“Balkanlar” deyince, Türkiye’den ayrı bir bölge, ayrı bir coğrafya akla gelmemeli… Balkanlar Türkiye’nin de içinde bulunduğu bölgenin adı. Osmanlılar döneminde, yaklaşık olarak 400 yıl boyunca bir bütün halinde, Türk devletinin yönetimi altında olan bölgede, şimdi 12 bağımsız devlet var. Bu makalede, daha ziyade, Türkiye dışında kalan 11 devletin bulunduğu coğrafyayı ele alacağız. Türkiye ve Türklerle bağlarını, ilişkilerini ve bilhassa ortak istikbalini konuşacak, tartışacağız.
Sohbetimize, bölgenin adıyla başlayalım: “Balkan” kelimesi, “sarp ormanlık sıra dağlar” anlamına geliyor. Türkçe bir kelime… Bölgenin dünya yazınındaki adı da Türklerin verdiği isimle, “Balkanlar” olarak geçiyor.
Coğrafî, tarihî ve kültürel yakınlık dolayısıyla, Türkiye ile diğer Balkan ülkeleri arasında çok yoğun bir ziyaret trafiği var. Makedonya, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Sırbistan, Karadağ ve Kosova ile Türkiye arasında vizesiz giriş-çıkış imkânı olduğundan, buradaki karşılıklı ziyaret daha da yoğun.
Türkiye’den Balkanlara, vize isteyen ülkeleri de içine alan, “Büyük Balkan Turları” düzenleniyor. Bu turlardan birine biz de katıldık. Bölgeyi ziyaret ederken, Balkanlara, Türkiye’den çok büyük bir ilgi olduğunu gördüm ve bundan son derece memnuniyet duydum.
Sekiz ülkeyi kapsayan bu ziyaret esnasında gördüklerimi, bende uyandırdığı duygu ve düşünceleri, eleştirilerimi, önerilerimi tek tek sunmaya çalışacağım.
YUNANİSTAN
Karayoluyla ziyarette, İpsala gümrük kapısından Yunanistan’a giriyorsunuz. Ömrüm boyunca isimlerini her duyduğumda, içimde daima bir yakınlık ve sıcaklık uyandıran Dedeağaç ve Gümülcine üzerinden geçerek, bize gayet aşina bir isim olan, “Kavala” şehrine ulaşıyoruz. Otobüslerin mola verdiği mekânda, komşu, ücretsiz ve sınırsız, üstelik demli çay ikram ediyor. Yine ücretsiz tuvalet hizmeti sunuyor. Burada, kendinizi hiç de yabancı bir ülkede gibi hissetmiyorsunuz. Buna karşılık biz de biraz alışveriş yapıyoruz tabii… Meselâ, meşhur “Kavala kurabiyesi” alabilirsiniz!
Güzel bir liman şehri olan Kavala’yı geziyor, sonradan kiliseye çevrilen Pargalı İbrahim Paşa Camiini, tarih kitaplarından tanıdığımız Kavalalı Mehmet Ali Paşa köşkü ve heykelini, Osmanlı su kemerlerini ziyaret ediyorsunuz.
SELANİK
Kavala’dan, güzel deniz manzaraları eşliğinde, yine bir sahil kenti olan Selanik’e geçiyoruz. Selanik’te, bazı Osmanlı ve Bizans eserlerini gördükten sonra asıl ziyaret edilmesi gereken yere, Atatürk’ün doğduğu eve geliyoruz. Türk Konsolosluğu ile bitişik ve gayet güzel düzenlenmiş olan eve ziyaretçi akını, Temmuz sıcağı olmasına rağmen, evin çevresi ve içindeki kalabalık insanı çok mutlu ediyor. Ziyaret esnasında heyecanlanıyor, duygulanıyor, zaman zaman coşkuya kapılıyorsunuz. Orada, o evde tarihî anlar yaşadığınız, Atatürk’le yan yana, omuz omuza olduğunuzu hissediyorsunuz. Orada, içi titremeyen, tüyleri diken diken olmayan, gözleri yaşarmayan bir Türk olabileceğini tahmin etmiyorum.
