Nazım, apartmana girdiğinde kıyamet kopuyordu. Bağrış-çığrış, küfür-hakaret gırla gidiyordu. Üçüncü kattaki, her yıl, on beş gün kadar misafir olduğu kayınpederinin dairesine çıkmak için merdivenleri tırmanmaya başladı. İkinci katın ortalarında, kıyameti koparanlardan biri olduğu anlaşılan Memnune önüne geçti, onu durdurdu. Heyecan ve öfkeyle sıraladı:
“Ben asil bir ailenin kızıyım. Babam belediye reisliği yaptı. Ben, böyle kavga-gürültü çıkaracak bir insan değilim ama beni çileden çıkarıyorlar. Onun için bağırıp-çağırıyorum.”
Nazım çok şaşırmıştı. Ne diyeceğini bilemedi. Kadının elinden bir an önce kurtulma içgüdüsüyle, ağzının içinde, “haklısınız” gibi bişeyler geveledi. Üçüncü kattaki daireye ulaştı.
O günlerde, kayınpederi ve kayınvalidesi dükkân işlettikleri için evde değillerdi. Onu eşi Sema karşıladı. İçeri girdi. Nazım, ne olduğunu sordu. “Komşuların kavgaları, herhalde” cevabını aldı. Biraz sonra, apartmanda sesler kesildi.
Kaz Dağlarının eteğinde, Ege Denizi’nin kıyısında, dünyada, oksijenin en fazla olduğu, bunaltıcı sıcaklarda bile rüzgârın sürekli küfül küfül estiği ve havasını serinlettiği, yaz mevsiminde insan kaynayan, turistik bir ilçedeydiler.
Apartman, her katında iki daire bulunan, giriş katı ve üzerindeki üç kattan oluşuyor, kattaki dairelerin giriş kapıları birbirine bakıyordu. Girişi ve merdivenleri geniş, aydınlık, ferah bir apartmandı. Merdivenler, her kata çıkışta iki bölüm şeklindeydi. Yarısına kadar çıkıyorsunuz, orada, yaklaşık olarak iki metrekare kadar, aydınlık bir boşluk var, sonra 180 derece dönüp, kalan basamakları da çıktıktan sonra kendi katınıza ulaşıyorsunuz.
Memnune’nin kocası Ersin, sessiz, sakin, kendi halinde bir emekliydi. Aynı ilçede oturan ve her ikisi de evli olan bir kızları ve bir oğulları vardı. Kadının, kızının ve oğlunun evliliklerine çok fazla müdahale ettiği söyleniyordu.
Kadın, evde mutlak söz sahibiydi. Sinirli, sürekli konuşan, sızlanan, dedikoducu bir huyu vardı. Kocasını karşısına alır, geçim sıkıntısından, en yakın akrabalarının, komşularının yaptığı haksızlık ve kötülüklerden yakınırdı. Ersin Bey, itiraz etmeden sessizce dinlerdi. Kocasının hiç tanımadığı ama kendisinin bildiği, uzaktaki tanıdıkları hakkında uzun uzun, inanılmaz ayrıntılarla dedikodu ederdi. Kocası, kendini bir an evvel sokağa atmaya bakardı. Fakat akşam döndüğünde aynı şikâyet ve sızlanmalar yine başlar, kadın, daha önce hiç söylememiş gibi aynı şeyleri tekrar edip dururdu.
Aynı sızlanmaları kızı veya oğlu geldiğinde onlara yapardı. 40-50 yıl öncesinin defterlerini açar, akrabaları, komşuları ve hatta çocukların hiç tanımadığı kişiler hakkında sayar dökerdi. Anlattıkları, hep olumsuz, hep Memnune’yi üzen, ağlatan, onun haksızlığa uğradığı hatıralardı. Hiç güzel, mutlu bir anısı yoktu. Memnune’yi sessizce dinlerseniz, konuşur konuşur, sonunda rahatlar ve kendisini dinleyeni severdi. Ama karşı çıkacak, tartışacak olursanız Memnune hiç memnun olmaz, şiddetli tartışmalara girer, sesini yükseltir ve kendini müthiş yorgun hisseder, artık, sizi suçlamaya başlardı.
Memnune üçüncü katta, Nazım’ın kayınpederinin karşı komşusuydu. Diğer komşularla kavgalı olsa da kayınpederlerle arası iyiydi. Eve, neredeyse teklifsiz girip çıkıyordu.
Yıllar geçtikçe, apartmanda oturanlar değişiyor, bazıları ölüyor, çocuklar büyüyor, apartman sakinlerinin konumları, alışkanlıkları ve huyları da değişiyordu.
