Dini
akıldan, aklı dinden hatta milliyeti bunlardan bağımsız ele almak kabil
değildir. Din de insanın kendisidir, akıl da ve dahi milliyette, üçü de
birbirlerinde dercolundukları gibi, mezcolunmuşlardır aynı zamanda. İnsan
gövdesinde gerçekleşmesi bağlamında, üçünde de muayyen bir insicam vardır. İnsanı
bunlardan, bunları insandan ayırmak kabil-i mümkün değildir. Biz bunları
insandan ayrı ve üstün görüyoruz ve insana göre bunları değerlendirmemiz icap
ederken, bunlara göre insanı değerlendiriyoruz ve en büyük yanılgımız ve
aldanışımız da bu oluyor. Bunları ayırdığınız zaman insanı parçalarsınız, insan
parçalanırsa insanlığı da kaybolur. İnsanlık bu üç olguyu yani aklı, dini,
milliyeti tam anlamıyla çözümlediği ve anladığı vakit faşist kapitalist şeytani
düzenin cenderesinden kurtulabilecektir ancak. Çünkü faşist kapitalist şeytani
düzen aklı esir alarak, dini ve milliyeti kullanıp insanlığı aldatmaktadır. Ama
kasıtlı olarak bu üç olgu birbirinden ayrılmakta ve koparılmaktadır ki faşist
kapitalist şeytani düzenin varlığı kaim olsun. Binaenaleyh faşist kapitalist
şeytani düzen maalesef dini de, aklı da, kimliği de ele geçirmiştir bugün, her
şeyi ele geçirdiği gibi, ki zaten ilk evvelde de bu olguları ele geçirmiştir,
zira bunları ele geçirmeden sair şeyleri ele geçiremeyeceğini çok iyi
anlamıştır. Aklı dinle susturmaktadır. Dini de akılla çarpıtmaktadır. Milliyetle
de her ikisini alt etmektedir ve dar bir çerçeveye sıkıştırmaktadır. Yani dini
önüne getirip bu tür şeylere aklın ermez diyerek aklına ipotek koymakta, gerçek
dini de akılla çarpıtarak işte din budur diyerek uydurduğu dinle seni
afyonlamaktadır. Milliyeti öne sürerekte bunlar milliyetinin bekası için vardır
yoksa hiçbir anlamları yoktur demektedir. Oysa akıl susarsa din ölür, din aklın
önüne geçerse de aklın ışığı söner. Milliyet bunları örterse de üçü birden
ölür. Zaten din aklın, akılda dinin içindedir ve milliyette bunlara dâhildir,
Tıpkı Tanrı ve insan gibi. Çünkü üçü de insanla birleşiktir, ayrılmaz birer
parçadırlar. Birisi ruhun istikametini, birisi gövdenin istikametini tayin eder,
biri de kim olduğunun ispatıdır sadece. Ama akıl dinden öncedir ve önemlidir,
böyle olmasaydı aklı olmayanın dini de olmaz denmezdi. Doğru mudur bu? Akılsıza
din ne lazım? Ama şeytan üçünü de ele geçirmek ister. Birini tahrif ve tahrip
ederek onunla insanı afyonlamak, diğerini de eline alıp insanı istediği gibi
manipüle etmek, böbürüyle de insanı nefretle doldurmak ve kardeşliği nakzetmek
ister. Çünkü şeytanın nizamını tahkim etmek ve idame ettirmek için üçü de çok
önemlidir, zira üçü de varoluşla ilintilidir. Keza bu üç olgu hayat içinde
olmazsa olmazlardır, insanın uyanması için mutlak önkoşuldurlar. Bilakis bir
bütün olan insanı parçalamaktan kaçamayız. Ama ne hazindir ki, Doğu toplumları
genelde üç olgu sanki birbirinden bağımsızmış gibi ele alıyorlar bu üç olguyu.
Keza Batı toplumları da aynı hataya düşüyorlar. Oysa din de, akılda, milliyette
aynı gövdede buluşan ve aynı gövdeye etki eden olgulardır. Biz istesekte
istemesekte böyledir bu. Doğu toplumları maalesef akılcı davranmaktan
korkuyorlar, din dairesine girince de işi taassuba, bağnazlığa değin
vardırıyorlar. Batı toplumları da mutlak akılla vahşetin sınırlarını
zorluyorlar. Milliyet kullanılarakta insanlık bitevi birbirlerine saldıran
vahşi yaratıklara dönüştürülüyor. Ortaya da çok garip şeyler çıkıyor. Oysa
insançocuğu aklı olduğu için insandır ve sorumludur. Ki, akıl kaderin atıdır.