Atatürk evine olan bu aşırı ilgiyi çok anlamlı buluyorum. Bu ilgide Türkiye ve dünya için mesajlar var. Kurucu önderimize vefa duygumuzu, sevgi ve sadakatimizi gösterirken ona hâlâ şükran duyduğumuz, ona daima sahip çıkacağımız ve onun devrimlerini ve eserlerini ilelebet koruyacağımızın sözü, bu konulardaki demir gibi azim ve irademizin kararlılığı var.
Selanik, İzmir’e benziyor. Özellikle, sahildeki lokantalara, kafelere bakınca Alsancak’ı, Kordonboyu’nu görmüş gibi oluyorsunuz. İnsanları, İzmirliler gibi sıcakkanlı, dost canlısı. Türkiye’dekine benzer alışveriş merkezleri ve bakkallardan kolaylıkla alışveriş yapabilirsiniz. Atatürk Evi çevresinde Türk esnafların bulunması, burada Türk girişimcileri için yatırım alanları olduğunu kanıtlıyor. Geceyi Selanik’te geçiriyoruz. Otel yönetimi, gayet taze ürünlerle güzel bir kahvaltı sunuyor.
MAKEDONYA
Selanik’teki kahvaltıdan sonra Makedonya’ya geçiyoruz. On günlük gezinin üç günü Makedonya’ya ayrılmış. Makedonya bunu hak ediyor. Makedonya’ya, “Balkanların İncisi” adını uygun gördüm. Müthiş bir coğrafya… Her taraf dağlık, her taraf ormanlık, her taraf sulak, nehirler, barajlar, göller diyarı…
Coğrafî olarak, Atatürk’ün doğduğu şehir, Selânik de Makedonya bölgesine dâhil. Hâl böyle olunca, Yunanistan, bütün Makedonya’nın kendisine ait olduğu iddiasıyla, ayrı bir Makedonya devletini tanımak istemiyor. Bu ülkeyi, “Eski Yugoslavya’nın parçası Kuzey Makedonya” adıyla tanıyor. Bu tutumunun bir uzantısı olarak, Makedonya’nın Avrupa Birliği’ne girmesine de engel oluyor.
Yunanistan’ın Makedonya’ya bu hasmane yaklaşımı Türkiye’nin işine yarıyor. Makedonya, Türkiye gibi büyük ve güçlü bir devleti yanında görmek istiyor, iyi ilişkiler kuruyor ve bütün kapıları açıyor. Bunda tabii Makedonya göçmeni Türk vatandaşlarının büyük katkısı var.
Makedonya’daki Doyran, Ohri gölleri ve şehirleri, başkent Üsküp ve oradaki, Matka Kanyonu, Maya Dağı, Vardar nehri ve ovası mutlaka görülmesi gereken inci gibi, bazılarından incinin de çıkarıldığı dünya cenneti yerler.
MANASTIR
Makedonya’da bizim için çok önemli bir şehir daha var: Manastır! Bu şehir, Mustafa Kemal’in okuduğu askerî liseyi, Manastır Askerî İdadisini içinde barındıran şehir. Osmanlı, Balkanlara, özellikle Makedonya’ya ne kadar büyük önem atfetmiş ki ordunun subaylarını yetiştiren Harbiye’ye öğrenci kaynağı olan iki askerî liseden birini burada açmış!
Manastır Askerî İdadisine de bizi çok mutlu eden yoğun bir ilgi olduğunu gördük. Burada bir ziyaretçi defteri vardı ve ona yazı yazmak için kuyruk oluşuyordu. Burası, insanın duygulandığı, sesinin titrediği, tarihî anlar yaşadığını hissettiği, müthiş manevî bir iklimin hâkim olduğu, uhrevi bir mekân gibi geldi bana!