Memnune’nin en fazla dalaştığı, birinci katın her iki dairesine de sahip olan geniş ailedeki dede ve büyükanne ölmüş, dairelerinden biri satılmıştı. Önceleri, yıl boyunca ilçede kalan aile, şimdi İstanbul’a göçmüş ancak yazın bir ay kadar ilçeye gelebiliyorlardı. Artık, apartmanda fazla kavga-gürültü olmuyordu. Komşular içlerine kapanmış gibiydiler.
Nazım’ın kayınpederi yetmiş yaşını geçmiş, dükkânı kapatmıştı. Kayınpederler, yılın, yaklaşık olarak altı ayını bu sayfiyede geçirmeye, Nazım ve eşi Sema da her yıl, on beş günlüğüne gelmeye devam ediyordu.
Nazım ve Sema, yine bir yaz mevsiminde geldiklerinde, üçüncü kat merdiveninde ilginç bir manzarayla karşılaştılar: Merdiven boşluğunda iki adet ayakkabılık gördüler. İkisi de ayakkabı ve terliklerle doluydu. Devam eden ve dairelere çıkan basamaklara da terlikler sıralanmıştı.
Kayınvalide açıkladı: Kirli ayakkabılarla merdivenlerin yarısında bulunan boşluğa kadar gelebiliyoruz. Burada ayakkabı veya sokak terliğini bırakıyoruz, daha yukarı basamaklarda bulunan temiz terlikleri giyerek dairemize çıkıyoruz. Bu, Memnune’nin fikriymiş ve kayınpederler de buna uymuşlar. Çaresiz, Nazım ve Sema da uydu.
Bu, böyle yıllarca devam edip gitti.
Nazımlar yine yazın ortalarında bir dönemde geldiklerinde, Memnune’nin başını sımsıkı kapattığını gördüler. Nazım’ın, mutaassıp birer Hacı olan kayınpeder ve kayınvalidesinin, bu yeni kapanan eski komşuyla daha iyi anlaşmaları beklenirdi. Ama pek öyle olmadığını gördü Nazım.
En üst kattaki, iki dubleks komşusunun aralarındaki mesafe epey açılmıştı. Kayınvalide, Memnune hakkında, teklifsiz girip çıkmasından, sürekli para verirsek iyi geçindiğinden, parayı kesince kötü komşu olduğundan şikâyetçi olmuş ve eklemişti: “Ayakkabılarınızı merdiven boşluğunda çıkarıp, merdivenin yarısını çıplak ayakla veya temiz terliklerle çıkmayın, kapıya kadar sokak ayakkabısıyla gelin!”
Kayınvalidesi öyle dediği halde, Nazım, yıllardır, bu apartmanda edindiği alışkanlığı bırakamıyor, merdiven boşluğunda sokak ayakkabısı veya terliğini değiştiriyor, kalan basamakları temiz terlikle çıkıyordu. Kayınvalidesi, kendisini dinlemediği için damadına kızıyordu.
Zaman geçtikçe en üst kat komşular birbirinden iyice koptular. Seksen yaşlarını geçen kayınpeder ve kayınvalide Memnune’yi düşman bellemişler, çok ses yaptığından, müziğin veya televizyonun sesini çok fazla açtığından, kendilerini uyutmadığından şikâyet ediyorlar, damat ve kızlarını da Memnune’ye karşı kışkırtıyorlardı.
Nazım ve Sema, Memnune’nin kuralına, artık boş vermişler, daire kapısına kadar sokak ayakkabısı veya terlikleriyle çıkmaya başlamışlardı. Bunu gören Memnune öfkeleniyor, doğrudan bişey diyemiyor fakat apartmana girip-çıkarken karşılaştıklarında, diğer komşulara yakınır gibi, “kocaman insanlar, merdivenleri kirli ayakkabılarıyla çıkıyorlar” diye söyleniyordu.
Alt kat komşulara böyle dert yanan Memnune, Nazım’a göre, bir mantık hatası yapıyor veya sadece kendi katını düşünüyordu. Çünkü en üst katta, üçüncü katta oturan bir apartman sakini olarak, kendi dairesine çıkan son basamakları ev terliğiyle çıkarak, toz-toprağın, üçüncü kattaki evine ulaşmasını engelliyordu. Bunu da başta alt komşuları, bütün çevresine övünerek anlatıyordu. Fakat kendisi, sokak ayakkabılarıyla, alt komşuların kapılarına kadar çıkıyor, önünden geçiyor, dolayısıyla, sokağın toz toprağını alt komşuların katlarına kadar getirdiğini hiç hesaba katmıyordu. Eğer dışarının pisliği dairelerimize girmeyecekse, o vakit, bütün apartman sakinlerinin, kirli ayakkabılarını, daha apartmanın dış kapısında çıkarmaları gerekmez miydi? En üst katta oturanların canı can da daha alt katta oturanların canı patlıcan mıydı? Bunlar Memnune’nin umurunda değildi ve kimse de bunları sormayı akıl edemiyor veya bu konuda kadınla muhatap olmak istemiyordu.
