Cömertlerin Romanı
Sadece, cesareti olanlar kendisiyle yüzleşebilir.
İSMAİL HAKKI CENGİZ
İzmir’in bunaltıcı yaz mevsiminin öncüsü, sıcak bir bahar günü... Pırıl pırıl güneş, etrafı, gözleri kamaştıracak kadar aydınlatıyor, insanı terletecek kadar ısıtıyordu. Yeşilin en bol olduğu mevsim. Yeşil örtü, tabiatı sardığı gibi, balkon ve pencerelerden de taşıyordu. Yaz uzun sürdüğü için, İzmir’de, evlerin, sıcaktan bir nebze kaçılabilecek mekanları, balkonlar büyük ve geniş tutuluyordu. Çoğu İzmirli de balkonunu çiçeklerle doldurur, adeta bahçe haline getirirdi. Balkonlardan çiçekler sarkar, bazı balkonların duvarı çiçekten örülmüş zannedilirdi.
Elli yıllık evliydiler ve ilk defa bir evlilik yıldönümü kutlayacaklardı. Yetmiş dört yaşındaki Turgut Bey’le altmış altı yaşındaki karısı Bilge Hanım, büyük oğulları Çağrı’nın yanındaydılar. Bu evlilik kutlamasını gelinleri Seçil akıl etmiş, pasta ve içecek hazırlamıştı.
Evlilik tarihleri 27 Mayıs 1957. O yıllarda, Sandıklı gibi küçük bir kasabada, doğum, evlilik vs. gibi kutlamalar ne âdetti ne de kimsenin aklına gelirdi. Bırakın, Turgut Bey ve Bilge Hanım’ın evlilik kutlamasını, çocuklarının bile ne doğum günleri ne de evlilik kutlamaları olmuştu. Bu gibi günler ancak son on-on beş yıldan beri önem kazanmaya başlamıştı.
Zaten Turgut Bey de bu gibi şeylere hiç önem ve kıymet vermezdi. Ama şimdi, böyle bir kutlamayı düşündüğü için Seçil’e teşekkür ediyor, memnuniyet ve mutlulukla, evlilik yıldönümü kutlamasına katılıyor, mumlara üflüyordu.
Pastalarını, limonata eşliğinde neşe içinde yediler. Çaylarını içmek için balkona çıktılar. İleriden-geriden, eskiden-yeniden konuştular. Güzel anılar keyifle, erken ayrılanlar ve üzücü olaylar hüzünle anıldı.
27 Mayıs, evlilik gibi mutlu bir olayın tarihi olması yanında, Turgut Bey’in hayatında üzücü bir olayın da tarihiydi. Evliliklerinden tam üç yıl sonra ülkede bir ihtilal olmuştu. Sandıklı’da, Demokrat Parti’nin (DP) İlçe Gençlik Kolları Başkanı olan Turgut gözaltına alınmıştı.
O devirde, ilçenin Halkevi’ni DP Gençlik Kolları Başkanlığı işletiyormuş. İhtilalin Sandıklı’ya atadığı albay, Turgut’a Halkevi’ni açtırmış. Albayın Turgut’a her hitabı küfürlüymüş: “Şunları çıkar …”, “şunları indir …”, “in oradan …”, “çık buraya …”, “şunu getir …” gibi emirler ve sövmelerle gece boyunca azarlamış, galiba, Turgut’a, bir-iki tokat da atmış.
Turgut Bey, bunları ve ertesi günü serbest bırakıldığını Çağrı’ya defalarca anlatmıştı. 27 Mayıs deyince, aklına hep o akşam yaşadıkları gelirdi. Bununla beraber, acı hatıralar, yıllar geçtikçe, bir mizah çeşnisi de kazanıyor, insanı acı acı güldürdüğü oluyordu. Turgut Bey, o hatırasını yarı öfkeli, yarı gülümseyerek anlatmıştı.
Hava sıcak, anılar hüzünlüydü. Hem terlemeye başlamışlar hem de biraz kederlenmişlerdi. Turgut Bey, kendisinin sebep olduğunu düşündüğü kasvetli havayı dağıtmak için;
- Gelin, dondurma yemeye gidelim, dedi.