RESNELİ NİYAZİ
Manastır’dan Resne şehrine geçtik. Burada, kendinizi bir Anadolu kasabasında gibi hissediyorsunuz. Resne, evladı, “Hürriyet Kahramanı Kolağası (Yüzbaşı) Resneli Niyazi” ile meşhur.
1897 Türk-Yunan savaşında, teğmen rütbesiyle büyük yararlık gösteren, 1873 doğumlu Niyazi Bey, Padişah 2. Abdülhamit’in iltifatına mazhar olur. İstanbul’a çağrılır ve “padişah yaveri” payesiyle orada kalması istenir. Lâkin Kazasker’in hiçbir özelliği olmayan 13 yaşındaki oğluna da “padişah yaverliği” unvanının verildiğini öğrenince, yaverliği reddedip Makedonya’ya döner. Makedonya dağlarında, yıllarca Sırp ve Bulgar çetecileriyle/komitacılarla mücadele eder.
Resneli Niyazi, İttihat ve Terakki’nin Makedonya’daki en etkili ve yetkili üyesidir. 1908’de, 150 kişilik kuvvetiyle Makedonya’da yaktığı hürriyet ateşi, 2. Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle sonuçlanır ve kendisine “Hürriyet Kahramanı” adı verilir. 1912-13 Balkan savaşlarına katılır. Kelle koltukta cepheden cepheye koşar.
Batı Trakya’nın kaybedilmesi üzerine, 1913’te, Arnavutluk’un Avlonya limanında, İstanbul’a gelmek için vapur saatini beklerken, komitacılar tarafından, sırtından vurularak öldürülür. Bu ölüm hadisesi, Resne’ye ve onun evladı Niyazi’ye daha büyük(!) bir şöhret sağlar: Ne yazık ki “Resneli Niyazi” diye internete girdiğinizde, hemen hemen bütün kaynaklarda, “Ne şehittir ne gazi, pisi pisine gitti niyazi” tekerlemesinin, bu rencide edici sözün çıkış noktası olarak, Yüzbaşı Niyazi Bey’in vurulması vakası gösteriliyor. Bizim Balkan gezisine katıldığımız tur şirketinin tanıtım notunda ve yerel rehberin anlatımında da maalesef, bu aşağılayıcı hikâye vardı. Muhtemelen bütün şirketlerin Balkan Turlarında, bu maskaralık, bir marifet gibi anlatılıyordur.
Bu haksızlığa, bu iftiraya ruhum isyan ediyor. Böyle bir hürriyet kahramanı, gerçek bir millî kahraman olan Resneli Yüzbaşı Niyazi Bey, böyle aşağılayıcı bir sözle anılamaz. Savaşlarda çok üstün yararlıklar göstermiş, ömrü dağlarda-cephelerde geçmiş, efsaneleşmiş bir subay, kalleşçe vurulunca niçin “şehit” olmasın? Yüzbaşı Resneli Niyazi, şehitlik rütbesini anasının ak sütü gibi hak etmiştir.
Tarihe, “Hürriyet Kahramanı” olarak geçen Resneli Niyazi, o alaycı sözlerle anılmaktan vaz geçilmeli. Bu onurlu, bu kabadayı subayı o çirkin sözlerle ilgili göstermede; büyük bir milletin gönlüne gömülen büyük bir evladını küçültme çabası var. Bu, ağır bir vebal, tiksinti verici bir laubaliliktir. Ayıptır. Günahtır. Saygısızlıktır. Bu iğrenç komediye derhal son verilmeli!
Peki, bu katıksız vatansever, sağlam karakter sahibi subay niçin böyle alaya alınmak, küçümsenmek hatta aşağılanmak isteniyor?
Çünkü onun onurlu duruşu, lekesiz hayatı, üstün nitelikleri hele “hürriyet kahramanı” oluşu kıskançlık doğuruyor. Niteliksiz insanlarda aşağılık duyguları uyandırıyor. “Güneşte leke” arıyorlar. Ve bula bula işte o basitten basit sözü ona yakıştırmakta buluyorlar… O basit sözle, güya onu aşağılayıp kendilerini, yüceltiyorlar!
