Şimdi; din olgusu bağlamında bakarsak, öyle ya genellikle din bağlamından yola çıkılarak kadere vurgu yapılmaktadır; varlık âlemi ve içindekiler var olmadan evvel, evet ortaya çıkmadan evvel, sebep ve sonuç belirlenmiş mi? Yani sebepler sonuçları doğurmuş, her sonuç bir sebebe mebni imiş. Bu durum, iradeyi dışlayan, yok sayan bir şey değildir. Zira biz özgür irademizle sebeplerin sebebi olacağız yani bile isteye, irademizle sonuçların ortaya çıkmasına yol vereceğiz yani sonuçlar kendiliğinden ortaya çıkacak değildir, bizim ortaya koyacağımız eylemler neticesinde tezahür edecektir sonuçlar, doğru olarak ya da yanlış olarak. Yoksa sebepler de, sonuçlar da kendiliğindendir demiyoruz. Tabi burada ilk sebepte sonuç değil mi o zaman diye düşünülmesi doğaldır, bu da iki yanıta götürür bizi; ya ilk sebep sonuç değildir ya da her şey kendiliğindendir. İkisi de ayrı bir başlık altında müzakere edilebilir elbette ama biz şimdi sebepleri ve sonuçları müzakere ediyoruz. Öyle ya, bir şey varsa, o şeyin meydana gelmesini sağlayan bir şey mutlaka vardır. Aslında sebepte belli, o sebebin doğuracağı sonuçta. Bunu gerek akıl yoluyla, gerekse bilim yoluyla biliyorsun, bilebilirsin. Mesela; hangi şartlarda yağmur, kar yağacağını ya da hangi toprakta hangi ürünün yetişeceğini yahut hangi toprağın depreme dayanıklı olup olmadığını bilim söyler, eğer çalışırsan ekmek kazanacağını ve çalışmazsan aç kalacağını aklın söyler. Dere kenarına ev yaparsan boğulacağını hem aklın hem bilim söyler. Yani ister bir irade vardır deyin isterse spontane deyin, böylesi bir belirlenim olduğu gerçeğini inkar etmek kabil değil. Hadi yaratılış dediğimiz şeyi bir saniyeliğine unutalım ve gözlerimizi yaşadığımız dünyaya çevirelim, gördüğünüz hangi şeyin arkasında bir sebep yoktur? Mesela; otomobiller kendiliğinden midir? İnsanlığı aydınlatan elektrik kendiliğinden midir, bir sisteme bağlı olmaksızın? Gören göz inkârı kabul edebilir mi? Öyle ya her şey gözümüzün önünde olup bitiyor. En basitinden, tabiatın rengârenk çiçeklerle donanması için mevsimin muayyen koşullara tabi olarak değişmesi önkoşuldur. Her mevsimin getirdikleri vardır ve olacak olan her şey mevsiminde olur. Kışın çiçek açmaz, yaz da kayak yapılmaz. Yani muayyen şartların teşekkülü neticesinde muayyen sonuçların tezahürü kabil olmaktadır, bunun ister bir irade dâhilinde tahakkuk ettiğini, isterseniz bilimsel temellerde yapacağınız izahlarla doğanın dönüşümünün gerekliliğinin bir sonucu olarak tahakkuk ettiğini söyleyin, burada ki sebep-sonuç ilişkisini yok sayamazsınız hatta var olduğunu inkâr edemezsiniz. Aklı susturan şeyi akıl yok sayamaz, inkâr edemez. Akıl, kendini inkar edebilir mi? Burada da insanın hiçbir dahli bulunmamaktadır, bir irade dahilinde tezahür ediyorsa bu insanın iradesi değildir, spontane tezahür ediyorsa zaten insan dahlinden söz etmek muhaldir. Hülasa; her sonuç bir sebebe mebni mi? Algıladığımız ve anladığımız haliyle aksini iddia etmek absürttür. İnsanın bile halk olunmasının bir sebebi var mıdır yani insan haddizatında bir sonuç mudur, din olgusu bağlamında ya da hangi olgu bağlamında olursa olsun değişen bir şey olur mu? Her insan bir şey yaparken içinden şunu söyler; ben bunun için miyim? Özellikle yanlış durumlarda bu daha belirgindir, ben bu kadar basit biri miyim, bu kadar düşecek miyim? İnsanın dahli olmayan olaylarda bile sebepler ve sonuçlar varlığın özüne dercedilmiş yani? Eğer insan kendine bir hedef belirliyorsa, o zaman doğal olarak bir şey için var olduğunu da kabul ediyor demektir. Bazen kabullerimizi hissedemeyiz, o çok derinlerde kabul edilir ve ancak eylemlerimiz de yaşarız onları ve eylemlerimiz kabullerimizin delilidir, ne kadar da reddediyormuşuz gibi davrandığımızı fark etsekte. Sebepler teşekkül ettiğinde, iradesiz yahut iradeli olarak, sonuçta tezahür ediyor mu? Hayatın her sahasında buna tanık olmuyor muyuz? İnsanın bizatihi dahli olması gereken olaylarda ise insan tarafından müdahale olması iktiza edeceğinden insan müdahalesi olmadan sonuç sadır olmayacaktır. İnsanın dokunuşu doğuşu realize edecektir. Ama insan dokunuşlarını, dokunduğu yeri zedelemeden, tahrif ve tahrip etmeden yapmalıdır ki, geri dönüşü ağır bedeller olmasın. Çünkü insan doğurtandır, yaptığı dokunuşlarla elbette. Ya sağlıklı olur doğum ya da sağlıksız