Akılsız olan imandan muafsa şayet, o vakit akıl din için sonsuz önemlidir. Hani
denir ya; aklı olmayanın imanı olmaz diye. Zira aklı olmayanın dinin ilkelerini
öğrenmesi ve o ilkelerin gereklerini ifa etmesi muhaldir. Aydınlanmada akılla
başlamaz mı ve insanın aydınlanıp, uyanıp, gerçeklere mülaki olması için aklını
kullanmaya cesaret etmesi iktiza etmez mi? Öyleyse akılsız din bir anlam ifade
etmez. Din olmadan akıl bir anlam ifade eder mi, belki bir yere kadar ama akıl
atı da bir yere kadar sürülebilir, sonrasında gemleri vurmak icap eder, zira
ötesi vartadır. Milliyette, kim olduğunun farkında olup, kendi dışındaki
farklılıklara buluşup kucaklaşmaya tavassut etmelidir münhasıran, ötesi
netamelidir zira. Çünkü insançocuğu ne mutlak surette akıldan ne de mutlak
surette ruhtan ne de mutlaka surette milliyetten müteşekkil bir varlıktır, üçünün
meczi ve o meczin insicamı ile bir anlam kesbeder. Binaenaleyh, akılsız din
kör, din olmadan akıl ise topaldır. Milliyette bunlar tavassutu ile öz
varlığının farkında olarak hayata neler katabileceğinin yolunu gösterir. Akıl
bilmin muharrikidir. Çünkü akılsız bilim olmaz. Öyle ya; insanlığın hizmetine
sunulan onca buluşu akıldan bağımsız din üretmiyor. Bilimsiz din ise mutlaka
eksik kalır. Akılsız, bilimsiz, dinsiz milliyette insanlığa vahşetten başka bir
şey sunmaz. Çünkü üretileni insanlığın hayrına kullanmak için ahlaka ihtiyaç
vardır ve ahlakın kaynağı da dindir. Çünkü doğayı da Tanrı halk ettiyse ve
bilmin kaynağı doğaysa, ama bilme ulaşmak için de akıl gerekliyse, aklı
öteleyemezsin, dini de yok sayamazsın. Çünkü birinde pozitif bilimler vardır
diğerinde manevi ilimler. Biri seni insan eder, diğeri kim olduğunun farkında
olmanı sağlar yani üçü birlikte varoluşun gerçekleşmesini sağlar. Hayat çift
yönlüdür. Ölüm yaşam gibi, gök yer gibi, ruh beden gibi, kadın erkek gibi.
Pozitif bilimler olmadan da, manevi ilimler olmadan da insanın varoluşu kabil
olmaz. Velakin ne acıdır ki, İslam dünyasının çocukları bilime yakın olmayı pek
becerememişlerdir. Bilimden tabir caizse korkmuşlardır. Zira mutlak din
üzerinden ürettikleri otoritenin sarsılmasından korkmuşlardır. Hani Muhammed
İkbal diyor ya; Batı ruha, Doğu akla yabancı kaldı. Bu yüzden Batı duygusuz
vahşi oldu, Doğu duygulu ama akılsız kaldı ve kurban oldu. Girift ve çetrefilli
bir mevzu gibi görünse de haddizatında olabildiğince sarih bir mevzudur ama
mühim olan algılaması gereken zekânın mevcudiyetidir. Biz ise zekâya düşman
gibi davranıyoruz. Tarih süreci içerisinde din alanında yoğunlaşanlar,
genellikle dinin akılla pek uyuşmayacağını, dini ancak dinde yüksek mertebe
elde etmiş olan hocaların, hacıların, imamların, şeyhlerin anlayabileceğini ve
izah edebileceğini, bu insanların içtihatlarının Müslümanlara daima kifayet
edeceğini, onları anlarsak her işe çözüm bulabileceğimizi söyleseler de,
insanlığın geçirdiği tarihi aşamalar tüm bu düşünceleri yerle yeksan
eylemiştir. Zira böylesi bir bakış açısı
eleştirel düşüncenin önünde barikat olmuş, analitik düşünceyi boğmuştur.
