekilde, hiçbir
kimseye, bahsedeceğimiz mevzularla alakalı olarak; bu senin işin değil, sen git
yapman gereken işini yap, bu işler senin anladığın işler değil diyemez. O zaman
benden oy istemeye de gelmeyeceksiniz onursuzca yahut benim efendi olduğumu
bitevi ağzınıza pelesenk etmeyeceksiniz ve temcit pilavı gibi her dönemde
getirip önüme koymayacaksınız ahlaksızca. Efendi bensem, o vakit bunu bilecek
ve ona göre tavır alacaksınız, bilakis sahtekârlık ve riyakârlık
etmeyeceksiniz. Bu toprakların çocuğu olan herkes, bu toprakların
mukadderatıyla ilgilidir, ilgilenir, ilgilenmek zorundadır. Ki, çendan, böylesi
bir şey, içimizde ki Tanrı’nın bizlere hamlettiği sorumluluktur ve biz de bu
sorumluluğu deruhte etmekte ikileme düşmeyiz ve tereddütsüz tolere ederiz, ki,
zaten etmişte bulunmaktayız. Önünü ardını sorgulamıyorum, orası başka bir mevzu
ve mutlaka orayı da bir yazı serisi olarak yazacağız. Çünkü her bir insan kendi
yaptığı, yapmadığı, yapacağı, söylediği, söylemediği, söyleyeceği her şeyden
sorumludur ve bu sorumluluğunda bir bedeli vardır ve bedeli yine herkes kendisi
ödeyecektir, öyleyse herkes görevini namusluca yapmak ve kendisini temize
çıkarmak zorundadır. Bu yüzden kimse bize işine bak diyemez, zaten işimize
bakıyoruz, işimiz olmayan bir şeyin içinde değiliz. Topraklarımızın kaderiyle
ilgileniyoruz, ilgilenmek zorundayız, badema da ilgileneceğiz, çünkü bu toprakların
kaderiyle kaderimiz iç içedir ve asla tefrik edilemez, et tırnak meselesi yani
anlayacağınız. İşimize geldiğinde buyur gel denilip, işimize gelmediğinde hadi
git denilemez. Oy zamanı geldiğinde boyun bükülüp, iktidar olunduğunda kibir
dağı olunamaz. İşimize geldiğinde sen patronsun, sen asıl olansın, sen efendisin
denilip; işimize gelmediğinde sen bu işlerden ne anlarsın, git görevini yap bu
işler seni aşar, sen sıradan bir insansın verilen görevi yapmakla mükellefsin,
aklının almadığı işlere karışma denilemez yani tanrılığa soyunulamaz. Bu en
hafif tabiriyle nezaketsizliktir. Misal; bir insan restoran işletiyor ya da
terzilik yapıyor yahut bahçıvanlık görevi ifa ediyor olsun, bu insan hem işini
en iyi şekilde yapar hem de ülkesi üzerine düşünür ve konuşur ve dahi ülkesi
için elinden gelen bir şey olursa gücü nispetinde yapmaya çalışır. Kimse
çıkıpta; sen git işinle ilgilen kardeşim, bu işler seni ilgilendirmez diyemez. O
zaman bende derim ki; iş sizin işinizse, o vakit işinizi namusluca, onurluca ve
insanca yapınız, namussuzluk, onursuzluk etmeyiniz. Ki, bizde müdahil olmayalım
ve insanca yaşamaya bakalım. Bir zamanlar karşısında boyun büktüğün insana, o
insanla işin bitip istediklerine ulaştıktan sonra benim karşımda secdeye
kapanacaksın denilemez, kutsal ve ulvi olgularla karşısına geçip ne yaparsam
yapayım tolere etmektir senin görevin denilemez. Zira bu ülkede olan biten her
şey onu da ilgilendirir ve o da kendisini ilgilendiren şeyle ilgilenir. Görev,
görev mahalline dairdir ve o mahalde görev namusla, şerefle bihakkın ifa edilir
ama görev mahallinden çıkılınca kişi özgürdür ve özgürce yaşamak hakkına
maliktir, görev alanıyla toplumsal alan karıştırılmaz. Zaten görevi ile
düşüncesini karıştıran ve görev alanında düşüncesi minvalinde hareket eden
insan onursuzdur. Ama görev mahallinden çıkıldığı vakit kişi hürdür ve şahsi
hayatını istediği şekilde yaşar, kimse de tek bir söz edemez. Devlet hayatında
olsun, özel hayatında olsun herhangi bir görev yapan biri, hem yaptığı bu
görevi en iyi şekilde yapabilir hem de söylediğimiz mevzularla ilgilenebilir,
ki, ilgilenmesi de iktiza eder, zira toplumsal hayatta zuhur eden her olay onu
da ilgilendirir, ilgilendirmektedir de zaten. Evini korumak, her insanın
üzerinde ağır bir sorumluluktur ve sorumluluk yükü ölümden bile ağırdır, kimse de
bu sorumluluktan uzak tutulamaz, bunu yapmaya kimsenin hakkı yoktur. Beni,
görevimi yapmam hususunda hangi hakla engelleyebilir engelleyecek olan, böyle
olduğu zaman ortaya çıkacak sonucun bedelini kim ödeyecek? Geçelim!