ve bunu dokunuşlar, müdahaleler belirler. Burada insanın fonksiyonu çok önemlidir. İnsan sebeplerin sebebidir yani sebebin aracıdır ve dahi yani sebebi meydana getiren olduğu için sebebin sebebidir. İnsan en büyük sebeptir ve her şeyin sebebidir, çünkü bu dünyada insansız hiçbir şeyin tahakkuku kabil değildir. Böylesi bir şeyin mümkün olabilmesi içinde insana bu yönde muayyen yetiler bahşedilmiştir yahut bünyesinde olağanüstü yetilerle mücehhezdir. Sebep sonucun anasıdır. Kazandıysan, çalıştığın içindir. Hasta tedavi olmadan iyileşemez. Hem akıl söyler bunu hem de bilimsel olan budur. İnsan sebep olmadan sonuç doğmaz yani doğum tahakkuk etmez. İnsanın sebep olması hangi yönde, hangi şekilde olursa, sonuçta o yönde ve o şekilde olacaktır. İnsan ya çıkar odaklı sebep olur ya da insan odaklı. Çıkar odaklı sebebin sonucu bellidir, insan odaklı sebebin sonucu bellidir. Birinde ölüm diğerinde yaşam vardır sonuçta. Tercih ise bize aittir. Şimdi sebepler ve sonuçlar insan var olmadan var olduğu için hangi sebebin hangi sonucu doğuracağı Tanrı’nın bilgisi dâhilindedir. Kabul edelim ki, böyle bir bilginin bizde olması imkânsızdır yahut henüz o bilgiye erişemedik diyebiliriz. Artık Tanrı’yı nasıl anlıyor ve tanımlıyorsanız orası sizin bilgi dağarcığınıza ve idrak düzeyinize kalmış. Ama burada tüm sorumluluk insanın üzerindedir. Bu dünyada olup olacak olan her şey insana bağlıdır, sebepte insana bağlıdır, sonuçtan sorumlu olacak olan da insandır. Tanrı’nın bilmesi demekte zaten Tanrı insanın içinde olduğu için insanın bilmesi demektir. Öyle ya dine göre Tanrı Kendi ruhundan insana üflemiştir, öyleyse İnsan da Tanrı gizlidir yani her insan Tanrı’dan ruh taşımaktadır, dolayısıyla Tanrısallık özelliğine haizdir. İşimize geldiğinde bunu kabul edip, işimize gelmediğinde yok sayamayız, birazcık şerefli ve namuslu olmalıyız. Gerek aklıyla, gerek vicdanıyla, gerek gözleri, kulakları, kalbi ve tüm gövdesiyle oluştan haberdardır ve oluşa katkı sunar. İnsan hiçbir şeyden kendini soyutlayamaz ve sorumluluğunu üzerinden atamaz. Deprem her şeyi alt üst eder mi? Niye eder? Sen yanlış yaptığın işlerle depreme yol verdiğin için deprem yıkıcı olur. Misal; zulme maruz kaldıysan buna yol verdiğin içindir. Çünkü zulmün tezahür etmesi için bir zalimin bir de mazlumun olması önkoşuldur ve mazlum yol vermedikçe yahut suskuya boyun eğmedikçe, zalim ona zulmetmeye cüret edemez, şayet ediyorsa da mazlumun bu zulmü onaylamasının neticesidir tezahür eden zulüm. Çünkü zulüm gökten düşmez ya da yağmaz. Biz Tanrı varsa her şeyi yapabiliriz, sonra el açıp dua ederiz ve Tanrı gelir elimizden tutup bizi kurtarır diye düşünüyoruz ama böyle bir şey yok, böyle bir şey yok deyince de yok diyene düşman oluyoruz. Çünkü kadercilik telakkimiz, bizi böylesi bir dar kafalılığa, sekterliğe, alıklığa mahkûm ediyor. Cehalet, en büyük felakettir. Felsefesizlik ve bilimsizlik, bizleri sefalete mahkûm ediyor. Şimdi burada zulmü isteyen sen olduğun için Tanrı gelip seni bundan kurtarmaz, sen kendin çağırdıysan gönderecek olan da sensin. Yani zulme uğrayıp bunu kader olgusuna bağlayıp boynunu büküp oturamazsın. Mesela; her türlü afete, o afete yol verecek sebepleri kendi elleriyle oluşturan ve o sebepleri aklıyla onaylayan, doğal olarak afete gel diyen sen değil misin? Hadi aksini söyle cesaretin varsa. Malsan bir şey diyemem, delidir ne derse yeridir der geçerim. Ama akıl, söylediğimizin aksini iddia edemez. Kahpece iddia etse, iddiasını ispat edemez. Keza din olgusuna göre cennet ve cehennem var de mi? Seni oraya gönderen Tanrı mı yoksa bizatihi sen misin? Elbette sensin. Çünkü eylemlerinin neticesinde ya cenneti ya da cehennemi hak edersin. Öyle değil mi ama? Suç işliyorsan cezasını çekersin, iyilik yapıyorsan ödülünü alırsın. Kötülüğü de, iyiliği de kendi iradenle yapmıyor musun? Garibin, yetimin hakkını bile isteye çalan da sensin, çalmayan hatta çaldırmayan da sensin. Bilerek öldüren de sensin, yaşama yol verecek olan da sensin. Eylemler belirler sonuçları yani sebepler. Tanrı mı çaldırıyor ya da çaldırmıyor? Karanlığı ve aydınlığı kendi ellerinle doğuran sen değil misin? Kötülüğü de iyiliği de kendi ellerinle yapan sen değil misin ve kötülük cehennem, iyilik cennet demek değil midir, o vakit cenneti ve cehennemi çağıran sen değil misin