Onları, ülkenin en meşhur dondurmacısının Bornova şubesine götürdü ve dondurma ısmarladı. Sıcak bahar gününde dondurma iyi gitti. Karamsar hava dağıldı, neşelerini yeniden buldular.
Turgut besici-kasaptı. Bu işin baba-dede mesleği, sanatı ve iki yüz yıllık bir mazisi olduğunu söylerdi. İş, koyun-keçi gibi küçükbaş ve dana-inek gibi büyükbaş hayvanların beslenmesi, bunların sütünün sağılması, sütten yoğurt, peynir yapılması, koyunların yününün kırpılması ve kasaplığı da kapsayan dallı budaklı bir işti. Ayrıca, başta besihanenin çevresindeki tarlalar ve bahçeler olmak üzere, fidanların bakımı, sulanması, haşhaş ekilip dikilmesi, çizilmesi, buğday, arpa, burçak üretimi ve temini, yem-saman-küspe çekilmesi gibi işleri ve bunun devamlılığını da gerektiriyordu ve sülale boyu, ortak olarak yapılıyordu. Lakapları Cömertlerdi… Cömertler Sülalesi… Soyadı kanunuyla birlikte, soyadları da Cömert oldu.
Cömertlerin evleri, o yıllarda, “Sığır Pazarı” denilen, pazar günleri, hayvan pazarının kurulduğu sokaktaydı. Sığır Pazarı, Ramazan ve Kurban Bayramlarında bayram yeri olarak kullanılır, beşikler, çocukların seveceği, onları eğlendirecek aletler kurulur, elma şekeri, macun, oyuncak satıcıları bayram yerini doldururdu. Yılın yedi günü çocuklar burada gerçekten bayram yapar, oraya giderken, “bayrama gidiyorum” derlerdi.
Çağrı’nın çocukluğunda, şehrin kuzeyinden güneyine doğru bir dere akardı. Derenin bir tarafı mahalle, diğer tarafı Uzunçarşı’dır. Daha ziyade, “çay” denilen derenin yukarı bölümü, adını çaydan alan, ilçenin beş mahallesinden biri, “Çay Mahallesi”ydi. Şehri ikiye bölen bu çay üzerinde köprüler bulunurdu. Cömertlerin evlerinin bulunduğu sokak ile çarşı arasındaki köprünün adı, “Cömert Köprüsü”dür.
1970’te, çayın üstü kapatıldı ve geniş bir asfalt yol yapıldı. Bu yol, şehrin ana caddesi haline geldi. Köprüler de kaldırılmış oldu. Fakat eskiden Cömert Köprüsü olan yer, halen aynı adla anılır. Orada bulunan kahvehaneye, Cömert Köprüsü’ndeki Kahve adı verilir.
Turgut ve abisi Ertuğrul, çocukluklarından itibaren ortaklığın ve işin içindeydi. Babaları Tuğrul Bey, 1940’ta, daha 41 yaşındayken öldüğünde Ertuğrul 10, Turgut 7 yaşındaydı.
Babalarını kaybedince amcaları sahip çıkıyor ve onları yetiştiriyorlar. O şartlarda ancak ilkokulu bitirebilmişler, Turgut orta ikiye kadar devam etmiş, sonra yoğun iş dolayısıyla okulu bırakmak zorunda kalmıştı.
Ertuğrul ve Turgut kardeşler askerliklerini yapıp, evlenme çağına gelince, evlerin ve işlerin ayrılması zorunluluğu ortaya çıkıyor ve Cömertler ortaklığı ikiye bölünüyor. İşler ayrılıyor fakat sülalede yakınlık, samimiyet, birbirine bağlılık çok sıkı bir biçimde korunmaya devam ediyordu.
Çağrı’nın ismi, babasının, çocuğu olmayan büyük amcaoğlunun isminden geliyordu. Çocuğu olmayan Çağrı Emmi’ye sülalenin bütün çocukları, önce, “Çağrı Baba”, Hacca gidip geldikten sonra ise “Hacı Baba” diyordu. Çağrı Baba’nın ismi ayrıca, küçük kardeşi Demir’in ikinci oğluna da verilmişti.