Tanrı’nın biz insanlar için görevlendirdiği Peygamber ne
demiştir? ‘’Kardeşinin derdiyle dertlenmeden, kardeşinin derdine çare aramadan
deliksiz uykuya dalanlar bizim mescidimize yaklaşmasınlar.’’ Kardeş denilen
kimdir? O da bir insandır? İnsan nerede yaşar? Bir toplum içinde, öyleyse
kardeşiyle ilgilenmek ne demektir? Toplumla ilgilenmek demektir. Binaenaleyh,
herkes içinde bulunduğu toplumla ve o toplumun üzerinde yaşadığı toprakla
ilgilenmek zorundadır, bu her insan için hem insani, vicdani, ahlaki bir
sorumluluktur hem de sosyal bir sorumluluktur. Keza; namuslu bir politik şahsiyetin
sözüydü galiba, diyordu k; ‘’bir insandır ki; toprakları üzerinde yaşadığı
ülkesinin içinde bulunduğu durum muvacehesinde, o insanın yüreği samimiyetle
sızlamıyorsa, o insan gövdesinin gücü oranında çalışma hayatına katılmıyorsa ve
ülkesinin üretimine katkı sunmuyorsa, o insanın beyni ülkesinin kaderi üzerinde
düşünmüyorsa, kendisini o ülkenin evladı olarak görmesi kabil değildir.’’
Hakeza; bu toprakların yetiştirdiği namuslu aydınlardan ve mücadele adamlarından
biri şöyle diyordu; ‘’eğer ki, bir insan gerçekten örnek olabilecek mertebeye
mülaki olmuşsa, o insan kendisini bir dava adamı olarak görmek
mecburiyetindedir, zira dava adamları ancak ve ancak örnek olabilecek kadar
yüksek ahlaklı insanlar arasından çıkabilirler. Dava adamı demekte, hiçbir
şekilde, hiçbir dış tesire maruz kalmadan, spontane olarak yani kendi kendine,
bağrından çıktığı milletinin mukadderatı üzerine düşünen, sorular soran,
sorgulamalar yapan ve mutlaka bir cevap arayan insan demektir.’’ Ve hakeza, Ali
Şeriati’nin de bu minvalde çok kaydadeğer bir sözü vardır, şöyle der; ‘’aydın
demek, peygamberi misyonun varisi demektir, peygamberlerin bıraktıkları sözü
yüreklere ve beyinlere taşımaktır aydının görevi, aydın sadece söz söylemez, sözü
ateşe dönüştürür ve o ateşten eylemler yaratır. Aydın hem dava adamıdır hem de
eylemlerle kendisini var eden, tini tene dönüştüren bir insandır. Toplumunu
bilinçlendirmeli, şuurlanmayı hızlandırmalı, yol açmalı, yol göstermeli ve
toplumuyla birlikte olmalı ama onun da bir adım önünde bulunmalıdır.’’ Hülasa; tüm
bu müşahhas hakikatlerden ve sarih hüccetlerden sonra, her bir insanteki,
topraklarının, ülkesinin ve milletinin hatta insanlığın mukadderatıyla
ilgilidir, ilgilenir, ilgilenmek zorundadır, zira bu, insan olmanın olmazsa
olmaz önkoşuludur. Geçelim!