yahut yaratan sen değil misin? Ya da insanın seçimlerini Tanrı yapıyor yani Tanrı her şeyi önceden tayin etmiş ve bizler münhasıran iradesiz birer oyuncularız, kuklalarız, dolayısıyla Tanrı oyunun sonuçlarından da insanı mesul tutmaz diye düşünüyoruz. Hayır, bu Tanrısal iradeye mugayirdir hatta Tanrısal adalete iftiradır. Çünkü Tanrı sen belirlenim yasalarına bağlısın, git istediğin gibi hareket et, hiçbir hareketini kendin yapmayacaksın, her hareketi yaptıracak olan Ben’im, zaten hayatını önceden belirledim, dolayısıyla sonuçtan sorumlu olmayacaksın demez. Hayır, asla böyle değildir, böyle bir şeyin olması söz konusu bile olamaz. Keza; ezen ve ezilenler olarak aynı dünyada yaşıyoruz değil mi? Bu dünya herkesin mi yani içindekiler herkesin ortak şeyleri mi? Peki niçin birilerinin bahtına ultra lüks, görkemli, mutantan hayatlar düşerken, birilerinin bahtına sefaletin bile sefaleti düşüyor? Niye depremlerde yahut sair felaketler de hep garipler perişan oluyor? Öyle ya hepimiz aynı dünyadayız, aynı kurallara tabiyiz, aynı nimet tarlasında hareket halindeyiz, aynı emeği sarf ediyoruz, her şey bizim için halkedilmiş, aynı yetilerle mücehhez kılınmışız ama birileri her şeye şakkadak ulaşırken birileri canlarını bile çıkarsalar hak ettiklerine bile mülaki olamamaktadırlar. Bu durumda yoksulluk ve zenginlik olgusunun tezahürüne sebep olmaktadır. Şimdi buna kader deyip geçecek miyiz, bundan daha büyük sahtekârlık mı olur? İşimize gelene çalışıyoruz kardeşim, işimize gelmeyene kader kardeşim. Hadi ordan sahtekâr. Yani yoksulluk bizatihi insan eliyle tezahür eden bir olgudur ve yoksul da yaratılmış yoksulluğun tutsağı olandır. Tüm insanlığa ait olana çöküp, insanlığı yoksulluğa mahkûm edip, sonra da kader deyip işin içinden çıkmaya yelteniyoruz ve biz de bunu yiyoruz maalesef aptal insanlar olarak. Şimdi biz buna kader deyip razı mı gelmeliyiz yoksa böyle kader olamaz, bunu yaratan insandır ve biz de bize benzeyenlerin yarattıkları ve bizleri mahkûm ettikleri bu kaderi bozup herkes için daha güzel bir kader yaratabiliriz mi demeliyiz? Elbette bize kader diye dikte edilen hayattı reddedip, bu kandırmacaya nihayet verip yeniden yeni bir hayat yaratmalıyız, insanlık onuruna seza bir hayat olmalıdır bu hayat. Çünkü onursuzca yaşamak kader değildir, kader olamaz. Böylesi bir hayatı bize kader kılmak isteyenlere başkaldırmalıyız, isyan etmeliyiz ve onurlu yaşamı gerekiyorsa söke söke almalıyız, bizden çalanlardan. Zira önümüzde iki yol vardır; ya suskuya teslim olup, kader diye dikte edilene boyun eğip öylece oturacaksın ya da kaderin olmayıpta kader kılınana karşı gelip isyan edeceksin ve hakkın olanı isteyeceksin, daha ötesi icap ediyorsa söke söke alacaksın. Çünkü kader yaşadığımız dünyada bir aldatmacadan, sömürünün en güçlü aracından, pasifleştirmekten, edilgenleştirmekten başka bir şey değildir. Bir nevi afyondur. Burada insanın sorumluluk mevkiinde olmasının sırrı gizlidir. Öyle ya, sorumlu değilsem, istediğim her şeyi yapabilirim ve sonunda da yargılanmam, yargılayanı yargılamak hakkım olur. Gören göz, hisseden kalp, düşünen ve bilen akıl varsa, her sonuç bir sebebe mebnidir ve bu sebep insan eliyle tahakkuk etmedikçe, istendik sonuç hâsıl olmaz. İnsan dokunmazsa, tabiat doğurmaz. İnsan dokunmazsa, hiçbir şey değişmez. İnsanın dokunuşuyla da her şey olumlu yönde değişecek, her doğum sağlıklı olacak diye bir şey yoktur. Burada insanın dokunuş niyeti önemlidir. Ya insanca dokunur ya da canavarca ve buna göre de sonuçlar tezahür eder. Burada sonucun rengi yani olumlu yahut olumsuz durumu bir şey değiştirmez. Zira Tanrı sebebi ve sonucu halk etmiş ama insana da akıl, gönül, irade ve ihtiyar vermiş. İşte doğumda kullanılacak hayati yetilerdir bunlar. Seçimi yapan da sonucuna katlanacak olanda insandır. Bilakis adaletle yargılamak kabil olmazdı. Adaletin olması ve adaletle yargılamanın yapılması için sorumluluğun olması icap eder. Sorumlu olmadığım bir şeyden yargılanmam zulümdür. Tanrı sana verdiyse şeyleri, niçin gelip sana müdahil olsun ki? Kendin edecek kendin bulacaksın. Çünkü her şeyin hesabını vereceksin ve hesap verirken kimseyi suçlayamayacaksın yani karardan kaçamayacaksın, ceza ya da ödül neyse. Yani günah işliyorsan bedelini ödeyeceksin, sevap işliyorsan ödülünü alacaksın. Kimse, kimsenin