Kendimizi, davranışlarımızı anlamamız, onu niçin yaptığımızı çözebilmemiz için mutlaka “bilinçaltı”nı anlamamız, çözmemiz lâzım!
Komadaki veya baygın durumdaki hasta için, “bilinci kapalı” diyor doktorlar… Peki, biz “uyanık” sağlıklı kişiler, “bilincimiz açık” mı? Her zaman açık mı? Her zaman açık olsa bile kararlarımızı tam bilinçli olarak mı veriyoruz?
Bu suallere, “evet” cevabını verebilmek cesaret ister!
HAYIR; kararlarımızda ve davranışlarımızda büyük oranda “bilinç dışı” varlığımız etkili… Konuyu anlayabilmek için, ünlü Psikanalist Freud’un bilinçaltı benzetmesi olarak çizdiği şu resmi inceleyin:
İd, Ego ve Süperego:
Psikanalizde kullanılan İd (temel benlik), Ego (bilinç) ve Süperego (toplumsal kurallar; din, ahlak, töre, gelenek) üçlemesi, ilahi dinlerdeki şeytan, nefis ve inanç üçlemesine benzemektedir.
---------------------------------------------------
Freud, bilinci buzdağına benzetiyor. Buzdağının çok büyük kısmının su altında kalması ancak küçük bir bölümünün görünmesi gibi; farkında olduğumuz bilincin de toplam bilincin çok küçük bir bölümü olduğunu söylüyor.
Resimde, suyun altında, yüzeye yakın bir bölüm var: Bilinç öncesi bölüm. Burası eşik bölgesi, bilinç altında ama istendiğinde bilince çağrılabilen bölge.
Beyaz çizgi altındaki büyük bölümde, “bilinçaltı”nda depolanan düşünce ve duyguları, algı ve yargıları bilincimize çağıramıyoruz. Bunlar rüyalarımızda ve belki hayallere daldığımızda, irade dışı, kendilerini gösteriyorlar. Bununla beraber, bilinçaltı, bizim her türlü kararımızda, davranışımızda birinci derecede etkili.
Burada birikenler ne? Ne zaman? Nerede? Nasıl birikiyor?
Ana rahmine düştüğümüz andan itibaren bilinçaltımız şekillenmeye başlıyor. Çocukluğumuzda yaşadığımız sevinçler, mutluluklar, korkular, endişeler, üzüntüler, sevgiler, öfkeler hatta aşklar orada birikiyor. Bazı uzmanlara göre, bilinçaltımıza, atalarımızdan gelen kimi duygu ve güdüler de kaydediliyor. Ana-babalarımızın bizi engellemeleri veya cesaretlendirmeleri, öğretmen ve arkadaşlarımızın, hakkımızdaki olumlu/olumsuz yorumları, yargıları, görüşleri, hepsi orada birikiyor ve bizi ömür boyu etkiliyor.
Eğer bilinçaltımız, “yapamazsın, edemezsin, yükselemezsin, beceremezsin” gibi olumsuz algı ve telkinlerle doluysa hayatta başarılı olma imkânımız son derece azalıyor. Tam tersine, bilinçaltı müspet algı ve telkinlerle doluysa çok başarılı, girişken, atak olabiliyoruz.
Yıllar içindeki kendi tecrübelerimiz, bastırılan duygu ve düşünceler, aşağılanma anıları, içerlemeler, önyargılar, tatmin edilemeyen arzular, dürtüler, çözümlenmemiş çelişkiler, savunma mekanizmaları da bilinçaltında depolanıyor.
Dostlarla, yakınlarla çok iyi ilişkiler içindeyken, bazen, birdenbire ters düşüyor, tepki gösteriyor hatta onlara karşı bir patlama yaşayabiliyoruz. Onlara karşı sergilediğimiz davranış belki de bize hiç yakışmayan, kişiliğimizin tam zıddı bir hareket şekli olabiliyor. Yaptığımız harekete biz de şaşabiliyoruz.
İşte orada, “bilinçaltı” devreye girmiş, bizi yönlendirmiştir. Yıllardır biriken “içerlemeler”, söyleyememenin, konuşamamanın, “taşı gediğine bir türlü koyamamanın” biriken öfkesi bizi patlatmış, eteğimizdeki taşı dökmüşüzdür.
Aynı şey karşımızdaki kişiler için de geçerlidir. En yakınlarımızdan, hiç beklemediğimiz bir anda, hiç beklemediğimiz bir yerde bize karşı bir tepki, bir patlama meydana gelirse, o, büyük bir ihtimalle yıllardır içe atılmış bir “içerleme”nin dışa vurumudur. O yakınımızı hemen silmek yerine, duygudaşlık kurarak anlamaya, yeniden kazanmaya çalışmak lâzım!
