Her ne kadar, hakkında, Şevket Süreyya Aydemir’in üç ciltlik “Tek Adam” adlı eseri varsa da Atatürk tek adam değildi. Şevket Süreyya’nın o nitelemesi, Atatürk’ün yönetim tarzının tek adamlık olduğunu değil, Atatürk’ün, millete-memlekete hizmetleri, devrimleri, ileri görüşlülüğü dolayısıyla tek adam, emsalsiz lider olduğunu anlatır. Ki o konuda tamamıyla katılırım.
Yönetim biçimi, yönetim anlayışı konusunda Atatürk’e kat’iyen “tek adam” denilemez! Bugünkü sistemi eleştiren veya övmek isteyenler, “Atatürk de tek adamdı” diyorlar… Onlara sadece şunu hatırlatın: Atatürk’ün bütün hayatı boyunca ülkede daima bir Başbakan vardı. Ve o başbakan göstermelik değil, İsmet İnönü gibi, Celal Bayar gibi güçlü ve etkili karakterlerdi. Yine bişey daha hatırlatalım: Atatürk’ün ömrünün sonuna kadar, Genelkurmay Başkanı, tarihî kişiliği olan, Cumhuriyet’in iki mareşalinden biri Fevzi Çakmak Paşa’ydı. Atatürk Fevzi Çakmak’ı daima ayakta karşılar, kabul ederdi. Devletin tepesinde bunlar gibi güçlü karakterler varken “tek adam” nasıl olunabilir?
Atatürk’ün, benim de şimdi bazı örneklerini verdiğim toplu fotoğraflarına bakın: Yanındaki, karşısındaki insanlar ne kadar rahatlar… “Tek adam”ın yanındakiler öyle rahat olabilirler mi?
En çok Atatürk’ün sofrası tenkit edilir. Biraz evvel internette, Atatürk’ün sofra hizmetlerine bakan Cemal Granda’nın hatıralarını buldum. Granda diyor ki: “Atatürk danışmaya çok önem verirdi. O sofralar onun içindi”. Şimdi düşünün, hangi tek adam danışmaya önem verir?
Yine, Cemal Granda, hatıralarında, herkesin bildiği bir hadiseyi kendi gördüğü şekilde anlatıyor:
O gün sofrada bulunanlardan Reşit Galip söze,
zamanın Milli Eğitim Bakanı Esat Hoca’dan yakınmayla başladı:
- “Yaşlı insanlara vekillik yaptırmamalı. Memlekete fayda yerine zarar
getiriyor” diye sert bir dille konuşmaya başladı.
Atatürk biraz şaşkınlık, fakat büyük bir sabırla “Merak etmeyin, hepsi düzelecek”
diye doktoru yatıştırmaya çalıştı.
Atatürk, doktoru bir kez daha sabır ve durgunluğa çağırdıktan sonra:
- “Siz böyle konuşmaya devam ederseniz ben size muhatap olmamakta mazurum”
dedi.
Doktor ise,
- “Kabahat hep sizde, hocadır diye cahilleri hep başımıza koydunuz.”
Sofrada bir bomba etkisi yapan bu konuşma üzerine Atatürk:
- “Memlekete Maarif Vekili yok mu?”
- “…”
- “Var ya, Esat Hoca mükemmeldir” deyince Reşit Galip “Hayır” anlamında başını
sallayarak,
- “Çok iyi ama çok da ihtiyar." Artık ondan geçmiştir. Bu memlekete daha
dinç vekiller lazım.
Bunun üzerine Atatürk ile Reşit Galip arasında şu tartışma geçti
- “Yahu nasıl olur? Bu adam beni okutmuştur. Kültürü yerinde, ilme vukufu
vardır. Soframda hocam hakkında böyle konuşmanı istemem. Beni okutan adam,
nasıl maarif vekili olamazmış?”
- “Değil seni okutmak, senin Allah’ını okutsa yine bu adam maarif vekili
olamaz.”
Böyle bir konuşmanın Atatürk ile olacağı hiç kimsenin aklından bile geçmezdi.