günahının bedelini ödemez, kimse de kimsenin sevabının ödülüne tasallut edemez. Bilakis, her şeyi Tanrı yapmış ve yapıyor olsaydı, o vakit senin bir anlamın kalmazdı, dinin bahsettiği imtihan denilen şey hiçbir şey ifade etmezdi. Şimdi Tanrı sebepleri ve sonuçları bilen midir? Biliyorsa hangi sebeplerin hangi sonuçları tevlit edeceğini de bilir. Ve bilmesi de olayın vuku bulduğu andadır. Tanrı senden ayrı bir şey değildir ki bilme durumu da ayrı olsun. O zaten senin içindeyse sen sebebe dokunup sonucu doğururken her şeyi biliyor olmaktadır. Yani, sen Tanrısallığınla işlemektesin, iş üstündesin, yaratıştasın ya da yok ediştesin. Kendi ellerinin ürünü olan bir şeyin hangi durumlarda hangi hali alacağını bilirsin. Tanrı’nın Tanrı olmasının hakikati de budur zaten. Mutlak kader demek sebeplerin ve sonuçların önceden halk edilmiş olması demektir ve biz o mutlak kader temelinde kendi kaderlerimizi çizer, insanlığın kaderine dokunuşlarda bulunuruz. İnsan bir yerde de sonuçtur. Dışındakiler de onun sebebidir. Yani hem sebeptir hem de sonuçtur insan. İnsan özünde mündemiç olan muayyen yetiler tavassutu ile yanlışa gidebilir ve Tanrı da bunu bilir ama verdikleriyle o yanlıştan dönmesini ister ama dönmezse de gelip elinden tutup döndürmez. Yani insan bu dünyada sonsuz özgürlüğe maliktir ama o özgürlüğün de bir bedeli elbette vardır, olacaktır. Zira o özgürlüğü nasıl kullandığın, kullanacağın önemlidir. Bilakis kaderine müdahale olur ki bu, o vakit insan sonuçtan mesul tutulamaz. Öyle ya, özgür değilsen o vakit mesuliyetin de olmaz. Zira müdahale kendisine verilenlerin anlamsız kalması demektir. Bu ise Tanrı’nın varlığına mugayir olur. Zira yüklediği sorumluluğun bir sebebi ve anlamı vardır. Çünkü cezanın da ödülünde bir hükmü vardır. Hatta insanın anlamı bile burada gizlidir. Tanrı elbette mutlak kaderi biliyor, zira onu halk edendir ama küçük kaderleri olduğu anda bilmektedir ve bu Tanrı’nın Tanrı’lığına halel getiren bir şey değildir. Öyle ya Tanrı her an iş başında değil midir ve her an yeniden yaratmakta değil midir? İnsanın, kendisine verilen akıl, gönül, irade, ihtiyar gibi üstün özelliklerle, yetilerle bir sebebe sarılıp bir sonuca ulaşması kendi çizeceği kaderidir yani cüzi kaderidir. Zaten insanın düşmesi de, yükselmesi de tam da burada tezahür etmektedir. İnsan, bu dünyada başına gelen her şeyden kendisi mesuldür ve bunu kadere hamledip mesuliyetten kurtaramaz kendisini. Çünkü kaderini çizen kendisidir, kendi eylemleriyle. Kadercilik telakkisi acizliğin ifadesidir dahası kaçışın adıdır. Hatta insanlığı aldatmanın en kolay yoludur, insanlığı uyuşturan bir afyondur, teslimiyetçiliği, ardından sömürüyü doğuran bir yöntemdir. Ama kaçış kabil değildir. Acizlik bahanesi kabul olunmayacak bir bahanedir. Her şeyi istediğimiz gibi yapıyoruz, her türlü pisliği, rezilliği yapıyoruz, köpek gibi yaşıyoruz, dünya çıkarlarımızı temin ediyoruz, başımıza ya da başkalarının başına yapıp ettiklerimiz neticesinde bir kötülük, bela, felaket gelince de, sonucu kadere hamledip işin içinden sıyrılmaya yelteniyoruz ahlaksızca. Şerefli halk olunduğu söylenen insan böylece şerefsizlik çukuruna düşüyor kendi elleriyle! Sonra da hakikati ifade ettiğinizde sizden daha namussuzu olmuyor. Ama herkeste biliyor ki, dosdoğru olunmak zorundadır burada, zira böyle söylenmiştir. Ama bunu sadece söyleriz, velâkin buna yönelik eylem de bulunmayız, bu söylemi eyleme geçirenleri de en büyük düşman ilan ederiz. Zariyat Suresi 56. Ayeti de yanlış anlıyoruz kahir ekseriyetle. Biz, dini, maalesef yanlış biliyoruz hatta dini hiç bilmiyoruz ama bildiğimizi sanıyoruz, çünkü bitevi kendisi sayesinde bir konum elde ettiğimiz ve sayesinde kendimizi ayrıcalıklı gördüğümüz dini bilmediğimizi bilirsek bunun utanç vesilesi olacağını düşünüyoruz, naçizane fikrimce din sahibi olduklarını sananlar dinden hiçbir şey anlamamaktadırlar ama dinin sahipleriymiş gibi hareket ederek kendi dışlarında kalanları kolayca yargılamaktadırlar, çünkü din sahibi olmak onlara böylesi bir ayrıcalık tanıyor, elbette kendi kafalarına göre yoksa din böyle bir salahiyeti ve ayrıcalığı kimseye tanımaz, öyle ya din bize geldiyse biz zaten bilmesek bile bize geldiği için dini bilmiş sayılıyoruz ve bilmediklerimizi ama bildiğimizi sandığımızı, bilmediklerini