Çocuğu olmayan abi veya emmioğlunun ismini çocuğuna koymak, birbirine bağlılığın, saygı ve samimiyetin en açık göstergesiydi. Cömertlerin fertleri arasında oldukça geleneksel, kurallı, disiplinli, çok terbiyeli ilişkiler ve hayat tarzı vardı. Büyük kardeşin veya emmioğlunun daha küçükler üzerinde bir baba otoritesi olduğu görülürdü. Mekânda büyüklerinden birisi bulunuyorsa, küçük kardeş veya emmioğlu, öyle yayılarak çok rahat oturamaz, bacak bacak üstüne atmaz, sigara veya içki içmezdi hatta bir büyüğün yanında kahve bile içilmezdi.
Ortaklığın ayrılması sonunda, Ertuğrul ve Turgut’a bir dükkân ve besihane, onların yaşça büyükleri olan emmioğullarına da ayrı bir dükkân ve besihane düştü. Dükkanlar, Uzunçarşı’da birbirine bitişik, aynı büyüklükte; besihaneler, şehir dışında, sırt sırta, yaklaşık, yine aynı büyüklükteydi. Her iki besihane, ayrı ayrı 100 büyükbaş hayvan alıyor, besihanenin bulunduğu bölgeye, “tekke” deniyordu. Ertuğrul ve Turgut, besihaneye gideceği zaman, “tekkeye gidiyorum” derlerdi. İhtimal, besihaneler yapılmadan önce, o arazide bir tekke vardı!
Turgut’la abisi Ertuğrul arasında adı konmamış, kâğıda geçirilmemiş, fiilî bir iş bölümü var gibiydi. Turgut daha çok dükkân işlerine, Ertuğrul ise daha ziyade besihane işlerine bakardı. Tabii Ertuğrul, zaman zaman uzun süreler dükkânda durduğu gibi, Turgut da hemen her gün besihaneye gider gelirdi.
Ertuğrul öğleden önce ve öğleden sonra olmak üzere, günde iki defa besihaneye gider. Besihanede, hayvan sayısına göre 2-3 çoban bulunur.
Ertuğrul, işleri denetler, düzenler, eksiklikleri tespit eder, işin aksamaması, hayvanların sağlıklı olarak beslenmesi konusunda titizlenirdi.
Öğle yemeğinden sonra her iki kardeşin de bir saat kadar öğle uykusu alışkanlığı vardı. Sabah çok erken işe başlandığı düşünülünce, bu bir saatlik dinlenme hem yorgunluk ve uykusuzluğun giderilmesi hem de yeniden enerji toplanması bakımından zorunlu bir ihtiyaç gibiydi.
Ertuğrul, besihaneye, öğleden sonra giderken, diğer ihtiyaçların yanında köpeklere de dükkândan kemik veya sakatat götürürdü. Besihanede 3-4 köpek bulunurdu. En büyük köpeğin adı, “Güdük”tü. Güdük, Güdük adını hiç de hak etmeyecek kadar iriydi. Herhalde, yavru iken verilmiş bir addı bu. Güdük, Cömertlerin bütün fertlerini tanır, onlardan biri besihaneye yaklaşırken, gürültülü havlamasıyla, çok uzaklardan karşılamaya çıkardı.
Besihanede işler bitince, Ertuğrul’un en büyük zevki, besihanenin doğu sınırını çizen çitlerin bulunduğu yerdeki kavak ağaçlarının gölgesine oturup sigara içmekti. Besihanenin doğusundaki avlu ve arazi bir tepenin eteğindeydi ve birdenbire yükseliyordu. Çitlerden yaklaşık olarak 150 metre yukarıda, şehre su sağlayan, ilçe su deposu bulunuyordu. Depo bazen taşar, sular besihaneye doğru akardı. Taşan su, genellikle, besihaneye ulaşmaz fakat bütün çevrenin yeşillenmesine vesile olurdu. Muhtemelen, 10-15 kadar kavak da hem depodan taşan suyu durdurmak hem de su sayesinde çabuk büyür diye düşünülerek dikilmişti. Şimdi hepsi 25-30 metre uzunluğunda yetişkin ağaçlardı. Rüzgârda hışır hışır sallanır, sıcak havada serinlik verirlerdi. Çobanların, “Ertuğrul Ağa” diye hitap ettiği Ertuğrul, işte burada yorgunluk atar, sigarasını tüttürürdü.