Devlet üzerine fasılalı olarak defaatle düşünce serdettik,
gerek sığ, gerekse derinlikli olarak. Yine, dip derinliğine değin, tafsilatlı
olacak şekilde bi 100 bölümlük yazı serisi daha yapmak niyetindeyim. Burada ara
bir açılım yapmak istiyorum; devlet üzerine mülahazalar serdederken dünya
konjonktüründe devlet olgusu bir realite olduğu için, biz mevcut
mülahazalarımızı bu realite bağlamında serdediyoruz şu anlık. Yani devlet
olgusunu mutlak kabullenmişlik psikolojisi üzerinden hareket edip bu temelde
mülahazalar serdetmiyoruz, yani devlete bir Tanrı’lık bahşetmiyoruz, bu konuyu
ayrıca irdeleyeceğiz söylediğimiz gibi çok uzun sürecek bir yazı dizisinde. Öyleyse
mevcut realiteye göre devletler muhakkak, partiler ve kişiler muvakkattir değil
mi? Yani devlet yaşadığımız dünyada çok eski çağlardan beri tolere edilen bir
gerçekliktir, realitedir. Öyleyse biz realite bağlamında öncelikli olarak
devleti düşünmek zorundayız ve devlet tarafından olaylara bakmak mecburiyetindeyiz.
Çünkü o yok olduğu vakit, varolacak hiçbir şey yoktur, dünya bağlamında
devletsizliğin ne acı olaylara sebep olduğuna çok büyük acılarla şahitlik
etmekteyiz öyle ya. Öyleyse onun varlığıyla var olanları düşünüp, devleti
yokluğa sürükleyecek olaylara bigâne ve lakayt kalamayız. Devlette kişilere ve
kurumlara indirgenemez. Yani kişilerin kaderiyle devletlerin kaderi
birleştirilip, buradan farklı çıkarımlara ulaşılamaz. Devlet kişilerin
varlığıyla var olup, yokluklarıyla yok olacak bir nesne değildir. Devlet
mücerret bir olgudur ve o hep olduğu yerde olmaya devam eder ama kişiler,
guruplar, teşekküller ise muvakkattir ve gün gelir kendilerini başkalarına
yahut başka oluşumlara bırakırlar. Hülasa; dünya bağlamında devletler bakidir,
sair her şey fanidir. Bu yüzden kendimizi devletle özdeşleştirip, buradan olayı
farklı yerlere taşıyıp ve zuhur eden olaylara başka anlamlar yükleyip kendi
kaderimizi devletin kaderiymiş gibi göremeyiz. Yanlış yapıp ve devleti ortaya
sürüp yanlışımızın tolere edilmesini isteyemeyiz, bekleyemeyiz. Bu çok büyük
bir hatadır hatta telafisi imkânsız yanlışlara, tahmin edemeyeceğimiz hasarlara
sebebiyet verir. Tarih boyunca devletler mi yok olmuşlardır yoksa kişiler,
guruplar, toplumsal teşekküller mi? Yani birilerinin olmamasıyla devlette
olmayacak değildir ve biz de aptal değiliz. İşimizi doğru düzgün yapmayıpta,
toplum tarafından tecziye edileceğimizi düşünüpte, devleti öne sürüp durumu
kurtarma yoluna gidemeyiz, bu devlete ihanettir. Zira böylesi bir durumda tüm insanları
devletin karşısında yer almaya zorlarsınız zımnen. Çünkü devlete olan inancı ve
güveni sarsarsınız. Yanlış yapanlar devlet adına kurban edilirler, bilakis
devlet yanlış yapanlar için kurban edilemez. Kişiler kim oluyorlar ki,
kendilerini devlet yerine koyabiliyorlar? Bu nasıl bir aymazlıktır? Elbette
devlette böylesi şeylere tolerans göstermemelidir. Madem devletin yakasını
bırakmak istemiyoruz, o vakit dosdoğru olup, işimizi namusluca yapmak
mecburiyetindeyiz. Devleti ortaya sürüp, herkesin olan ve herkese eşit hizmet
yapmakla mükellef olan devleti, yanlışlarımızın tenkit edilmesini engelleyici
bir barikat olarak göremeyiz. Ne yani sen devletin dostusun da ben düşmanı
mıyım? Devlet tanrı da ben kul muyum? Tarih bir anlamda devletlerin
mezarlığıdır da aynı zamanda, elbette yapılan yanlış tatbikatlar neticesinde.