bildiklerimize yani bilmiyor olduklarını sandıklarımıza öğretme gibi bir vazifemiz vardır yani yoksa bile vardır diye düşünüyoruz, çünkü adımız Müslümansa ve İslam Müslümanlara gelmişse, doğal olarak her Müslüman doğuştan İslam’ı bilmiş sayılır ve bildiğini de tebliğ eder gibi bir algıya malikiz, nihayetinde münhasıran din diye belletilmiş yanlış bir inanca malikiz ve bu durum da bizleri yanlış telakkilerin mahkûmu kılıyor. Ama yemin ediyorum din bizim bildiğimiz değildir ve bizler de dindar değiliz. Bizler sadece din tacirleriyiz ve din elimizde afyondan başka hiçbir şey değildir. Tamamıyla bozuk olan kadercilik telakkimiz de buradan tevlit ediyor işte. Çünkü getirisi bol bir telakkidir ve bitevi insan zihnine zerk ediyoruz bunu bolca. Hatta çoğu ayeti motomot olduğu haliyle alıyoruz ve hayata tatbik etmeye tevessül ediyoruz, o ayet üzerinde hiç kafa yormuyoruz, çünkü böylesi bir şey yapmayı Tanrı’ya ihanet telakki ediyoruz ama Tanrı’nın böylesi bir şeyi yapabilmemiz için bize akıl verdiğini sarf-ı nazar eyliyoruz yahut aklı telin ederek yine de böylesi bir dar kafalılığa kendimizi esir ediyoruz, oysa böylesi bir şey kabil değildir velâkin mümkün kılmaya kendimizi zorlamak yanlış eylemlerin ortaya konulmasına sebep oluyor ve ortaya konulan eylemler tekrar edildikçe de yanlış bir din algısı tevlit oluyor ve tevlit olunan bu yanlış algı zamanla gerçeklik kılıfına bürünüp dinin böyle bir şey olduğu zannediliyor. Nihayetinde de din üzerinden devasa dünyalıklar temin etme yolu açılmış oluyor ve din dünyalık elde etme aracı derekesine indirgeniyor ve bir şifa, tedavi aracı olmaktan çıkıyor. Din bize hizmet edeceğine biz dine hizmet eder hale geliyoruz. Yani dini besliyoruz ki, din de bizi beslesin. Böylesi rezil ve kepaze durumdayız maalesef. Ortaya da kendisini dine dayandırarak yanlış hareketler üreten sapık güruhlar çıkıyor. Sonra da dinin yerini, din diye üretilmiş hurafeler yığını dolduruyor. Bunun neticesinde de din diye bilinen hurafelerce afyonlanmaya hazır insanlar üretiliyor. Çünkü zımnen ama kesinlikle bir bilinç temelinde üretilmiş olunan bu din haddizatında bir din değil ancak bir afyon olabiliyor ve insanların uyuşmasından başka hiçbir şey doğurmuyor. Gerçek din ise arada kaynayıp gidiyor. Ortaya çıkanlarda dindar değil, dindarlık maskeli dinsizler oluyorlar. Çünkü din diye hurafelere ayarlanmış hayatlar yaşıyorlar ve bu hayatlarda kötülükten başka bir tohum ekmiyor insanlık ve ubudiyet toprağına. Bu durumda nice insanlar tarafından Tanrı’nın sorgulanmasına ve Tanrı’yla hesaplaşmaya yol açıyor haklı olarak. Çünkü Tanrı varsa ve bir din göndermişse, tatbik edilen din Tanrı’nın dini olamaz, öyleyse insanlara da dikte edilemez. Zira böylesi hal neticesinde öylesi bir hal tezahür ediyor ki, her şey Tanrı’ya hamlediliyor ve insan mutlak günahsız addediliyor ve her şeyin sebebi Tanrı olunca karşı çıkmakta kabil olmuyor, dolaysıyla kaderdir deyip razı gelmek şart koşuluyor, karşı çıkanlarda tecziye ediliyorlar nahak yere. Peki, insanlar nasıl olacaktır da, birilerinin ürettikleri dini Tanrı’nın dini olarak görüp o dine tabi olacaklardır ve hangi kıstasa göre o dini reddettikleri takdirde cezayı hak edeceklerdir? Zariyat suresi 56. Ayette kompleks ve girift bir durum yoktur. İnsan burada sebeptir, kulluk sonuçtur. Yani Tanrı seni halk ettim ama Bana kulluk yap diye halk ettim demektedir ama burada onun tüm hayatını mutlak ve insanın kendisinden bağımsız olarak kontrol altında tuttuğunu söylememektedir yani onu özgür bırakmaktadır. İnsan kendine hizmet eden bir varlık değil midir? Zaten dinde de zorlama yoktur ve yollar gösterilmiş ama tercihlere bırakılmıştır. Bunun için var oldun ama yapmamak hakkında vardır demektedir. Zira zaten söylediğinin mutlaka olacağını bildirmiş olsaydı, insanın var olmasının ve kulluk yapacak olmasının hiçbir anlamı kalmazdı. Ki, o vakit kaderciliğinde bir anlamı olurdu. Öyle ya nihayetinde her yaptığından sorumlu olacaksa, o vakit yapacaklarında özgür olmalıdır, ki, sorumluluğunun bir anlamı ve hikmeti olsun. Öyle ya, kendi yapmadığından nasıl olurda sorumlu olabilirsin? Çalmadığın malı senin çaldığın söylenip cezalandırılabilir misin? Böyle bir zulüm mümkün olabilir mi? Bu meyanda elbette kulluk sebeptir, insan sonuçtur. Tanrı varsa birileri Tanrı’ya kulluk