Bu basitliği kimler yapıyor?
O onurlu subayın üstün nitelikleri karşısında aşağılık kompleksi duyan herkes yapabilir. İttihat ve Terakki Fırkasındaki kimi arkadaşları… Ömürleri boyunca hep eğilen, bir kere bile dik duramamış omurgasızlar. Tahttan indirilmesine sebep olduğu 2. Abdülhamit hayranları, Siyasal İslamcılar! Böylece, “Hürriyet Kahramanı”ndan intikam alıyorlar!
Ne diyelim? Onları küçük dünyalarında, bataklıklarında bırakalım… Debelensinler!
Resneli Kolağası Niyazi Bey o kadar büyük ki küçük beyinlerin fesatları, küçüklükleri onda hiçbir noksanlık meydana getiremez.
“Kolağası” Resneli Niyazi Bey’i hayranlıkla, şükranla ve rahmetle anıyorum. Aziz hatırasını saygıyla selâmlıyorum. Ruhu şad olsun!
Not: Resneli Niyazi Bey hakkındaki bu bölümü ayrı bir köşe yazısı olarak yayımladım ama yapılan haksızlık bana o kadar çok dokunuyor ki burada da yayımlamaktan kendimi alamadım.
OHRİD (Ohri) ŞEHRİ ve GÖLÜ
Resne’den Ohri’ye geçtik. Yukarıda Ohri’den bahsettik ama Ohri şehri ve gölü, ayrı bir bölüm açılacak kadar güzel, farklı, harikulade bir dünya cenneti… Her şey bir yana, oraları görmekle bile kendimi çok talihli hissediyorum. Yazılışı Ohrid olan şehir ve gölü “Ohri” diye okumak ve söylemek lâzım. Bu harika gölü sözlerle anlatmak imkânsız. Orada 2 dakikalık bir video çektim, Youtube’a yükledim. Onun bağlantısını yazının sonunda bulabilirsiniz. Ohri’yi az biraz o görüntülerle anlatabildim.
ARNAVUTLUK
Ohri’den Arnavutluk’a geçtik. Aşırı trafik vardı. Bu arada, çok dağlık olması dolayısıyla, bütün Balkanlarda yollar çok dönemeçli ve dar. Arnavutluk’ta sanki yollar daha da dardı ve trafik sık sık tıkanıyordu. Bir de o gün çok sıcaktı, otobüsün termometresi bir ara 44 dereceyi gösterdi.
Arnavutluk’un başkenti Tiran’da, bize gösterilen en ilginç şey, eski diktatör Enver Hoca’nın yaptırdığı sığınaklardı. Devasa sığınaklar, şimdi, yeraltı çarşısı veya müze gibi kullanılıyor.
Aşırı sıcak bir gün olması, aşırı trafik sıkıntısı dolayısıyla, Arnavutluk’u görmek için o kadar zahmete ve zaman kaybına değer mi sorusu kafamda asılı kaldı. İşkodra’da kaldığımız otelde de bazı sorunlar yaşayınca Arnavutluk, hoş olmayan anıların ülkesi oldu benim için!
Yalnız, şunu belirtmem lâzım: Arnavutların çoğunluğu Müslüman ve kendilerini Türklere çok yakın hissediyorlar. Özellikle Atatürk’ü de sevdiklerini hatta hayranlık duyduklarını da sık sık dile getiriyorlar. Arnavutlarla ve Arnavut devletleriyle (Kosova da bir Arnavut devletidir) çok iyi ilişkiler kurabilir, iş birliği yapabiliriz.
KARADAĞ
650 bin nüfuslu küçücük bir ülke. Bütün Balkanlar olduğu gibi Karadağ (Montenegro) da sıra sıra dağlarla kaplı… Dağları aşarak sahildeki Kotor şehrine doğru, şahane Adriyatik manzaraları eşliğinde seyahat ediyorsunuz. Sarp dağları aşarak sahil kısmını gezdik ve aklımızda da plajlarıyla, limanlarıyla, sahile bakan kalesiyle ve özellikle Kotor kentiyle güzel ve zengin bir ülke algısı yaratan Karadağ kaldı.