Ben hep doğru olacam ama sen yanlış olacaksın ve ben seni doğrultmaya tevessül
ettiğimde aramıza devleti koyacaksın ve seni yanlışlarınla birlikte tolere
etmek zorunda kalacam öyle mi? Hayır bu kabil değildir ve bunu tolere etmek
muhal ender mahaldir, bunu yaparsam devlete ihanet etmiş olurum. Başka bir
dünya olmasın diye mevcut dünyaya mecbur ve mahkûm bırakılmam adil değildir ve
bu adaletsizliği tolere etmeyi ahlaki bulmam. Madem bir şeyi çok arzu
ediyorsunuz, arzu ettiğiniz o şeye seza şekilde yaşamak zorundasınız. Vazgeçen
ben değilim, vazgeçen ve vazgeçmemi isteyen sizlersiniz. Devlet hizmet yeridir,
küp doldurma yeri değildir. Devlet kimsenin babasının çiftliği ve külahı
değildir. Devleti bana hizmet etmeye aracı kılmayıpta, bana hükmetmeye ve beni
susturmaya hatta beni soymaya aracı kılmaya yeltenirseniz bu mutlaka geri
teper. Yağmurla korkutulurken, doluya mecbur ve mahkûm kalmam istenemez ve
beklenemez. Biz, kesin ve kör inançlı, sekter ve dar kafalı hiçbir egemenin
cenderesinde yaşamaya mahkûm ve mecbur değiliz. Devleti de bir adalet devleti
haline getirmek zorundayız. Biz, bizi insanca bir dünyada yaşatacak olanları
istiyoruz, böyle olan herkese canımız fedadır. Böyle olun, ayaklarınızın
altında halı olayım. Geçelim!
İktidar olmanın elbette nimetleri vardır ama külfetleri de
bilinmelidir. Hep nimete talip olup, külfeti başkalarına bırakmak ahlaksızlık
ve adaletsizliktir. Devleti gönlünce sağ, sonrada devlet için varım, devleti seviyorum
de. Böyle olunca öyle olur elbette. Devleti dilediğince kullanırsan tabi ki
sayar ve seversin ve devlet için olduğunu söylersin. Ne yani iktidar bir silah
mıdır ki, halk toprağına çöküp, insanlık sofrasına kurulup, tüm nimetleri
inhisarına geçirip, dilediğince devran süreceksin ama hiçbir külfete
katlanmayacaksın? İktidar olmanın bir sorumluluğu ve o sorumluluğun da bir
bedeli vardır. Nimeti topluyorsan, külfetini de göğüsleyeceksin ve yanlış
yaparsan bedelini de ödeyeceksin. Korkuyorsan da tasını tarağını toplayıp
gideceksin ve bir daha da talip olmayacaksın. Maalesef tüm dünyada iktidar
olmak her zaman zenginleşmenin tavassutu olmuştur. Bu çok iğrenç ve
tiksindirici bir şeydir. İktidara talipken umulmadık sözler verilmiştir,
iktidar olununca da verilen tüm sözler unutulmuştur ve devlet gücüyle
egemenliğin idamesine yeltenilmiştir yani tabir caizse devlet adeta
tanrılaştırılmıştır ve insanlar da ona kulluk yapmaya davet edilmiştir, icabet
edilmediğinde de zecri yöntemlerle buna zorlanılmıştır. Yaşadığımız acı
tecrübelerle iyice farkına vardığımız ve idrak ettiğimiz bir realitedir bu. Her
iktidar da mutlak iktidar olmanın yollarını aramış, bu yolda da iyi ya da kötü
ne yapılacaksa yapmaya tevessül etmiştir, hiçbir ahlaki ilke gözetmeden. Oysa
mutlak iktidar olmanın büyük getirileri olduğu bilinmekle birlikte, daha da
büyük götürüleri olduğu her zaman sarf-ı nazar eylenmiştir. Bu yüzden mutlak