Sormayı ve sorgulamayı ihanet saymıştır. Eleştirinin olmadığı yerde de hayatı
dar bir alana mahkûm eden putlar türemiştir. Bu da din dünyasında içe kapanmayı
tevlit etmiştir. Böylece her türlü yeniliğe Batı icadı diye karşı çıkmalar
tezahür etmiştir ve nihayetinde de bilimde terakki kaydedilememiş ama terakki
kaydedenlerin kuklası olmaktan da kurtulunamamıştır. Çünkü üretmiyorsan
üretenin ürettiklerini tüketmeye, dolayısıyla ona bağımlı olmaya mahkûm
olursun. Yani derin akılsızlık başa bela olmuştur. Din bilmin zıttı değil
müzahiridir. Keza aklın zıttı da din değil akılsızlıktır. Çünkü aklı olmayan
dinsiz değildir olsa olsa akılsızdır. Pekâlâ, akıl ve din aynı gövdede
buluşabilirler. Ki, zaten buluşmuşlardır da. Zira insan tek boyutlu bir varlık
değildir. Gerek ruh boyutuyla, gerekse madde boyutuyla çift kanatlı bir
varlıktır. Akıl din tarafından, din de akıl tarafından gayet tabi
sorgulanabilir ve nihayetinde safi hakikate mülaki olunabilir. Milliyette
pekâlâ uhuvvetin ve barışın mutlak garantörü ve supabı olabilir. Bu niçin
yâdsınsın ki, eşyanın tabiatına mugayir bir çıkarım değildir bu? Maksat
hakikate mülaki olmaksa, gerçeğe ve doğruya birlikte bakmak icap eder. Çünkü
gerçeğin ve doğrunun meczi hakikati ortaya çıkarır. Dine doğru, akla gerçek
dersek, milliyeti de inkâra yeltenmezsek, üçünün birlikte olmasıyla hakikat
tezahür etmez mi o vakit? Nihayetinde de ne Allah ile, ne milliyet ile, ne de
başka şeylerle aldatılmazsınız. Öyleyse ne aklı inkâr edebilir, ne de dini yok
sayabiliriz ve ne de milliyet olgusu yokmuş gibi davranabiliriz. Üçünün
birlikte olmasıyla yere daha sağlam basıp, saf hakikate daha kolay mülaki
olabiliriz. Din, her daim niçin akletmiyorsunuz diye sormuyor mu, bu soruyu
soran din akılsızlığı tolere edebilir mi? Ama biz aklımızı kullanmayı değil ona
uymayı tercih ediyoruz hatta onu başkalarının cebine koyup onların emrine
giriyoruz. Hep birilerinden akıl bekliyoruz, zaten kendimizde de varolan aklı
kullanmayı tercih edeceğimize. Son tahlilde; çok acı, sert, katı bir gerçektir
ki, akla düşmanız, dost gibi görünsekte. Aklın kullanılmasını istiyoruz ama
kullananı da düşman belliyoruz. Bu yüzden de hep geriden takip ediyoruz tarih
arabasını. Bizim yapacağımız dinin özünü alıp kabuğunu köpeklere atmak, kendi
aklımızı kullanmaya cesaret etmek ve tarih boyunca bizlere kurulan kumpası
yerle yeksan eylemektir, nihayetinde de faşist kapitalist şeytanın çocuklarının
kanlı, kirli ve karanlık düzenlerinin tasallutundan kurtulup insanın zaferini
dünyaya haykırmaktır. Zihinlerde devrim olmadan, insanlık toprağında devrim
yapmak muhal ender muhaldir. Ama tek yol da; devrimdir, yekpare insanlığın
kurtuluşu için!
EKSTRA:
YIKILMAYAN ADAM-CÜNEYT ARKIN-56.-61.
DAKİKALAR ARASI ÜZERİNE BİR YORUM
Yıkılmamalıdır, behemehâl dimdik ayakta
durmalıdır. Yaşanırsa da onurlu olarak ayakta yaşanmalı, ölünse de onurlu
olarak ayakta ölünmelidir. Yaşamak böyle anlamlıdır. Yoksa yaşamın ölümden
hiçbir farkı yoktur. Bu yüzden inadına kavga, bitevi kavga, bitmeyen kavga. Ta
ki, yeryüzünde insanca, hakça bir düzen tesis olununcaya, zulüm son buluncaya,
zalimler yok edilinceye, ezilenlerin üzerine güneş doğuncaya dek. Zalimi yok
etmedikçe zulüm payidar olacaktır. Zalim var oldukça, zulmü yok ettiğini sanmak
büyük bir aldanıştır. Bu düzen behemehâl değişmelidir, şüphesiz değişecektir.
Yeter ki, aklımızı, vicdanımızı, irademizi ortaya koyalım ve haklı mücadeleden
taviz vermeyelim. Elbette bir taraf kazanıp, bir taraf kaybedecektir birgün,
mutlaka. Ve kaybedenler şüphesiz ki zalimler olacaklardır. Geçelim! Bir filmden
repliklerdir bunlar amma velâkin hayatın da gerçeklikleridir. Zaten filmlerde,
eksiğiyle fazlasıyla, hayattan süzülme gösteriler değil mi? Hep denir ya hani,
doğru eninde sonunda kazanır diye, izleyin bakalım kazanır mıymış? Namuslunun
yeri hep vardır denir, izleyin bakalım gerçek öylemiymiş? Hak eden hak ettiğini
mutlaka alır denir ya, izleyin bakalım alır mıymış? Mücadele etmeden hem de
gerekiyorsa amansızca ve acımasızca mücadele etmeden kazanılır mıymış izleyin
de görün bakalım. Alınır, edilir, yapılır gibi saçmalıklar, sayıklamalar, mücadeleyi
sekteye uğratmak için ortaya atılan şeylerdir. Film deyip geçmeyin, her filmde
hayattan bir iz bulursunuz.