O yıllarda Sandıklı’nın nüfusu 10 bin civarındaydı, herkesin birbirini tanıdığı ilçede Ertuğrul Bey, şehrin en iri yarı adamlarından biriydi. Bu irilik asla hantal bir irilik değildi. İnsana yakışan, zarif, kibar bir irilikti. Ertuğrul Bey’in sakin, huzurlu, mütebessim bir çehresi vardı. Görenlerde hem güven hem saygı uyandıran bir çehre.
Aslında, Ertuğrul Bey gergin bir insandı. Hem de çok gergin. Genellikle gerginliğini bastırır, insanlara daima sakin, ağırbaşlı, görgülü, saygılı davranırdı.
Bu gerginlik nereden geliyordu? Daha on yaşındayken babasını kaybedince, baba acısı bir yandan, evin büyük oğlu olarak, “aile reisliği” sorumluluk ve yükümlülüğü öte yandan, küçük Ertuğrul’a taşınması zor bir yük bindirmişti. Babasının ölümüyle birlikte, onun için çocukluk devri kapanmış, anne ve küçük kardeşin sorumluluğu, babasından miras kalan meslek ve sanatın aksamadan yürütülmesi işi başlamıştı. Bu meşakkatli, yorucu, asla bitmeyen hatta sürekli büyüyen işler onu her geçen gün biraz daha fazla germiş olmalıydı.
Tabii çok küçük yaşta işe başlamanın büyük faydaları da vardı. Bu kadar küçük yaşta sorumluluk almak Ertuğrul Bey’i, kısa bir zaman sonra işinin ehli yapmıştı. Hayvan pazarına çıktığında, canlı olarak 300-400 kilo gelen bir hayvanın ağırlığını, şöyle bir dokunmayla, yarım kilo, en fazla bir kilo yanılmayla tespit edebiliyordu. Aynı hayvanın ne kadar sürede ne kadar kilo alabileceğini ve İstanbul’a sevke ne zaman hazır hale gelebileceğini de belirleyebiliyordu. Bu uzmanlık tabii ki besicilik işinde son derece faydalı ve üstünlük sağlayan, kazancı hemen hemen garantileyen bir özellikti. Çağrı, babasının ve emmisinin üstün niteliklerini, çalışkanlıklarını ve başarılarının büyüklüğünü gördükçe, dedesi Tuğrul Bey’in erken ölmekle birlikte, dünyaya, ateş gibi, üstün zekâlı ve yetenekli iki çocuk bıraktığını düşünürdü.
O yıllarda, Sandıklılı erkeklerin vakit geçirebilecekleri, tabiri caizse eğlenebilecekleri tek mekân vardı: Kahvehaneler. Hemen hemen her yetişkin erkek kahveye gider, boş zamanında kâğıt veya tavla oynar, çene çalar, sohbet ederdi. Kapı ve pencereler açık veya kapalı, kahvede, yaz-kış sigara içilirdi. Yazın neyse de kışın, o müthiş Sandıklı soğuğunda, bütün kapı ve pencereler kapalıyken, kahvelerin içi sigara dumanıyla dolardı ve kış da uzun sürerdi.
Erkeklerin, akşam yemeğinden sonra “kahveye çıkma” alışkanlığı vardı. Ertuğrul Bey de kahveye çıkma alışkanlığı olanlardandı. Oyun oynamaz, çay-kahve içer, kahvenin diğer müşterileriyle sohbet ederdi. Diğer müşteriler ve kahveci nezdinde büyük bir itibarı vardı. Kapı ve pencerelerin açılmadığı kış günlerinde, soba bazen çok yanar, içerisi iyice ısınır, o vakitlerde, Ertuğrul Bey, ceketini çıkarıp omzuna atar, böylece daha bir heybetli ve etkileyici görünürdü. Hem daima ciddi hem de hoşgörülüdür. Tebessüm eder, kimseyi incitmeyecek, zekice şakalar yapardı. Onunla beraber olmaktan ve sohbet etmekten herkes hoşlanırdı. O sohbet esnasında sigaralar ardı ardına yakılır, kahve, zehirli gaz odasına dönerdi. Bundan kimse şikâyetçi olmaz, sanki fark bile edilmezdi!
