İzmir’de mukim emekli memur Nazmi’nin, kızı ve oğlu, üniversiteyi İstanbul’da okuduğundan bir ayağı sürekli bu koca şehirdeydi. Yine orada bulunduğu sırada, bir hafta sonu, eşi ve kızıyla Yeniköy sahilinde bir çay bahçesinde oturuyordu.
Biraz sonra, az ötesindeki masada, fakülteden sınıf arkadaşı Nurettin’i gördü. Başka bir arkadaşıyla sohbete dalan Nurettin kendisini görmemişti. Nazmi, eşi ve kızına durumu anlatıp, masadan kalktı ve Nurettin’in masasına gitti. Yaklaşık olarak 25 yıldır görüşmemişlerdi. Nazmi, her ihtimale karşı kendi ismini hatırlatarak Nurettin’e elini uzattı. Nurettin, ayağa kalkarak, hatırladığını söyledi ve sarıldılar.
Oturdular ve birbirlerine hal-hatır sordular… Nazmi, günün moda deyimiyle, “kariyerini” yarım bırakarak emekli olmuştu ve iş bulamadığından herhangi bir işte de çalışmıyordu. Nurettin ise memuriyetinde zirveye doğru tırmanmış, “bürokrat” seviyesine çıkmış, çok iyi şartlarda emekli olmuştu. Bu, Nurettin’in emekli aylığının, Nazmi’ninkinin üç katı demekti. Ayrıca, Nurettin, çok büyük bir kuruluşta “müdürlük” işi de bulmuştu. Bu vaziyette, Nurettin’in aylık geliri, Nazmi’ninkinin 5-6 katına çıkmış oluyordu.
Masada herhangi bir gelir-gider konusu açılmadığı halde, aradaki ekonomik uçurum Nazmi’nin başını döndürüyordu… Ezildiğini, küçüldüğünü hissetti.
Sohbetleri esnasında, Nurettin, “kızının yakında üniversite sınavına gireceğinden, kurstan, özel dersten” falan söz etti. Nazmi’nin kızı teknik üniversitenin matematik bölümünde son sınıftaydı ve öğrenci bulursa özel ders veriyordu. Nurettin’e bundan bahsetti. Arzu ederse, onun kızına da ders verebileceğini ekledi. Nurettin, “tabii, dedi, gerek olursa ders aldırırız”.
Dedi ama iletişim için bir telefon numarası falan istemeye gerek duymadı.
Gayet kısa süren konuşmaları esnasında, Nazmi, sanki Nurettin’in arkadaşıyla olan sohbetini kesmiş, onları rahatsız etmiş gibi hissetti. Bir de kendisine istihzayla bakılıyormuş gibi geldi. Müsaade isteyip, yanlarından ayrıldı.
Aradan 4-5 yıl geçti. Nazmi, çok üzücü bir haber aldı: 50-51 yaşlarında olan Nurettin’in bir trafik kazasında eşiyle birlikte hayatını kaybettiğini öğrendi.
Aradan 12-13 yıl daha geçti…
Nazmi, sınıf arkadaşı Murat’tan, rahmetli Nurettin’in kızının ekonomik sıkıntılar yaşadığını, arkadaşlar arasında yardım toplandığını öğrendi.
Nazmi, buna bir anlam veremedi. Nurettin’in yüksek emekli maaşı, yetim kızına kalmamış mıydı? Murat, ayrıntıyı bilmiyordu!
Bu haberi aldığının üzerinden 2 ay geçmişti… Başka bir sınıf arkadaşı İshak’tan konuyla ilgili bir ileti geldi Nazmi’ye… İletide hem içler acısı bilgiler hem de bilgiler arasında çelişkiler vardı. Misal, kızın hem bilgisayar mühendisi olduğu hem de hiç tahsili olmayan bir kişinin yapacağı işlere girip çıktığı yazıyordu.
Bir kredi borcundan bahsediliyor, 28 bin lira civarında para toplandığı, 23 bin lira kadar bir borç kaldığı söyleniyordu. Nazmi’nin tahminine göre, rahmetli Nurettin’den kızına kalması gereken yetim aylığının 6-7 bin lira arasında olması lâzımdı. Böyle bir geliri varken, en az, böyle bir gelir varken, kızın nasıl ve neden bir kredi borcuna battığının açıklaması yoktu. Yine iletide, “Babasından kalan maaşın tam olarak alabilmesinin sağlanması”nın hedeflendiği bildiriliyordu. Maaşın ne kadarı kesiliyor, ne kadarını alabiliyor, bu soruların cevapları yoktu.
Nazmi’yi en çok üzen ve en çok şaşırtan ise, Nurettin’in kızının evi yoktu!
Yani rahmetli Nurettin’den kızına, başını sokacağı bir daire kalmamış mıydı?
Bu nasıl olabilirdi?
Hem kendisinden birkaç kat fazla emekli ikramiyesi alan hem de “astronomik” bir aylık gelire sahip olan rahmetli Nurettin bir daire almamış mıydı?
Bu, Nazmi’ye çok garip geldi!
Eğer öyleyse, Nurettin’in bir dairesi yoksa, 16-17 sene evvel karşılaştıklarında, kendi ekonomik durumu Nurettin’den daha mı iyiydi, acaba?
Öyle ya, beşinci katta da olsa, asansörü de olmasa, damı da aksa kendisinin başını sokacak bir dairesi vardı!
Bunları öğrenince, Nazmi, insan hayatının, maddî zenginliğin pamuk ipliğine bağlı, bir saniye sonrasının meçhul olduğunu bir kere daha katı bir şekilde idrak etti.
Bir de daha 40 yaşında gözlerini kaybeden, hayatı sıkıntılar içinde geçen merhum Cemil Meriç’in şu sözleri aklına geldi: “Mahremiyetini bana açan hiçbir dostumun benden daha iyi, benden daha mutlu olduğuna şahit olmadım”.
Neticede, sınıf arkadaşlarının yadigârı, emaneti, zor durumda olan bir kız vardı. Ona yardımcı olmak boynunun borcuydu. Hem de bir kereye mahsus değil… Hayatı boyunca ve kızın ihtiyacı olduğu sürece…
İshak’a, kızın “özgeçmiş”inin kendisine gönderilmesinin sağlanmasını rica etti. İstanbul’da, bir bilgisayar mühendisine gayet güzel şartlarda iş bulabilecek dostları vardı. Rahmetli arkadaşlarının kızına çok iyi bir iş bulunabilir, o da kimseye muhtaç olmadan hayatını sürdürebilirdi.
Yapılması gereken buydu… Bütün insanlara yapılabilecek en büyük yardım, onların kimseye muhtaç olmadan düzenli bir gelire kavuşmalarını sağlamaktır, diye düşünüyordu.
x x x
TAVSİYE
Komşusu Açken Tok Yatan MÜSLÜMANLAR