yapmalıydı, ki, Tanrı Tanrılığını bilsin ve bilinsin halk ettiklerince. Burada Tanrı niye bilinmek istesin ya da Tanrı’yı bilmek zorunda mıyım kardeşim gibi sorular sorulabilir ama meselemiz bu değil, ayrı bir başlıkta bunu da müzakere edeceğiz. Bilinmek istemek, bilmek isteyecek ve bilecek olana sebepti. İç içelik hali vardır burada. Bunda ise akıl dışı bir durum yoktur. İnsan olacak ki, kulluk olacak ya da kulluk olması gerekiyor ki, insan olmalıdır. Doğayı işleyecek birileri olmalı ki, doğa hizmete sunulsun de mi? Ya da insan doğaya dokunmalı ki, varlığının bir anlamı olsun. Yani her iki olgu da hem birbirlerinin sebepleridirler hem de sonuçları. Zira kulluğu ancak insan yapabilir ya da insan yoksa kullukta yoktur yahut kulluk olmalıysa bir de o kulluğu yapacak birisi olmalıdır. Tabiat, Tanrı’nın sünnet midir bir anlamda? Tabiat denilen organizmaya sebepler ve sonuçlar derç edilmiş midir, öyle ya doğa olayları nasıl meydana gelmektedir? Yani her olay bir sebebe müteallik midir, her sebep zorunlu olarak bir sonucu tevlit etmekte midir, ister bir irade dahilinde deyin, isterse spontane deyin böyle olmaktadır olan ne varsa? Böyle değil mi ama? Yağmur yağıyor ve ardın da bir sebep var, kar yağıyor ama ardında bir sebep var, insan eylemde bulunuyor ama ardında bir sebep var ve her sebebin ortaya çıkardığı bir sonuç oluyor. Şimdi, Tanrı tabiatta ki her şeyi önceden bilmekte midir? Elbette mutlak kader bağlamında, yoksa cüzi kader bağlamında olay tahakkuk ettiği anda bilinmektedir her şey. Çünkü orada, ne zaman, neyin, nasıl, hangi sebepler temelinde; hangi sonuçların ortaya çıkacağını bilir. Şimdi medyana gelen bazı şeyler insanın zararına bazı şeylerde yaranına olabilir. İnsanın zararına olsa bile Tanrı’nın bunu engellememesi, insana zulüm değildir. Şerri de, hayrı da çeken insandır yani iyiliği de, kötülüğü de kendi elleriyle yapan insandır. Zira insan imtihandadır. Ve başına her şey gelebilir. İnsan dua eder ve ister de, ki, insan istemektir bir yerde, çünkü verilenlerle insandır ve yine verilenlerle varlığı kaim ve daimdir. İstemeseydi olmazdı, olduysa verildiği içindir. Zaten insan istediği için vardır. İstemeseydi olmazdı. Derin bir mevzudur ve müzakere edeceğiz. İnsan da Tanrı’nın sünnetidir bir yerde. Ve insan denilen organizmanın bünyesinde de muayyen sebeplerle muayyen sonuçları doğuracak bir sistem vardır. İnsan baştan sona bir sitemdir ve muazzam bir sistemdir. Ve Tanrı’nın bilgisindedir her şey. Burada her şeyin Tanrı’nın bilgisinde olması Tanrı’nın her şeye dâhil olması ve her şeyin sorumlusunun Tanrı’nın olması anlamına gelmez. Haddizatında olay o kadar kompleks ve girift değildir ama dürüstçe bakmak iktiza ediyor. Ve tabi haddimizi hududumuzu bilmekte icap ediyor. Ki nihayetinde, insanız, bir hayata doğmuşuz, yaşayıp gidiyoruz, muayyen yasalar temelinde, sebepler var, sonuçlar var, aklımız, irademiz, ihtiyarımız var, gönlümüz var. Kader olgusuna da bu bağlamda bakmak elzemdir, her şeyi kader olarak görüp, hak etmediklerimize katlanmamak ve hak ettiklerimizi var etmek için. Büyük kaderin altında ve etkisinde, her insanın kaderi kendi elindedir. İnsan kaderin mahkûmudur demek ve kaderini insanın elinden almak hem insana ihanettir hem de kaderi tahrif ve tahrip ederek insanlığı ahlaksızca aldatmaktır. Kader vardır, kaderin üstünde bir mutlak kader vardır. Misal, ölüm mutlak kaderdir. İnsan ve tabiat denilen organizmaların içyapısı dizayn edilmiştir ve sebepler sonuçlar yaratılmıştır. Misal; karın yağışı için bir sebep vardır ve o sebep meydana gelince karın yağması sonucu tabiatın bünyesine dercedilmiştir. Ama bu doğal ve spontane gelişen bir sebepler, sonuçlar zinciridir. İşte o sebep sonuç dengesi mutlak kaderdir. Kimse uçurumdan atlayıp ta beni Tanrı öldürdü diyemez. Ya da kimse zemin etüdü yapmadan bir yere ev yapıpta sonra o ev yıkılınca Tanrı böyle istedi diyemez. Uçurumdan atlama sebeptir ve atlayan ölür ve bu sonuçtur. Depreme yönelik ön çalışma yapmadan bir eylem de bulunursan zarar görüsün. Eğer burada insan suçu kadere bağlarsa kaderciliğin mahkûmu olur ve miskinleşir, mezellet ve meskenete mahkûm olur, kaderi afyon gibi kullananların oyuncağı, kuklası olur ve ilânihaye aldatılır, sömürülür. Her şeye karşı böylesi alıkça bir yaklaşıma sahip olduğu için değil