Çağrı, çarşıyı, pazarı daha ilk öğrenmeye, anlamaya başladığı yaşlarda, “Çınar”la tanıştı. Babasının ve bütün Sandıklı’nın hitap ettiği şiveyle, “Çînar”!
Çınar, Çağrı’nın dedesinin en yakın arkadaşıymış. Atla, köylere hatta 45 kilometre ötedeki Dinar’a gidip gelirlermiş. Çınar, hemen her gün babalarının dükkanına uğrardı. Çok zekî, çok nüktedan bir adamdı. Sık sık küfürlü konuşur, anlattıklarıyla ortalığı kırıp geçirirdi. Yalnız, Çınar, Ertuğrul Bey’in yanında daha dikkatli, daha efendi ve uslu dururdu. Küfürlü konuşmazdı. Oğlu yaşındaki Ertuğrul Bey’e sanki bir abi, bir amir saygısı gösterirdi. Artık, bu saygı, çok erken ölen en yakın arkadaşının büyük oğlu olması dolayısıyla mı yoksa Ertuğrul Bey’in tam bir Osmanlı ciddiyetindeki duruşuyla mı ilgiliydi, Çağrı onu bilmiyordu!
Çınar, iri yarı, gür sesli, tam bir çınardı. Ona herkes, “Çînar” dediği için, bunu Çağrı, onun lakabı zannediyordu ve “lakabın” yanına amca-dede gibi hiçbir başka sıfat eklemeden o da öyle söylüyordu. Ayrıca, “Çînar”ın, aslında, “çınar” anlamına geldiğini de bilmiyor, onu, anlamını bilmediği bir lakap zannediyordu.
Çınar, seksenli yaşlarına gelmiş, kanser tedavisi görüyordu. Tedavi gördüğü günlerde, ona, oğlu Terzi Saygın’ın dükkânında rastladı. Dükkânda 5-6 kişi vardı. Elini öptükten sonra, sordu:
- Nasılsın? İyi misin?
Çınar, bi küfür savurdu;
- Heç böyle eyi mi olunur? …
Oradaki herkes makaraları koyuverdi.
Çınar, bisüre sonra öldü. Çağrı ancak Çınar öldükten sonra, “Çınar”ın, onun soyadı olduğunu öğrendi. Çınar’ın bir adı olacağını da hiç düşünemiyordu. Meğer bir adı da varmış: Bir torununa da verilen adı, Gündüzalp.
Ellili-altmışlı yıllar, mahrumiyet yıllarıydı. Sağlık konusundaki bilgisizlik ve bilinçsizlikten ötürü, zaten çok sağlıklı yaşama imkânı yoktu. Bir de buna besici-kasaplığın zor şartlarını, sürekli terleyip-soğumayı, ahır ve samanlıkların kirli havasını ekleyince, gece gündüz öksüren, bu öksürüğü, ilaçtan ziyade, ıhlamur gibi, bitki çaylarıyla geçirmeye çalışan Cömert erkeklerinin uzun yaşamaları mucizeydi.
1980 yılının sonuna doğru Ertuğrul Bey’e akciğer kanseri teşhisi kondu. Ankaralarda çare arandı. Kısa bir hastane tedavisinden sonra, hasta eve gönderildi. İğneler-ilaçlar evde yapılacaktı. Ertuğrul Bey evdeydi. Metindi. İştahı azalmakla birlikte yiyip içiyor, sağlık görevlileri gelip gidiyor, ziyaretçi kabul ediyordu.
Ertuğrul Bey’in eşi Selen Hanım, şişle örgü örme ustasıydı. Hırka, yelek, fanila, çorap örer, çoğunlukla yakınlarına hediye ederdi. Örgü işini hem hızlı yapar hem de çok farklı, renkli, yaratıcı ürünler ortaya koyardı. Bir gün emmisini ziyaret ettiğinde, Çağrı, yengesinin hızlı örmesine hayran hayran bakarken,
- Ben de örebilirim, dedi.