Yıllar hızla geçmiş, apartman yirmi üç yıllık, kıdemli bir bina haline gelmiş, komşuluk, dostluk veya düşmanlık duyguları da gittikçe pekişmişti. Üst komşular birbiriyle selamlaşmıyor ve konuşmuyorlardı. Yalnız, Nazım, Ersin Bey’i görürse selamlaşıyordu.
Memnune, artık, yetmişini geçmiş, seksene doğru geliyordu. Etrafında ve akrabaları arasında kendisinden yaşlı pek kimse kalmamıştı. Öyle olunca, kendisini bilge hatta bilgelerin bilgesi sayıyor veya sanıyor, cümle âlemin anası, atası, halası, teyzesi, yengesi olarak görüyordu. O her şeyi biliyor, çevresindeki hiç kimse hiçbir şey bilmiyordu. Her konuda muhakkak Memnune’ye danışılmalıydı. Siz danışmasanız da o konudan haberdar olursa mutlaka ne yapmanız gerektiğini söylüyor, fikrinde ısrar ediyor, baskı yapıyordu.
Memnune’ye göre, herkes cahil, herkes kötü, herkes haksız, bir tek kendisi bilgili, kendisi iyi ve haklıydı. Kendisine ana kraliçe muamelesi yapılmasını bekliyordu. Bu muameleyi görmeyince hayal kırıklığına uğruyor, huysuzlaşıyor, çenesi daha fazla açılıyor, şikâyet ve sızlanmaları, akraba, komşu, uzak-yakın herkesi kötülemesinin sonu gelmiyordu.
Memnune, her yerde, her zaman en önde, başrolde olmayı, bulunduğu her ortamda, kendisiyle ilgili mevzuların konuşulmasını, kendi tecrübelerinden yararlanılmasını, gezdiği-gördüğü yerlerin sorulmasını istiyordu. Onun bulunduğu bir mecliste kendisiyle ilgili olmayan bişeyler konuşulursa somurtuyor, orada büyük bir haksızlığa uğradığına hükmederek, o haksızlığı yıllar boyu, her gördüğüne, tekrar tekrar anlatıyordu. Memnune’nin bir yeteneği daha vardı: Kocasına, çocuklarına veya bir başkasına, aynı olayı binlerce defa anlattığı halde, aynı kişiye tekrar anlatırken, o kişiyi ilk defa görmüş ve binlerce kez anlattığı, haksızlığa uğradığı hikâyeyi, ilk defa anlatıyormuş gibi, aynı coşku ve heyecanla anlatabilmesiydi. Hatıralarını her anlattığında, yaşadığı mekân ve zamana tekrar gidiyor ve o günün tazeliğinde olayı tekrar tekrar yaşıyor ve size de yaşatıyordu.
Bir gün, Nazım ve Sema, apartmana girerken, birkaç adım arkalarından Memnune’nin geldiğini gördüler. Karıkoca, Memnune’yi görmezden gelerek apartmana girdiler. Nazım, kapıyı açık tutmak yerine elinden bıraktı. Apartman kapılarının, kapanmadan önce hızının kesildiğini ve yavaşça kapanacağını düşünmüştü. Ancak öyle olmadı, her zaman yavaşça kapanan hatta bazen tam kapanmayan kapı, bu sefer hızla çarparak kapandı. Kapı, geriden gelen Memnune’nin yüzüne çarpılmış gibi oldu. Nazım, bu vaziyetten çok utandı. Kapıyı tutmadığına pişman oldu. Fakat iş işten geçmişti. Katlarına çıktılar. Eve girdiler.
Birkaç gün sonra, Nazım ve Sema İzmir’e dönmek için, sabah 06:30’ta, arabalarıyla yola koyuldular. İlçeden çıktıktan biraz sonra, Nazım, direksiyonun titremekte olduğunu fark etti. Hızı, 70 kilometre civarındaydı. Bir anlam veremedi. Çünkü direksiyon ancak 130 kilometre hızı geçince titremeye başlardı. Hızını azaltınca titreme de azalıyordu. Bu arada, Sema da titremeyi ve sağ ön taraftan ses geldiğini fark etti ve “niye böyle titriyor ve ses geliyor?” diye sordu.