midir, insanın rezil bir şekilde onursuzca yaşaması? İşte bu sebep sonuç olayı kaderin bütünlüğünü temsil eder yani kaderin bütünüdür. Ama sebepler için insan bir aracıdır. Sonuçlar zaten sebepler yüzünden spontane meydana gelir. Sen güzel bir şekilde sebep olursan, güzel sonuçlar ortaya çıkar ve mutlu olursun, aksi olursa da acı çekersin. Yaygın ve basit bir misal verelim; içersen sarhoş olursun, sarhoş olursan araba süremezsin ama sen sürmeye yeltenirsen kaza yapar ve ölürsün. Sebep ve sonuç Tanrı’nın var edişidir ama bunun hayat içerisinde ki durumu insanın aklına, iradesine bağlıdır. Bu yüzden kendini yok sayarak her durumda kaderi, dolayısıyla Tanrı’yı itham edemezsin. Ne yaptığımızı bile bilmiyoruz. Kendi suçumuzu kadere hamlederken, haddizatında Tanrı’ya hamlettiğimizin yani Tanrı’ya iftira attığımızın fakrında bile değiliz, belki çok farkındayız kim bilir. Sen sorumluluğunun gereğini yapma, pislik içinde yaşa, sonra da işi kadere hamlet. Kendi ellerinle işlediklerin yüzünden kötülüklerle, belalarla, felaketlerle karşı karşıya gel ama her şeyi kadere hamlet ve her şeyin sorumlusu kader olsun. Bu kolaycılıktır, absürttür, ahmaklıktır, sahtekârlıktır, riyakârlıktır. İşte bir nevi mutlak kader altında ki kader insanın kendi hür iradesine bağlı oluyor. Misal; silah öldürür. Ama o silahı insan sıkar. Ha burada şu kafayı karıştırabilir; diyelim silah sıkıldı, o silah sıkılacak mıydı yoksa sıkılmayabilir miydi? İnsana; irade, akıl, ihtiyar verildiyse, insan onu kullanmalıdır. O silahı Tanrı sıktırdı denilemez. Ha bu mevzuda yetkili miyiz ya da bu mevzuyu mutlak bir izahatla ortaya koyabilir miyiz? Hayır, aklımızın aldığı ve yettiği kadarıyla izah edebiliriz. Çünkü akıl da bir yerde çaresizdir ama bu demek değildir ki her yerde çaresizdir, böyle düşünmekte kaderciliğin mahkûmu olmak demektir, çünkü aklı varsa onunda bir yere kadar bilme gücü vardır elbette. Aklı olmayanın dini yok denmiştir, aklı olan da sorumludur! Mutlak kader elbette belirlenmiştir ve mutlak kader demekte; her şeyin sebebinin ve sonucunun önceden belirlenmesi ve belirlendiği şekliyle tatbik olunması demektir. Misal; soğuk hava ile sıcak havanın yer değiştirmesi sonucu rüzgâr tezahür eder, böyle diye biliyorum, işte burada rüzgârın sebebi önceden belirlenmiştir ve yine bu belirlenmişlik neticesinde ortaya çıkacak olan şey de belirlenmiştir. Keza; insanın tam anlamıyla güçten, takatten kesilince ölmesi gibi, ancak çalıştığı vakit başarması gibi, emeğinin yemeğe dönüşmesi gibi, dünyanın dönüşüyle gece ve gündüzün meydana gelmesi gibi. Demek istediğim budur. Burada insanın iradesini kullanarak müdahalede bulunması diye bir şey var mıdır yani sonradan insan elinin ve eylemlerinin ürünü olarak mı hâsıl olmaktadır bunlar? Sebeplerin ve sonuçların önceden belirlenmişliğine halel getirir mi söyleyeceğiniz şey? Yine söylediğimiz gibi ister bir irade dahilinde olduğunu söyleyin bunun isterse spontane tahakkuk ettiğini, değişen bir şey olmayacaktır, sebeplerin ve sonuçların belirlenmişliğinin inkarı kabil olmayacaktır. Burası çok hassas ve ince bir noktadır ve ince, derin bir akıl, bilinç gerektirir idrakine varmak için. İşte insan da belirlenmiş bu sebepler ve sonuçlar üzerinde yine sebepler yaratarak ve sonuçların tevlit olmasına yol vererek kendi kaderini çizmektedir. Var olmasında iradesinin dahli olmayan bir dünyada ve dünya üzerinde gerçekleşen olaylarda, iradesinin neticesi olacak kaderini çizecektir insan. Yani mutlak kader içinde seninde çizeceğin bir kaderin vardır. Ve bunda da senin ellerin ve eylemlerin etkilidir. Bu zaten ayetlerle de sabittir. Herkese çalıştığının karşılığı vardır demek ne demektir? Yani insan eylemlerinin karşılığını alır ve eylemleridir ki doğurur insanı. İnsan, emeğidir! İşte yoksulluk kaderdir değişmez, şu kötülük zaten olacaktı değişmez, ben zaten böyleydim değişmem diye düşünmek ahmaklıktır, alıklıktır, bönlüktür, sekterliktir, dar kafalılıktır. Seni sömüren ve ezen zalimlere kendi ellerinle koz vermektir bu telakki. Binanı dayanaksız yap, altında kal, öl ve suçu Tanrı’ya hamlet yahut kaderdir deyip razı ol. Bu geri zekâlılıktan başka nedir? Birileri yüzünden başına olmadık belalar gelsin ve o gelip sana bu kaderdir desin, sen de bunu ye ve aynı şekilde sürünmeye devam et. Bunun adı nedir Tanrı