- Neyi? dediler.
- İşte, yengemin ördüğü gibi, şişle fanila falan örebilirim.
Çağrı’nın bu saf ve sıra dışı, bir erkek için düşünülemeyecek, “örgü örerim” iddiası emmisinin çok hoşuna gitmiş, onu güldürmüştü.
Birkaç gün sonra, yine emmisini ziyaretteydi. Ertuğrul Bey bir minderde, Selen Hanım başka bir minderde oturuyordu. Yine yengesi elinde şişlerle örgü örüyordu. İğne vurmak için sıhhiyeci geldi. Eve kim gelirse, hangi iş için gelirse gelsin, Cömertler, muhakkak oturtur, kısa bir sohbet eder, ikramda bulunurlardı. “Sıhhiyeci Cuci” adındaki sağlık memuru zaten yabancı sayılmazdı. Yıllardır, her ihtiyaç olduğunda gelir giderdi. Aileden biri gibiydi. Oturdu. Sohbet başladı. Sıhhiyecinin gözü, bir ara, Selen Hanım’ın örgü örmesine takıldı. Ertuğrul Bey, gülümseyerek, Sıhhiyeciye, “Çağrı, ben de örebilirim diyor” diye açıklama yaptı. Başta Çağrı, herkes güldü.
- Öyle mi? dedi, sağlık memuru.
- Evet. Örebilirim, diye cevapladı Çağrı.
Herkesin üzgün, çaresiz ve karamsar olduğu o hasta odasına, böyle konuşmalar az da olsa neşe getiriyor, kasvetli havayı dağıtıyordu. Galiba, bunu en fazla da Ertuğrul Bey istiyordu.
1981 yılının haziran ayına kadar Ertuğrul Bey yatmadan tedavi gördü. Ancak sonunda, amansız hastalık o koca bedeni de yatağa bağladı. Haziran ayı çıkmadan da Ertuğrul Bey öldü.
Çağrı, babasının ve emmilerinin nasıl gece gündüz, bayram seyran demeden çalıştıklarını görerek büyümüştü. Zaten, işe yarayabileceği en küçük yaştan itibaren, kendisi de işin bir parçası olmuştu. 9 yaşına geldiğinde, okulun yaz tatilinde, baba ve emmisinin eski ortağı, Baloğlu’nun yanına çırak verilmişti.10 yaşından itibaren ise, artık, bütün okul tatillerinde ve okuldan zaman bulunan her fırsatta, kendi işlerinde çıraklık, çobanlık ve her ne iş verilirse yapmaya başladı.
Turgut Bey, çocukların okumasını istiyor, öte yandan hem boş zamanlarından yararlanmak hem de işin zorluğunu göstermek için onları en ağır işlere koşuyordu. Meselâ, Çağrı, yaz tatilleri boyunca, sabah beş buçukta kalkar mezbahaya giderdi. Öğleye kadar kasap dükkanında çıraklık eder, öğleden sonra, o gün kesilmiş olan küçükbaş hayvanların başları yüzülür, “Koca Çeşme”de tertemiz yıkanır ve akşam saatlerinde satılmak üzere fırına verilirdi. “Kuzu başları” pişedursun, sıra küçükbaş hayvanları otlatmaya gelir; dönemine göre, kuzu veya keçiler ağıldan çıkarılır, arazide otlatılır. Sonra, sürünün büyük bölümü yeniden ağıla bırakılır, onlardan birkaçı mezbahaya götürülürdü. Bu arada, kuzu başları fırında hazırdır. Onlar alınır, tepsilere dizilir ve çarşıda gezdirilerek satışa sunulur. Çağrı’nın akşam yemeği için eve girmesi akşam ezanını, bazen de yatsıyı bulurdu.