iktidar dönemlerinde toplumlar her daim büyük kayıplar vermişlerdir. Bu
kayıplar gözle görülecek kayıplar olmadığı için farkında olunamamıştır. Çünkü
bu kayıplar maddi olmaktan ziyade manevi kayıplar olduğu için ancak
hissedilerek farkında olunabilirdi ama hisleri dumura uğramış bir toplumun da
bunu ihsas etmesi ve hissetmesi düşünülemezdi. Mutlak iktidar mutlak yozlaşmayı
tevlit eder ve etmiştir de daima. Kimlikler, dinler, nice ortak olgular ve
değerler hep mutlak iktidar olunan dönemlerde yozlaşmıştır, kalplerden silinip
gitmişlerdir, hayatlar üzerinde ki ağırlıklarını kaybetmişlerdir ve nihayetinde
de devletlerin inhitatına ve inkırazına yol açmıştır bu durumlar. Hep böylesi
dönemlerde mehcur bırakılmıştır, varlığı baki ve ebedi kılan şeyler, olgular,
değerler. İşte bu yüzden, insanı insan kılan ulvi ve kutsal değerlerin izzeti
ve şerefi için itiraz ve isyan ediyorum ve olan bitenleri tolere etmiyorum.
Böyle olmaz kardeşim. Birilerinin kaderiyle bu milletin ve dinin hatta devletin
kaderi birleştirilip birilerinin her yaptığı tasvip ve tensip olunamaz. Ne yani
dinin, kimliğin, devletin mutlak sahipleri siz misiniz ki, bunları münhasıran
sizler koruyacaksınız ve koruma adı altında da bunlar tavassutu ile toplumu
soyacaksınız. Bu nasıl bir iştir? Adalet ve ahlak neresindedir bunun? Ya
yanlışları ayıklayacaksınız ya da yanlış yapanları korumak için herkse ait olanları
ortaya sürmeyeceksiniz. Herkes doğru ve dürüst olmak zorundadır. Bu ülke korku
ülkesi olamaz ve bu devlet korku salan bir devlet olamaz. Millet kendisini
korkutandan korkar ama aynı zamanda da yüreğinden söküp atar kendisini korkutan
ne varsa. Peki, bunun nasıl sonuçlar intaç edeceğini tahmin edebiliyor musunuz?
Korkuyla büyütülen nesillerin yarınları olamaz ve yarınlarda kendi topraklarına
katacakları bir değer de üretemezler. Güvenlik deyip duruyoruz, güvenliği
tehdit eden unsurlar varsa, devlet sessizce yapar görevini, bağırarak çağırarak
bu işler yapılmaz kardeşim ve güvenlik diyerekte insanlar üzerine korku
salınamaz. Güvenliğimizden sorumlu olan tüm teşkilatlarımız elbette başımızın
tacıdır ama yapılan şeyler onlara da ihanettir. Zira halk nezdine ki itibarları
sarsılmaktadır böyle yapılarak. Güvenlik bahane edilerek ve bu sebeple de devletin
varlığı ve yokluğu ortaya sürülerek, yaşamak hakkımız yok edilemez ve hayatımız
cehenneme döndürülemez. Devletin ve iktidarların görevi; insanları yaşatmak ve
mutlu etmektir. İnsanın yaşamadığı yerde, devletin yaşamasının mümkünatı var
mıdır, kabil midir böylesi bir şey? İnsanları korkutarak sindirmek değildir
devletin görevi. İnsanların umudu olmaktır, yarınlarının garantisi olmaktır. Ne
yani böylesi bir şeyi vicdanımın ve aklımın tolere edeceğini mi düşünüyorsunuz?
O vakit insanlığım ne olacak? İnsanlığımdan feragat etmedikçe, böylesi bir şey
kabil olmayacak. Beni yaşatmayın, siz yaşayın, yanlışlarınız ortaya çıkarsa da
devleti bahane ederek beni susturun, oh ne güzel memleket ya. Geçelim!
