OKUMAMAK Geriletir, Çirkinleştirir

İsmail Hakkı CENGİZ - 12.01.2025

Benim gibi iyimser tabiatlı birinin böyle bir başlık atmaması gerekirdi. Ama okumak konusunda o kadar karamsarım, umutlarımı o kadar yitirdim ki bu başlığı atmak zorunda kaldım. Bana yanıldığımı söyleyin! Bana umut verin! Tabii verebilirseniz!

Önce, Yalçın Pekşen’in The Türkler adlı kitabından kısa bir parça alacağım:

Kitap deyince, nedense okumaktan çok, okumamak için bahaneler buluruz.

Örneğin, okul çağında, “ders çalışmak için” kitap okumayız. Okul bitince, “ekmek parası peşinde koştuğumuz için” okuyamayız. Evlenip çoluk çocuğa karışınca, “o gürtültü patırtıda kitap okumak zor olduğu için” okumayız. Orta yaşlılıkta, “emekliliğe az zaman kaldığı için” okunmaz. Nasıl olsa emekli olunca bu işlere bol bol zaman kalacaktır çünkü. Emeklilik geldiğinde ise düşünceler epey değişiktir: “Bu yaştan sonra okuyup da ne olacaktır birader…”

Sayfa 186

Bunlara itirazı olan var mı? Aynıyla vaki, değil mi?

Geri kalmışlığımıza herkes bir suçlu bulur. En çok da siyasetçileri, yöneticileri suçlar. Bilader, onları sen seçiyorsun, bir. Onlar senin aynan, iki. Kimse okumayınca nitelik de bu kadar oluyor, üç. Kendine hiç dönüp bakıyor musun, dört!

Aziz Nesin der ki “çirkin bir insan bile kitap okurken güzelleşir”. Nerede o güzel insanlar?

Okumadıkça geriliyor, çirkinleşiyoruz. “Geriliyoruz” fiilini her iki anlamda da kullanıyorum. Hem geriye gidiyoruz hem de gerginleşiyoruz anlamlarında. Çirkinleştiğimiz konusunda herhalde hiçbir açıklamaya gerek yoktur. Apaçık!

Daha üç ay önce, birer gün arayla başıma gelen iki “okumama” hadisesini anlatayım da insanda ümit, iyimserlik kalır mı siz karar verin!

Ekim 2024 Bornova Kitap Günlerinde, derneğin (BALYAZDER) sergiliğindeyim. Önümden öğrenciler geçerken hocalarını çay içmeye davet ettiğimi söyledim. Biraz sonra, 45-50 yaşlarında bir kadın öğretmen geldi. Ayağa kalktım, yanımdaki sandalyeyi gösterdim. Öğretmen oturdu. Termosla getirdiğim çayı cam bardakta içiyor ve misafirlerimize de ikram ediyordum. Öğretmene;

- Çay koyuyorum, dedim. Hocanım,

- İçerim, valla.

Kendime ve öğretmene çay koydum. Sohbet başladı. Öğretmenin görevli olduğu okul, benim on beş yıl kadar evvel, sözleşmeli olarak derse gittiğim liselerden birisiymiş. Okul ve okulun idarecileri hakkında konuştuk, ortak tanıdıklarımız çıktı.

Hocanım, edebiyat öğretmeniymiş. Öğrencilerin okumadıklarından, kitaba ilgi göstermediklerinden yakındı. Ben, toplumun da kitaba ilgisinin çok zayıf olduğunu söyledim. Kitaplar, çevre sorunları hakkında konuştuk. Ben çevre hakkında ayrıntılı bilgiler verirken, öğretmen;

- Ben de çevreciyim, dedi.

İzmir’deki Çevre Gönüllüleri’nin beni başkan seçtiğini ve çevre konusunda bir kitap yazdığımı söyleyerek, kitabı gösterdim ve “çevreciyim” diyen hocanın önüne koydum. “Çevreci öğretmen”, kitabı ne eline aldı ne ilgilendi ne de yüzüne baktı.

Çaylar bitti. Bu arada, yarım saate yakın oturmuş, sohbet etmiştik. Edebiyat öğretmeninin elinde, başka yayınevlerinden almış olabileceği herhangi bir kitap olmadığı gibi, BALYAZDER sergiliğinde de ne var ne yok, siz neler yazıyorsunuz gibi, en ufak bir merak da göstermemişti. Bir hatıra olsun diye, “Henüz İştahın Varken” adlı kitabımı imzalayarak öğretmene hediye ettim. Edebiyat öğretmeni, kitabı ilgisizce, lütfen aldı.

Bu birinci öyküydü… Şimdi ikincisi…

Ertesi gün, öğleye doğru, tek başıma oturup kitap okurken, sergiliğe yetmiş yaşlarında bir adam yaklaştı. Adam, bir yandan yaklaşıyor, bir yandan da bana değil de önümde bulunan isimliğe bakıyordu:

- Hakkı Cengiz, bu ismin Sandıklı’yla alakası var mı?