Yemekler, yer sofrasında ve bütün aile aynı tencereye kaşık sallayarak yenirdi. Çatal kullanılmazdı. Bu ortak sofradan en son hep Çağrı kalkardı. Çağrı, sofradan bayaa geç kalkar, onun gecikmesi anne-babayı rahatsız ederdi. Bir yiyecek sıkıntısı olduğundan değildi bu. Yediklerinin Çağrı’ya dokunabileceği endişesinden, bir de sofradan çabuk kalkılacak ki herkes işine gücüne bir an evvel başlasın. Özellikle, ortaokul yıllarının öğle tatillerinde, Çağrı’nın yemeği sorun oluyor, vakit darlığından yetişmiyordu. Böyle dar zamanlarda Çağrı, sofradan doymadan kalkmak zorunda kalırdı. Adı, “çok yemek yer”e çıkmıştı.
1972 yılında, yer sofrasından masa-sandalye düzenine geçildi. Herkesin tabağı ayrıldı, çatal da kullanılmaya başlandı. Artık, herkese eşit yemek veriliyordu. Fakat Çağrı, bu herkesin eşit olarak aldığı yemeği de çabuk bitiremiyor, yine sofradan en son ve hayli gecikmeli kalkıyor, çoğu zaman yemeği artıyordu. O zaman ortaya çıktı ki Çağrı çok yemiyor, yavaş yiyormuş. Üstelik daha sonra, bilhassa katı yemeklerde yutma, yutkunma güçlüğü olduğu anlaşıldı.
* * *
Bilge, ustaların ustası, Alp-eren yaradılışlı ve duruşlu, son derece halim-selim ve mütevazı, demirci Teoman Ağa’nın kızıydı. İlkokulu bitirdikten sonra okula gönderilmemiş, ona Kur’an dili öğretilmişti. 10 yaşında namaza başlamış ve bir daha da bırakmamıştı.
Büyük ağabeyinin düğünü öncesinde, dost ve akrabaları, tanıdıkları düğün ve duvağa davet etmek için, bir bahar günü, annesiyle birlikte “oku(yu)cu” çıkmışlardı. Bu sırada Bilge 15 yaşındadır. Seymenlerin Mete’nin evine gelmişler, hane halkını düğüne davet ediyorlardı. Tam o sırada, Turgut, karşıda, emmioğlu Demir’in evinin altındaki ahıra birkaç koyun getirmişti. Okucular, bilhassa genç kız dikkatini çekti. Onlar biraz uzaklaşınca, meslektaşı, komşusu, mahalle arkadaşı olan Mete’ye,
- Kim bunlar? diye sordu. Mete,
- Demirci ustası Teoman Ağa’nın karısıyla kızı, dedi ve ekledi:
- Bu kızı sana edelim!
Turgut’un aklı yatıyor ve kız isteme, ardından nişan adetleri yerine getiriliyor ve yaklaşık olarak bir yıl sonra düğün yapılıyor. Bu bir yıllık nişanlılık dönemi nasıl geçti? Kız istemeye kimler gitti? Çağrı, bu konularda ne annesinden ne de babasından bir ayrıntı duymuştu. Yalnız, babası ara sıra, “kendi işimi kendim gördüm” derdi. “Kendi işimi kendim gördüm”den muradı, evleneceğim kızı kendim buldum demekti.
Bilge için, “işsiz evden işli eve gelin gitti” diyorlar. Demirci ustasının evinde, bir kadın için hemen hemen hiçbir iş yoktu. Fakat besici-kasap evinde iş hiç bitmiyordu. Bilge, 16 yaşındayken, Cömertlerin, meşhur, iki tarafı taş merdivenli, “Cömert evi”ne gelin geliyor. Bir yıl dolmadan ilk çocuğu Çağrı’yı kucağına alıyor. Çağrı, daha iki yaşına gelmeden ikinci çocuğu Tuğrul doğuyor. Bu dönemde, Cömert evinde, Ertuğrul, eşi ve iki çocuğu, Turgut, eşi ve iki çocuğu, Ertuğrul ve Turgut’un annesi ve artık gözleri kapanmış olan “nine” dedikleri, anneanneleri kalıyor. Ayrıca, evin ahırında da birkaç hayvan besleniyor, barınıyor.