Hepimizin rengi sararmıştı. Korkudan titriyorduk. Konuklar donup kalmışlardı.
Hiç beklemediğimiz bu tartışma, herkesi şaşkına çevirmişti. Ortalıktan çıt
çıkmıyordu. Herkes hareketsiz, bu patlak veren olayın nereye varacağını
düşünüyordu. Sinirden titrediğini ve ellerini masaya dayadığını gördüğüm
Atatürk, tarifsiz bir şekilde kızmıştı. Fakat duygularını belli etmeden, çok
sakin bir şekilde şu buyruğu verdi:
- “Lütfen, masayı terk ediniz…”
O an biraz ferahladık. Reşit Galip kalkar gider diye, yarın da olay unutulur
diye umutlandık. Ne yazık ki, sevincimiz bir iki saniye sürdü. Çünkü Reşit
Galip coşmuştu bir kez, ne karşılık verdi dersiniz?
- “Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Burada oturmaya benim de sizin
kadar hakkım vardır. Cumhuriyette tenkit serbesttir…” diye başlayınca Atatürk
yavaşça yerinden kalktı ve dedi ki:
- “Öyleyse müsaade ederseniz ben terk edeyim” diyerek eşsiz ve benzersiz bir
beyefendilik örneği göstererek, ayağa kalkıp, salondan çıkıp gitti.
Hemen arkasından koştum. Her zaman olduğu gibi kapıları kilitledim. Atatürk
soyunana kadar bir kelime konuşmadı.
O sırada yaver, dağılmaya hazırlanan
sofradakilere şu emri getirmişti: “Reis-i Cumhur hazretleri, kendileri varmış
gibi sofranın devamını arzu ediyorlar”.
Ertesi gün Reşit Galip, Atatürk’e ve İstanbul’a küserek Ankara’nın yolunu
tuttu. Hatta cebinde on lirası bile olmadığı için tren parasını Umumi Kâtip
Tevfik Bey’den borç aldığını hatırlarım.
Aradan bir ay geçmişti. Biz yine İstanbul’daydık. Saat 15 sularında yemek
salonuna gelen Atatürk bir ara bana:
- “Çelebi efendi, (Atatürk Granda’ya böyle hitap edermiş) şimdi Ankara’da Reşit Galip bey, bir konferans verecek
onu dinleyelim mi?
Radyoyu koşup açtım. Reşit Galip’in Türk ocağı salonunda verdiği bir saatten
fazla süren konferansı sessizce dinledi. Radyoyu kapattıktan sonra gözlerinde
bir sevinç pırıltısı yanıp söndü.
- “Kendisini affettirdi” dedi
On beş gün kadar sonra, güzel bir sonbahar günü biz Ankara’ya gittik. Ertesi
akşam, Reşit Galip’i sofraya çağırılmış gördüm. Sanki aralarında hiçbir şey
geçmemiş gibi hareket ediyorlardı. Atatürk bir ara Reşit Galip’e doğu eğildi.
Sadece onun işitebileceği bir sesle,
- “Yarından itibaren Maarif vekilisiniz” dedi.
Bu mu “tek adam”?
İnsaf yahu! İz’an yahu!
Dünyanın geldiği noktaya, gidişata, bilhassa İslam coğrafyasının haline baktıkça, her geçen gün, her geçen yıl, Atatürk’ün ve devrimlerinin önemi ve kıymeti biraz daha fazla anlaşılıyor. Her geçen gün, Atatürk ve kadrosuna şükran duygularımız ve rahmet dualarımız daha derinden, daha yürekten geliyor. Hepsinin ruhları şad olsun.
26 Ağustoslar, 30 Ağustos Zafer Bayramı, Zafer Haftası kutlu olsun.
Cumhuriyetin ışığı her an biraz daha güçlenerek ilelebet pırıl pırıl parlasın! Bütün karanlıkları yok etsin! Aydınlatsın, aydınlatsın, aydınlatsın!
x x x
TAVSİYE
Ağlayalım Atatürk’e, Aşık Veysel