HIRVATİSTAN-DUBROVNİK
Aynı gün, öğleden sonra Hırvatistan devletine ve onun en çok turist çeken şehri Dubrovnik’e geçtik. Çok yoğun bir trafik vardı. Trafikte çok zaman kaybettik. Akşama yakın saatlerde Dubrovnik kalesi ve çarşısına ulaşabildik. Sahildeki kaleyi alışveriş merkezi ve çarşı haline getirmişler. Dar dar sokaklar, İzmir Kordon’daki dar sokaklara benziyor. Her sokağın duvarına çöp kutusu monte etmişler, o çok hoşuma gitti. Çok bakımlı, tertemiz mekanlar…
BOSNA-HERSEK
O gece otelde kalmak için Bosna’nın Trebinje şehrine hareket ettik. Ancak gece yarısını geçtikten sonra, saat 01:30 civarında otelimize ulaşabildik.
Tabii Bosna deyince, insana büyük bir hüzün hâkim oluyor. 1992-95 arasında, Boşnaklara saldırılar, kuşatmalar, katliamlar, tecavüzler akla geliyor. Bunlar uzun uzun konuşuldu. Tekrar hatırlandı, hatırlatıldı. Bosna’nın efsanevî lideri Alia İzzetbegoviç’in destansı mücadelesi dile getirildi. Bosna’daki yerel rehber Bayan Mika, Türklerin ziyaretinin kendileri için ne kadar önemli olduğunu duygulu bir dille bize anlattı. Rehberlik görevi bittikten sonra kendisiyle iki dakika kadar özel görüştüm. Kendisine, “Bosna’nın, Boşnakların bizim için, Türkiye için ne kadar önemli olduğunu, katıldığımız turun bir turistik gezi olmadığını, şuurlu bir ziyaret, ata topraklarına bir sıla-i rahim, Boşnaklara, daima yanlarında bulunduğumuzu gösteren güçlü bir destek olduğunu, Boşnakları Türklerden ayırmadığımızı” söyledim. Sözlerimden çok memnun oldu. Duygulandı. Çok duygulu ve hüzünlü bir kısa görüşme oldu sesim titredi, gözlerim doldu.
Bosna-Hersek’de başta Mostar Köprüsü olmak üzere pek çok doğa harikası yerler görüyorsunuz. Çarşıda, pazarda, lokantada, çay bahçesinde kendinizi Türkiye’de gibi hissediyorsunuz. Türkçe yer ve mekân isimleri, Türkçe konuşanların çokluğuyla hiç yabancılık çekmiyorsunuz. Geceyi Sarayevo’da bir otelde geçirdik. Temmuz ayının 27’sinde üşüdük. Öyle bir hava vardı.
SIRBİSTAN-BELGRAD
Bosna’daki iki günlük ziyaretten sonra, Sırbistan’a geçiyoruz. Tabii Sırbistan deyince de Bosna’nın tam tersi, son derece olumsuz duygular, düşünceler kafanıza hücum ediyor. Barbarlar, saldırganlar, katliamcılar, tecavüzcüler! Fakat başkent Belgrad’a giderken yollarda hiçbir askere, askerî birliğe falan rastlamayınca, yol boyunca ve Belgrad’da da kendi halinde hatta neredeyse çıtkırıldım insanları görünce, o barbarlığı bunlar mı yaptı diye hayrete düşüyorsunuz!
Belgrad’da, şehrin ana çarşısıyla komşu olan Kale Meydanı, İstanbul Kapısı ve Askerî müzeyi geziyorsunuz. Meydanın sonunda büyüleyici bir manzara sizi karşılıyor: Tuna’yla Sava’nın birleştiği, daha doğrusu, Sava’nın Tuna nehrine karıştığı yer. Bu manzara gerçekten unutulmaz bir hatıra olarak hafızanıza kazınıyor. Bakmaya, seyretmeye doyamıyorsunuz.