aşkına? Saf, katıksız, süzme mallıktır. Misal; Tanrı doğruyu ve yanlışı göstermiştir veyahut edinmiş olduğun tecrübeler neticesinde doğrunun ve yanlışın ne olduğunu biliyorsun diyelim, dileyen yanlışı dileyen doğruyu seçer denilir. İşte olay budur. Sen seçimlerinsin, seçimlerinle de kaderini çizersin. Yani mesulsün ve mesul olmanı görmezlikten, bilmezlikten gelemezsin, gelsen bile kaçamazsın. Mutlak kader doğrunun ve yanlışın belli olmasıdır. Ama o yoldan yani doğru ve yanlış yoldan birini seçip, o yolda yaşamak ve sonucuna katlanmak kişinin hür iradesi dâhilindedir. Cennet ve cehennem mutlak kaderdir ama nereye gideceğini sen seçersin bir nevi daha önceden de söylediğimiz gibi. Senin hangisine gideceğin önceden belli değildir yani. Bu yüzden de insan eliyle yaratılmış olanlara bir insan olarak bu kaderdir deyip razı gelemezsin. Burada en bariz misal yoksulluk olur. Yoksulluk insan eliyle yaratılmış bir durumdur ve yok olması da yine insan eliyle kabildir ama insan müdahale etmelidir ilk evvelde duruma, durumun değişmesi için. Yoksulluk kaderdir diye bakarsan sefalet için de yaşar gidersin, yaşamazsın ama yaşadım sanırsın, birileri yaşar sen bakınırsın. Ama yoksulluğun nasıl üretildiğini bilirsen, onu nasıl yok edeceğini de bilirsin hem de yoksulluğu üretenlerin kof nutuklarına aldanmazsın. Kaderciliği yendiğin gün, yenemeyeceğin ve yapamayacağın hiçbir şey yoktur insançocuğu. Bu anlayışını değiştirdiğin gün tüm hayatını değiştireceksin emin ol. Seni aldatanlar, kandıranlar, ezilmene ve sömürülmene sebep olanlar, her şeyi kadere verip, seni kaderciliğe mahkûm edenlerdir. Çünkü önüne kaderi koydukları vakit, seni susturmak ve sana boyun eğdirmek, her şeye razı olmanı sağlamak daha kolay olmaktadır, zararsız, masrafsız, kayıpsız ve bol kazançlı, elbette kandıranlar adına. Sen gideceğin yeri yaşarken seçersin bir nevi, layığını kendin bulursun yani, elbette mutlak olarak bunu bilemezsin ama sezersin. Tanrı’nın sünnetidir tabiat, insan ve yasalar. Biz bu çerçevede yaşar gideriz. Sebepler sonuçları doğurur. Sonuçlar da kaderimiz olur. Ve biz sebeplerin sebebiyiz yani sebepleri yaşarız ve sonuçları görürüz. Olay budur! Sormak ve sorgulamak güzeldir. Şüphe imanı kavileştirir. Bu gerçektir. Ki, Gazali derki; doğru birazda şüpheden sonra gelir. Tanrı’nın her şeyi bilmesi ayrıdır, seçimi insanın yapması ayrıdır. Tanrı her şeyi bilir ama seçime karışmaz. Çünkü sana akıl, irade, ihtiyar, gönül vermiştir. Tanrı yanlışı seçeceğini ya da doğruyu seçeceğini bilmesi demek seni sorgudan ve sorumluluktan mahrum bırakıyor anlamına asla gelmez. Ki, zaten seçimlerini de içindeki Tanrı’yla birlikte yapıyorsun, bilmesi de buradan kaynaklanıyor. Anlaşılmayan noktalardan biride budur. Mutlak kader; sebeplerin sonuçları doğurmasıdır, elbette büyük resim bağlamında. Ama temelde mevcut olan sebepler ve sonuçlar üzerinde insan özgür iradesiyle yeni sebeplere vesile olur ve yeni sonuçları ortaya koyar. Bir mutlak kader vardır, bir de cüzi kader vardır demekte budur. Misal; ölüm mutlak kaderdir. Tabiatın mekanizmasına sebepler ve sonuçlar dercedilmiştir. Keza insanın gövde mekanizmasına da dercedilmiştir. Hiçbir şey yapma, sebeplere sarılma, vazifeni ihmal et ama güzel sonuçlar bekle. Bu saftirikliktir, katıksız ve süzme mallıktır. Bu dünyada, her şey, bir anlamda senin elindedir hatta her şey senin elindedir. Varoluşunu hak etmelisin, etmiyorsan varolamazsın. Kavganı kendi ayakların üzerinde durarak, aklına, iradenle, ihtiyarınla, yüreğinle ve tüm cesaretinle vermelisin, iktiza ediyorsa ölümün pahasına vermelisin, suskuya teslim olmamalı, sana benzeyenlerden korkmamalısın. İnsan hak ettiği kadar vardır. Kaderini başkalarına teslim etmeyeceksin. İradene zincir vurdurtmayacaksın. Aklına ipotek koydurtmayacaksın. İhtiyarını, aklın ve iradenle belirleyeceksin. Sen aklını kiraya ver, iradene zincir vurdurt, ihtiyarını doğru düzgün kullanma, çalışma yat, sorumluluğunun gereğini yapma, korkudan öl ama git her şey istediğim gibi olsun de. Hadi ordan! Hülasa; önce hak edeceksin! Çünkü hak ettiğin kadarsın ve hak ettiğin kadarına müstahaksın. Her zaman layığını bulursun, çünkü layık olduğuna kendi ellerinle ve eylemlerinle layık olursun!
“Kadermiş” öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru; Mehmet Akif
Ersoy