Nazım, “anlayamadım, motorda bir problem var, herhalde!” dedi. Böyle, çok hızlanmadan yollarına devam ettiler. Ses ve titreşim artmaya başladı. Gömeç’i geçmek üzereydiler. Nazım 300 metre kadar ilerideki bir benzin istasyonunda durup aracı kontrol etmeye karar vermişti ki ön taraftan takır-tukur sesler geldi, araba şiddetle sarsıldı ve sağ ön taraf çöktü. Hemen aracı sağa çekip durdurdu. İnip baktılar. Sağ ön tekerlek yarılmıştı. Arabanın durmasıyla, saat, sabahın 07:15’inde, sağ taraftaki kaldırımda, koşarak gelen bir adamın peyda olduğunu gördüler. Nazım, adamın tesadüfen orada bulunan, işsiz-güçsüz biri olduğunu zannetti.
Adam, doğrudan doğruya, “istepne var mı?” diye sordu. Nazım, “evet, var” dedi.
Adam, sağ tarafta bir yeri işaret ederek, “benim dükkân hemen şurada, çekin, lastiği değiştirelim” diye bir lastik tamirhanesini gösteriyordu. Dükkân, hemen arkalarında kalmıştı. Lastikçi, trafiği keserek, manevra yapması için Nazım’a yardım ederek, aracın tamirhaneye girmesini sağladı.
Dükkânda başka müşteriler de vardı. Nazım, tamircinin onları bırakıp da mı kendilerine doğru koştuğunu yoksa o koştuktan sonra mı müşterilerin oraya geldiklerini anlayamadı. Tamirci, 10-15 dakika içinde lastiği değiştirdi.
Nazım, tamir ücretini ödedi, teşekkür etti ve eşiyle birlikte arabalarına binip yollarına devam ettiler.
Yola çıkınca, aracın normale döndüğünü gördüler. O zaman, nasıl büyük bir tehlike atlatmış olduklarının farkına vardılar. Demek ki 50-60 kilometrelik yolu patlak veya yarık lastikle kat etmişlerdi.
Bu lastik ne zaman, nasıl patlamış veya yarılmıştı? Karısının aklına Memnune geliyordu. Aslında, kapı çarpma hadisesinden sonra, Memnune’nin intikam için bişeyler yapabileceğini Nazım da düşünmüyor değildi fakat lastiğe, araca bişey yapabileceğini aklı kesmiyordu. Sema’ya, “kimsenin günahını almayalım, Memnune böyle bişey yapmaz, yapamaz” dedi. “Lastikler eskiydi, değiştirme zamanı gelmişti. Bir lastiğin patlaması veya yarılması böyle bir zamana denk geldi, belki Memnune’nin ahı tuttu” diye sürdürdü.
Asıl hayret edilecek şey, lastiğin, sabahın o erken saatinde, tam da bir lastik tamircisinin önünde yarılması ve aracın ön tarafının çökmesiyle birlikte tamircinin hemen yanlarında bitivermesiydi.
Bu adam, Hızır mıydı?
Eğer böyle bir arıza lastikçiye uzak bir yerde olsaydı, kendi imkânlarıyla lastiği değiştirmek zorunda kalsalardı, bu iş Nazım’ın saatlerini alırdı. Belki arabayı çekmek, çektirmek zorunda kalırlar hem çok fazla zaman kaybederler hem de dünyanın masrafı çıkardı.
Nazım, bunları düşününce, “tamirciye az ücret ödedim” dedi. “Onun hakkı daha fazlaydı. Bizi çok büyük bir masraftan ve zaman kaybından kurtardı.”
Sema, “işte, istediği ücreti verdin” dedi.
“Yok yok, dedi Nazım, yeterli olmadı, neyse, bu tarafa ilk gelişimizde telafi ederim.”
Yaklaşık 2 ay kadar sonra o yoldan tekrar geçmeleri gerekti. Nazım, önceden hazırladığı birtakım hediyelerle dükkâna uğradı. Usta, kendisi yoktu. Oğlu vardı. Oğluna, iki ay önce başlarına geleni anlattı. Babasına tekrar teşekkür ettiklerini bildirdi ve hediyeleri bıraktı. Yollarına devam ettiler.
Nazım, hâlâ hayretle düşünür: “O adam Hızır mıydı?”
Eylül 2023
x x x
ÖNERİ