Diğer ülkelerde olduğu gibi, Sırbistan’da da Türkiye’den gidip, orada işyeri açan Türklere rastladık. Türk eserleri, Türk isimleri zaten her adımda karşınıza çıkıyor. Bütün balkanlarda Türkler için büyük fırsatlar olduğu çok açık.
BULGARİSTAN-SOFYA
Geceyi Belgrad’da geçirdikten sonra, sabah erken saatte Bulgaristan’a doğru yola çıkıyoruz. Erkenden çıkıyoruz, çünkü her iki ülkenin sınırında da çok bekletilme ihtimalimiz var. Nitekim sınırlarda hem yoğunluktan hem de Sırp ve Bulgar polisinin sıkı kontrolünden dolayı çok zaman kaybediyoruz. Ancak ikindi saatlerinde Sofya’ya varabiliyoruz.
Bir buçuk milyon nüfuslu Sofya’da en çok dikkatimi çeken şey, hiç trafik tıkanıklığının olmaması. Sofya’da, bir kasabadaki kadar trafik sıkıntısı yok.
Sofya’da görülecek yerleri gördükten, çarşısını gezdikten ve bişeyler yedikten sonra, hava kararmadan Türkiye’ye doğru yola çıkıyoruz.
Sofya ve Bulgaristan’ın tamamında Türk eserleri ve Türkçe adlara bol bol rastlıyorsunuz. Yolda, bir akarsuyun üzerindeki köprüden geçerken, “Karadere River” levhası gözüme çarptı. “River” İngilizce’de nehir demek. Sanırım, Bulgarca’da da aynı anlamda kullanılıyor.
TIR PARKI
Sürücümüz, Türkiye sınırına 17 kilometre mesafede bir “Tır Parkı” olduğunu, buradaki alışveriş merkezinin, Balkanlardaki en ekonomik alışveriş yeri olduğu bilgisini veriyor. Alışveriş etmek ve ihtiyaç gidermek için orada duruyoruz. Gerçekten de bütün ürünler gayet hesaplı… Alışverişler yapılıyor. Bu arada dikkat ediyorum; çok büyük bir park yeri… Sanki binlerce tır var… Lokantada bütün yazılar, fiyat listeleri Türkçe… Anlamış olmalısınız, bu “tır parkı” Türk tırlarına ve sürücülerine hizmet veriyor. Neden? Çünkü Bulgaristan’dan, geçen yılların rakamlarıyla, yılda bir milyon tırımız transit geçiş yapıyor. Bunun birkaç yıl içinde 2 milyona ulaşacağı tahmin ediliyor. Belki şimdiden bir buçuk milyona ulaşmıştır.
Girerken olduğu gibi çıkarken de Bulgaristan sınırında saatlerce bekliyoruz. Yukarıda söylediğim gibi hem yoğunluk hem Bulgar polisinin işgüzarlığı var.
Ve TÜRKİYE
Türk sınırından gece yarısı geçiyoruz. Sürücümüz, “Onuncu Yıl Marşını” açıyor. Hep birlikte coşkuyla söylüyoruz.
Memleketim,
Memleketim,
Memleketim.
Ne kadar güzel yerler görmüş, gezmiş olursak olalım, memleketimiz başka, bambaşka. Yeniden ülkeye dönmek, bütün yorgunluk ve uykusuzluğumuza rağmen bizi diriltiyor, mutlu ediyor.
İSTİKBALE DAİR UYARI ve ÖNERİLER
1. Türkiye’den Balkanlara çok büyük bir ilgi olduğunu yukarıda yazmıştım. Bu ilgi, özellikle, Temmuz-Ağustos aylarında zirveye çıkıyor. Trafikte tıkanmalar, otellerde yer ve yiyecek sıkıntıları yaşanabiliyor. Mecbur olmayanlar, ziyaretlerini bu yaz aylarının dışında yapmalı.