MERAK EDİYORUM, SORUYORUM, CEVAP ARIYORUM
İlk evvelde sarih olarak izah ve
izhar edelim ki, kafalar karışmasın. Kimse de haddini aşan itham da bulunmasın,
iftira atmasın, insanlık hakkına girmesin. Geçelim! Hayatım boyunca partilerle
devleti ayrı gördüm, hala da ayrı görüyorum. Her zaman devlet tektir ama
partiler yüzlerle ifade edilir, keza devlet muhakkaktır, partiler muvakkattir.
Partiler üstü bir devlet aklının olduğunu düşünüyorum. Böyle bir akıl var ama
nasıl bir akıl işte orada bir şey diyemiyorum. Zaten ayrı bir mevzu. İşte bu
sebeple sorumu da devlete soruyorum. Vicdanımın emrine daha fazla dayanamadım
ve sormaya karar verdim. Bu toprağın çocuğuyum. Bu topraklarda doğdum, büyüdüm,
yaşıyorum, kuvvetle muhtemel bu topraklarda hayata veda edeceğim. Kimse bana
soru soramazsın diyemez. Devlette diyemez. Çünkü devlet ben varsam vardır.
Soruma yasak koyana asla hoşgörülü olmam. Çünkü kimsenin haddi değildir böylesi
bir şey. Hatta soruma saygı duyana sonsuz saygı duyarım ve bunu yapanı onore
ederim. Kimseye küfretmiyorum, hakaret etmiyorum, ihanet etmiyorum. Öyleyse
soru sorarım. Geçelim! Vergimi veriyorum. Askerliğimi yaptım. Bu ülkeye
yaptığım hizmeti şerefim, namusum ve tüm değerlerim adına yemin ediyorum çok
vekil dahi yapmamıştır. Hatta Tanrı’ya dahi yemin ederim bu konuda. Bu ülkeye
beslediğim sadakatimde çok kimsede yoktur. Zaten bu yüzdendir ki her daim sakın
benimle ihanet tartışmasına girmesin tek bir kimse bile diye söylerim. Bu
ülkeye tek bir kez bile ihanetim olmamıştır. Kursağıma bu ülkenin tüm
insanlarına ait ortak paydan bir kuruş bile girmemiştir. Öyleyse soru sormak
hakkım vardır. ŞİMDİ; “Kur Korumalı Mevduat” denilen işleyişte, bankaya bu
hesap adına para yatırana hazineden para aktarımı olacak mıdır? Hazine kime
aittir ve kimler eliyle hazine olma özelliğine sahiptir? Böylesi bir hesapta
parası olmayanların da hazinesi değil midir hazine? Peki böylesi bir durum da o
hesapta parası olmayanların parası, o hesapta parası olanlara mı
aktarılacaktır? Ve bu aktarım hazineden mi yapılacaktır? Hazine bir kaç kişinin
midir yoksa tüm milletin midir? Hazine herkesin ortak mülküyse şayet, o ortak
mülkten münhasıran muayyen bir kesime ekstradan aktarım yapılabilir mi?
Yapılıyorsa vicdan buna ne der, din buna ne der? Gerçekten merak ediyorum, din
bunu tasvip etmekte midir, eder mi, ediyor mu? Net cevaplar istiyorum. Böylesi
bir şey helal midir? Yoksa muayyen kesim devlet tavassutu ile haram mı
yemektedir? Alanlara kesinlikle bir şey diyemem. Devlet buna yol veriyorsa o
yola girene söylenecek söz olmaz ama devlete denilecek söz olur? Devlet böylesi
bir şeye nasıl onay vermektedir? Kesinlikle cevap bekliyorum. Gerek din
bağlamında, gerekse insanlık vicdanı bağlamında cevap bekliyorum. Lütfen
buyurun. Hayır, yemin ediyorum tüm kalbimle, bilincimle, içtenliğimle,
samimiyetimle, benliğimle, ciddiyetimle soruyorum, kahpelik olsun diye
sormuyorum, soysuzca sormuyorum, çünkü cevaba göre düşüneceğim, anlamaya
çalışacağım. Lütfen buyurun.