İYİ HABER
Anne karnında, çocukluğumuzda olumsuz telkin ve etkiler, bilinçaltımıza çok yoğun bir biçimde depolanmış olabilir. Bunlar kaderimizi şekillendirebilir. Fakat bunu değiştirmek, tersine döndürmek elimizde… Bilinçaltımızdaki, “yapamazsın, edemezsin, beceremezsin, senden bişey çıkmaz” yargılarının farkında olursak, değiştirmek için de irade gösterebiliriz. Onların yerine, bizzat kendimiz inanarak, “yapabilirim, yenebilirim, becerebilirim” telkinlerini tekrar tekrar bilinçaltına gönderirsek ve bu telkinleri gayretlerimizle destekleyip başarabileceğimizi kendimize kanıtlarsak kaderimizi değiştirebiliriz.
Bilinçaltı, “derin” ve geniş bir konu. Uzun zamandır yazmak istediğim ama bir türlü kaleme alamadığım bu konuyu şimdi yazmama, birkaç gün önce okuduğum bir yazı vesile oldu. Zihindeki birikimler meselesini çok ilgi çekici bir biçimde işleyen ve konuya önemli bir açılım getiren yazıyla sizi baş başa bırakmak istiyorum:
BİRİKMELER
Bir yazıya başlamadan evvel kafamda bir fikir parıldar; üzerinde durmayı, yazılarımdan birine konu yapmayı tasarlarım. Eğer fikir, sağanak gibi beni sürükleyebiliyorsa hemen oturur yazarım, ama çoğu zaman nedense işe başlayamam, ihmal eder, sanki unutmaya çalışırım, hatta iyice unuttuğum bile olur. Ama bu parıltı, kendini yazdıracak cinstense elinden kurtulmama imkân yoktur; ikide bir karşıma çıkar. Karşılaştığım bir olay, duyduğum bir söz, sokakta gördüğüm bir yüz, bir davranış hemen içimde onu uyandırır. Galiba daha çok okuduklarım beni ona teşvik eder. Öyle rastlayışlar olur ki şaşar kalırım. Sanki kitaplığımdan şöylece çekiverdiğim bir cilt bu fikri aydınlatmak için elimin altına kaymıştır. Parmaklarım bir mıknatıstır sanki, yalnız yazacaklarımla ilgili olanları seçer. Kimi de çoktan beri okuduğum bir eser vardır elimde, zihnimde bu konu başlayınca okuduklarım birdenbire değişir, bana yazacaklarımla ilgili sözler söylemeye başlar. Sanki yanıma biri oturmuş, düşüncelerimi tekrarlar yavaşça, kulağıma durmadan bir şeyle fısıldar; beni o fikre, diyeceklerime çağırır. O zaman çaresiz kaldığımı anlar, oturur yazacaklarımı yazarım
Ben bu hâle “birikmeler” adını verdim. Gerçi aslında fikri yaratan kaynak neyse odur; birikmez de azalmaz da ama görüp duyduğumuz olayların yanı sıra, hatta onların gürültü perdesi arkasında, birtakım belirsiz şeyler de geçer içimizde; birtakım derin sessizlikler olur, gördüklerimizden, duyduklarımızdan birçoğunu oraya atar, bununla sanki bir soluğu, bir niteliği karanlık bir yerimizde biriktiririz. Uyurken, uyanıkken, günlük basbayağı işlerimizle uğraşırken, hatta yaşama ortasındaki kavgalarımızda sağırlaşırken orada bu türlü gizli olayların geçtiğini sanıyorum.
Çünkü öyle olmasa insan gereği gibi işlemediği bir düşünceyi, öyle bir oturuşta kâğıda geçiremez. Bizim yaratış dediğimiz; bir âna, kısacık, ömürsüz saatlere sığabilecek niteliklerden olmamalı, olamaz da… Gerçi kimi zaman şiirimizi bir solukta yazdığımızı, bir tabloyu birkaç saatte bitiriverdiğimizi sanırız; herkese de bunu böyle söylediğimiz olur hatta övünürüz de bununla; yaratışlarımızın hızına, çabukluğuna kendimiz bile inanırız. Ama o düşünceyi ikide bir hatırlamış, işlemiş, düzetmiş, değiştirmişizdir. Farkında olsak da olmasak da mutlaka çalışmışızdır onun üstünde, hem de tadını çıkararak, özene bezene çalışmışızdır, düşlerimizde, içimizde, sessizliğimizde çalışmışızdır.
Bu çabalarla insan ne birikir ne de biriktirir gerçekte, belki kendini arar; topladığı birtakım gereksizlikleri atar kendinden, derin bir aynanın içinde yüzünü, düşüncelerini onarır; duyduğu birçok manasız seslerden, gürültülerden kalbini arıtır; böylece kendi iç musikisini bulur; onu işitebilmek için bir konunun çevresinde halkalanan kişiliğini görebilmek için çırpınır.