2. Balkanlar, Anadolu’nun, Anadolu da Balkanların uzantısıdır. Bunları ayrı ayrı coğrafyalar olarak düşünmemek gerekir. Bütün olarak kabul etmek ve tarihte bütünleştiğini de göz önüne alarak, istikbalde de mutlaka bütünleşeceğine yürekten iman etmek gerekir.
3. HAYATÎ UYARI: Bütün Avrupa’da nüfus azalıyor. Balkanlarda ise nüfus daha hızlı azalıyor. Bölgedeki nüfus boşluğunu, Balkanların bir parçası olan, ora insanıyla tarihî, kültürel, ekonomik ve duygusal bağı olan, 100 milyona yaklaşan nüfusuyla, sadece Türkiye doldurabilir. Tabii ki boşluk, “nitelikli insan gücüyle” doldurulursa anlamlı, faydalı ve etkili olabilir. Bunun için hiç vakit yitirilmeden tedbirler alınmalı, adımlar atılmalı. Bu adımlar neler olabilir? Aşağıda sunuyorum:
4. Başta subay ve astsubaylar, öğretmen ve öğretim üyeleri olmak üzere, bütün devlet memurlarının, belli bir program dahilinde, Balkanları, hiç olmazsa, yukarıda anlattığım kadar, 10 gün süreli bir ziyaretle görmeleri devletçe sağlanmalı.
5. İş insanlarının, öğrencilerin, gençlerin bölgeyi tanımaları, oralardaki iş, girişim ve yatırım imkânlarını yerinde görmeleri için, Balkan ülkelerine ziyaretleri teşvik edilmeli, desteklenmeli.
6. Türkiye tarafından, biri Makedonya, diğeri Bulgaristan’da olmak üzere, Balkanlarda en az iki üniversite açılmalı.
- Bu üniversitenin yıllık öğrenci kapasitesi bin (1000) civarında olmalı. Bu bin öğrencinin yarısı Türkiye’den, öteki yarısı diğer Balkan ülkelerinden okula alınmalı.
- Eğitim dili Türkçe olmalı.
- İlk yıl hazırlık okutulmalı… Türk vatandaşları o ülkenin dilini, diğer öğrenciler Türkçeyi öğrenmeli.
- Üniversitelerde; Uluslararası İlişkiler, Sosyoloji, Psikoloji, Türk Dili ve Edebiyatı, Rehberlik gibi bölümler açılmalı. Başka hangi bölümlerin açılacağını uzman bir heyet belirlemeli.
- Açılışların üzerinden beş yıl geçince, üniversitelerin öğrenci sayısı 5’er bine ulaşmış ve ilk mezunlarını vermiş olur. İş buraya geldiğinde, mezunların, mümkün olduğunca, o bölgede iş bulması, yatırım yapması ve girişimci olması sağlanmalı, teşvik edilmeli, buna yönelik tedbirler alınmalı, altyapı hazırlanmalı.
Üniversiteler neden öncelikle Makedonya ve Bulgaristan’da açılmalı? Çünkü Türk vatandaşı Balkan göçmenlerinin en fazla bu iki ülkeyle ilgileri ve ilişkileri var. Yine bölgede, Türkiye dışında, Türklerin en yoğun bulunduğu iki ülke Makedonya ve Bulgaristan… Dolayısıyla, üniversiteler, öncelikle bu iki ülkede yararlı, etkili ve verimli olabilir. Tabii ki o üniversitelere, diğer Balkan ülkelerinden de öğrenci alınacağı gibi, mezunlar da bütün Balkanlara hizmet verecek, yatırım ve girişimde bulunacak donanıma sahip olacaktır.
x x x
İLGİLİ YAZI VE VİDEOLAR
Balkan Türkleri Türkiye’nin Nüfus Kalitesini Yükseltti
https://www.facebook.com/ihcengiz1 (ATATÜRK’ün doğduğu evi ziyaret ve Ata’ya hitap)
OHRİD GÖLÜ-MAKEDONYA, Cennetten bir köşe - YouTube
ATATÜRK'ün Okuduğu Askerî Lise... MANASTIR ASKERÎ İDADİSİ - YouTube