A, B, C, D, E, F, G şahısları yahut gurupları niçin
böylesiniz? Niçin hepiniz birbirinize benzersiniz? Niçin biriniz diğerinin
yanlışlarını ortaya koyarak egemen olurken, egemen olduğunda aynı yanlışları
yaparak yok olur gider? Niçin verdiğiniz sözlerde durmazsınız? Oysa her biriniz
daha güzel bir dünya, daha mutlu bir yaşam sunmak için gelmiyor musunuz,
bizlere böylesi şeyler vaat etmiyor musunuz? Ne biçim bir paradoks gizlidir
burada? Niye hepiniz birbirinizin fotokopisisiniz, niye böylesiniz gerçekten, buradaki
sır nedir? Bu değişmez ve değiştirilemez bir kader midir? Böyle olmak zorunda
mısınız? Ve niye böylesi bir zorunluluk var ve bu zorunluluğu yaratan ve
sizleri buna intibak etmeye zorlayan kimdir? Yahut gerçekten böylesi bir şey
var mıdır? Devlet böylesi bir şey midir gerçekten? Biz sizlerin ve devletin
kulu, kölesi miyiz? Eğer böyleyse bunu kim buyurdu böyledir diye? Tanrı’nın bir
buyruğu mudur yoksa bu? Sizlerden korkarak mı yaşamak zorundayız? Korkarak
yaşanılır mı bu ömür ve biter mi bu şekilde? Korkuyla dolu bir yaşamın
cehennemden ne farkı vardır? Siz kimsiniz ki, sizlerden korkmalıyız? Gerçekten
kimsiniz ki sizlerden korkmak zorundayız? Tanrı mısınız ki sizlerden korkalım? Ki,
Tanrı bile bizi korkutarak Kendisini sevdirmiyor. Bizleri niçin korkutuyorsunuz?
Bizleri korkutmak mıdır sizlerin göreviniz yoksa bizlere umut vermek midir?
Bizim düşlerimizin katili misiniz siz yoksa bizleri düş kuracak insanlar mı
kılmaktır göreviniz? Hayır ya gerçekten kimsiniz ki sizlerden korkalım? Ne
yaparsınız? Tanrı’nın verdiği canımızı mı alırsınız? İnsanın ölümüyle insanlık
ölür mü sanıyorsunuz? Bu devlet, bu topraklar sizlerin babalarınızın malı,
mülkü mü ve bu millet sizlerin güdeceğiniz sürüleriniz mi? Yaptığınız her
şeyle, devlete, kimliğe, dine ne büyük zararlar verdiğinizin farkında mısınız? Devlet’te,
Türklük’te, İslam’da, Atatürk’te bu toplumu birbirine bağlayan ortak değerler
değil midir? Niye bu değerleri politikaya malzeme yapıp, bizleri bunların
yokluğuyla yahut varlığıyla imtihan etmeye yelteniyorsunuz? Size inanmak
zorunda mıyız? Niye biriniz egemen olduğu dönemde sizden olmayanlar acı
çekiyorlar ve sonra acı çekenler geliyor ve onların döneminde de önceki
mutlular acılara gark oluyorlar? Hep böyle mi sürüp gidecek bu devran? Biriniz
çıkıpta herkesin güleceği, mutlu olacağı, insanca yaşayacağı, hakça ve adilce
bir düzen kurmaz? Yani bırakınız birinizin döneminde kendisinden olmadığım için
insani haklarımdan mahrum olmayı, sizden biri bile olmuş olsam yine de kendisinden
olduklarımın dönemlerinde bile mahrum kalıyorum haklarımdan. Türk’üm diyenin
döneminde Türk olduğum halde mağdur oluyorum, İslam olduğum halde İslam’ım
diyenin döneminde mağdur oluyorum, Atatürk ortak değerimiz olduğu halde Atatürk
diyenlerin döneminde mağdur oluyorum, gerçekten bu nasıl bir dilemmadır ya? Bu
mu sizin adaletiniz, ahlakınız, onurunuz, özetle insanlığınız? Geldik
gidiyoruz, hep böyle mi yaşayacağız, kaderimiz bu mu bizim? Ne diyorsunuz, ne
dediniz, duyamadım, lütfen tekrar eder misiniz? Lütfen artık, çendan birazcık
insan olunuz ya da bırakınız biz insanca yaşayalım! Yazıklar olsun ya, böyle
olmaz ya.