- Tam isabet, evet, Sandıklı’yla doğrudan alakası var.

Adamı buyur ettim. Yan yana oturduk. Kendisi, Sandıklı’nın bir köyünden, eşi Sandıklı’nın içindenmiş.  

Hemşeri başladı anlatmaya… Türkçe-Edebiyat öğretmeniymiş. Çok tutuluyormuş. İdarecilik de etmiş. Bakanlık onu çok severmiş. Kendisinin bir talebi olmadığı halde, en önemli okullara, yöneticiliklere onun tayinini yapmışlar. Hemen hemen her tayinden sonra, “buraya seni atadık, senden başkası yapamazdı, senden başkasına güvenemezdik” derlermiş.

Hoca, anlattı da anlattı… Eğitimin sorunlarından dem vurdu. Yarım saatten ziyade kendisini övdü. Bir ara, nerede oturduğunu sordum. Aynı mahalleli çıktık. Manavkuyulu… Mahallenin neresi diye sordum. Aşağı tarafı, mahallenin güneyini tarif etti. Fakat kendisi, benim mahallenin neresinde oturduğunu merak etmedi.

Dikkatle dinliyor, gözlemliyordum. Edebiyat hocası tamamıyla kendine odaklıydı. Hiçbir şekilde başkasını, başkasının durumunu, meşguliyetini, işini, aşını merak etmiyordu. Konuyu başka alanlara çekmek için sorular soruyorum, hemşerim, kısaca cevapladıktan sonra, kendini methetmeye devam ediyordu. Dayanamadım:

- Hocam, dedim, kitaplara ilginiz, kitaplarla aranız nasıl? 

Hoca:

- İşte, kem küm.

- Hocam, bir edebiyat öğretmenisiniz. Bornova Kitap Günleri alanında, kitaplarla dolu bir parkta ve şu anda da bizim kitaplarla dolu sergiliğimizde bulunuyorsunuz. Biz ne yapıyoruz, nasıl bir derneğiz, ne yazıyoruz hiç merak etmiyor musunuz?

Hoca hiç merak etmedi, hiç bakmadı ama bozulmuştu. Savunmaya geçti. Hızla kalktı, sergiliği terk etti. Söylene söylene uzaklaştı.

Öğretmen ayrılınca, acı acı güldüm… Onu ve bir gün önceki kadın edebiyat öğretmenini düşündüm: Çocukların kitaba ilgisizliğinden, eğitimin sorunlarından şikâyet eden edebiyat öğretmenlerinin kitaba ilgileri ortadaydı. Öğrenciler okumuyor diye yakınan sayın hocalarım, ne yakınıyorsunuz? Neye yakınıyorsunuz?

Öğrenciler mi?

Çok açık değil mi?

Öğrenciler, sizi örnek alıyor sayın hocalarım!

Sizden gördüğünü yapıyor! Sizden gördüğünü uyguluyor.

Azgelişmiş kişi ve toplumların özelliğiydi: Geri kalmışlıktan herkes sorumluydu ama şikâyet edenin, öğretmenlerin, aydınların, sanatçıların; öğrenciye, topluma örnek olacakların hiç kabahati, hiçbir suçu yoktu!

Sorunlar karşısında, hiç kimse kendisinde en ufak bir sorumluluk görmüyordu. Hatta bu sorunlar doğrudan kendisiyle ilgili olsa bile, misal, sağlığının bozulmasından bile başkaları, hükümet, çevre, hormonlu gıdalar sorumluydu ama kişinin kendisinin hiçbir sorumluluğu, hiçbir günahı yoktu! Kimse aynaya bakmak, gerçekle yüzleşmek istemiyordu.

x   x   x

İLGİLİ YAZILAR

Uyuyamıyorsanız, Hap Değil, Kitap Yutun!

AÇIKÇA İLÂN EDİYORUM (genelhaberler.com)

DİKKAT: Bu uzun bir yazıdır. Sonuna kadar okumadan kızmayın, yargılamayın, hüküm vermeyin. Sonuna kadar okuyun önce, ondan sonra boynum kıldan ince.

 

[email protected]

Tarih: 12.01.2025 Okunma: 155

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?

Atilla Kamar

12.01.2025 - 13:01

Çok haklısınız.Yaş ilerleyince paylaşmak keyif veriyor. Fakat ilgi gösterip dinleyen yok. Paylaşmayınca heves kalmıyor. Selamlar.

İ.Hakkı Cengiz

12.01.2025 - 14:45

Sağ olun Atilla Bey. Gittikçe çirkinleşen bu dünyayı sizin gibi güzel insanlar bir nebze olsun yaşanılır kılıyor. İyi ki varsınız. Var olun. Gönülden saygı ve selâmlar...