Ben kendi payıma, içinde bir düşünce ile yaptığım gezintilerden her zaman daha arınmış, daha hafiflemiş dönerim. Bu arınma da bir birikmedir elbette, ama öze, ta içe doğru bir birikme, azalma şeklinde bir çağlamadır. Her düşünce gerçekte bir ışık çekirdeğidir; onunla ilgili kardeş düşünceler de, sayısız anılar, renk renk duygular bu çekirdeğin çevresinde kozalanır, onu sarar görünüşte, biçimlendirir, işler, canlandırır. Ama biçimlerken arıtır da; onu nice gereksizden, kötüden, çirkinden kurtarır, özleştirir, yalınlaştırır.
Düşünmek bir rahatlık, gerçek bir yalnızlık da değildir. Düşünen kişi durmadan başkalarıyla konuşur. Başlayıp bıraktığı fikirlerin, içinde parlayıp sönen hayallerin, açıklı koyulu ışıkların, gölgelerin ortasında bir nizama, düzene doğru yol alır. Eser dediğimiz bu çeşit bir birikmedir işte; bu çabaların aramaların, arınmaların yemişidir. İnsanın kendine doğru bir yol açışıdır bu; içe, öze doğru arınışıdır.
Hem oraya kadar nelerden kurtulmak, bulduklarımızdan, kurduklarımızdan neleri atmak zorunda kalırız! İlk bakışta bizi imrendirmiş, sarhoş etmiş nice buluşlar, birdenbire çirkinleşiverir. Saatlerce üstünde durduğumuz taslaklar, son biçimini almış güzellikler bile, bir anda manasızlaşıverirler. Kimi zaman aylarca canla başla çalıştığımız eserler bile bizi hayal kırıklığına uğratır; bezdirirler bizi, en kara bir karamsarlık içine atarlar; kendimize güvenimizi, yaratma sevincimizi yok ederler.
Kişiliğin, biraz da yalnızlık olduğunu unutmamalı. Birikme, özleşme bizim kişiliğimiz emektir; onun iç sessizliğinde geçen bir oluştur. Çevrenin bize sunduklarına ne kadar muhtaç olursak olalım, hayat içinde başımızdan neler geçerse geçsin, ben insanın ancak yalnızlığında geçenlere değer veririm. Ne olursa sessizliğimizde olur bizim… Eğer dıştan gelen sesler dışımızda yankılanıp biterse, bizim için hiçbir anlam taşımazlar; hiç duyulmamışlar demektir, hatta bize bir şey söylememişler, bizi bir yere, bir başka uzaya çağırmamışlar, bize kendimizle, değerimiz, güzelliklerimizle ilgili hiçbir şey söylememişler demektir. Dış, ancak içimize ulaşabildiği ölçüde bir gerçek, bir değerdir; bir yol, bir soluk, bir ışık olabilir; bize katıldığı kadar artırır bizi ya da şekillendirir, değiştirir, işler. Gördüklerimiz gözlerimizde kalmayacak; duyduklarımız, gülüşlerimizde, kahkahalarımızda değil, düşüncemizde yankılanacak. Biz toprağı bile içimizle sürer, taşları kalbimizle yontabiliriz. İnsan ne yaratmış ne olabilmişse içinde, içinin sessizliklerinde, yalnızlığında yaratmış, orada olmuştur. Kendi dışında yaşayıp ölenlerden de kimseye, hiçbir çağa hayır gelmemiş…
Bütün ömürleri kalabalıkta geçenler, kendilerinden çok uzaklarda yaşayanlar değil midir? Yalnızlıkları olmayanlar, beş dakika tek başlarında kalınca patlayanlar, boşluklarından patlamazlar mı?
Siz durmadan konuşanların bir söz söyleyebildiklerini gördünüz mü hiç? Yalnız duymaya acıkanların, sese, gürültülere koşanların, bir ışığı, bir gerçeği anlayabildiklerini gördünüz mü? Bunlar dünyadan bir düş gibi gelir geçerler; neye yaradıklarını bilmeden neye yarayacaklarını düşünmeden göçüp giderler.
İnsana bir çeşit hırs gerekli olacak, bana öyle geliyor. Derin gecelerde, içinde yaşadığımız karanlıklarda, ellerimizle, düşüncemizle durmadan bir şeyi aramak hırsı; bir ışık, değer susuzluğu. Çevremizde geçen hiçbir şey manasız değildir, elbette; ama bunun için önce bizim manalı olmamız gereklidir. Karanlıkta ötemize berimize dokunan her olay, bizim için hemen bir önem kazanabilir, ileriye, kendimize doğru yedebilir bizi. Kişinin mutlaka kendine uyanması gerek önce; en derin karanlıklarda bile boş bulunmaması gerek; tetikte durabilmesi gerek. Hem delice susayabilmeli kişi, acıkabilmeli; açlığın, susuzluğun güzelliğini bilmeli…
İnsan kendine doğru birikmeyi özleyecek bu dünyada; bu arınışı, azalışı sevecek ve yalnız onun için yaşadığını bilecek.
Selahattin Batu (1905-1973), Düzyazının Sorgulayan Gücü… Derleyen: Emin Özdemir, Bilgi Yayınevi, S.147-150