Cömert Evi, dışarıdan bakılınca, iki tarafında taş merdivenler, merdivenleri çıkınca birkaç metrekarelik teras benzeri taş döşemeli bir boşluk, iki merdivenin başında, birer kalın ağaç sütun ki bu sütunlar üst katı ayakta tutuyor, çift kanatlı ana kapı ve yandaki ahır kapısıyla bir konak zannedilir. Bu konağın oturduğu arsa, topu topu 60 metrekaredir. Fakat bu 60 metrekarenin kullanımı, konutun yapımı ve düzenlemesi akıllara durgunluk verecek bir biçimdeydi. Ev, bir bakıma iki katlı, bir bakıma dört katlıydı. Ana kapıdan girdiğiniz zaman genişçe bir taşlık, taşlığın son bölümünde büyükçe bir ambar göze çarpıyordu. Girişin sol tarafında bir musluk ve musluğun aktığı taştan bir tezgâh vardı. Sağ tarafta, yüksekçe iki basamakla çıkılan, karşılıklı iki oda. Birisi sokağa bakıyor ki evin en çok kullanılan, misafir kabul edilen odası burasıdır. Diğeri dipte kalıyor, arka oda. İki kapı arasında bir boşluk ve yukarıya doğru kıvrılarak çıkan bir merdiven. Yukarıda, mutfak olarak da kullanılan bir sofa, ikisi sokak üstünde olmak üzere, üç oda da bu katta var. Sokak üstü odaların pencereleri kafeslidir. Diğer odanın adı “dip ev”dir ve burası babaanneye aittir. Cömert Evi, Hacı Baba’nın eviyle bitişiktir. Bu üst kattaki sofadan, Hacı Baba’nın, “dam yazla” denilen, damına, bir pencere vasıtasıyla geçiş vardır. Bu dam yazla genişçedir ve buraya zaman zaman, kuruması için çamaşır asıldığı olur.
Görüldüğü gibi, dahi yapı ustası, 60 metrekare arsa üzerine beş odayı, taşlığı ambarı, sofayı sığdırmış. Lâkin bitti mi? Burası besici-kasap evi, ahırsız, samanlıksız, kilersiz olur mu?
Evin, sağ tarafında bulunan taş merdiveninin bir-iki metre sağında bir kapı daha vardır. Burası ahır kapısıdır. Kapıdan girince sol tarafta hatıllar ve demir tokalar görülür. Buraya hayvan bağlanır. Beş kadar büyükbaş hayvan sığar. Çağrı, buraya bir vakit at bağlandığını da hatırlıyor. Besihane şehir dışında olduğundan, oraya gidip gelmek için bir ara at kullanıldı. Tabii motorlu araçların gayet az olduğu o dönemde, köylere gitmek için de at lâzımdı.
Kapıdan girince sağ tarafta tuvalet var. Evin tek tuvaleti burası. Peki, buraya evin içinden nasıl geliniyor? Ahır kapısından girip biraz ilerleyince, sol tarafta, evin içine çıkan, ahşap bir merdiven görülüyor. Bu merdiven, ana kapıdan girince sağ tarafta küçük bir boşluk olduğunu söylediğimiz yere çıkıyor. Merdivenin başındaki kapı, ahırla evin ana bölümünü ayırıyor. Ahırın son tarafında bir kapı daha var: Samanlık kapısı. İki basamakla çıkılan büyükçe bir samanlık.
Ahır kapısından girince, ev dört katlı görünüyor. Ahır ve samanlığın bulunduğu kat… Ana kapıdan girince gördüğümüz taşlık ve iki odanın bulunduğu ikinci kat… Buradan yukarı çıkan merdivenin orta yerinde, sol tarafta bir kapı daha var. Samanlığın tam üstüne gelen bu oda, evin kileridir ki üçüncü katı oluşturur. Ve biraz önce anlattığımız, üç oda, bir sofanın bulunduğu dördüncü kat.
Peki banyo nerede?
Yukarıdaki, sokak üstü iki odanın biri Ertuğrul’a diğeri Turgut’a ayrılmıştır. İşte bu odalarda birer küçük gusülhane vardır. Duş ihtiyacı burada giderilir. Asıl yünme (yunma) için, haftada bir hamama gidilir. Ara sıra da kaplıcaya, yatıya gidilirdi.
İşte, Bilge, iki çocuğunu iki yıl arayla bu evde dünyaya getirmişti. Dördü çocuk, altısı yetişkin, toplam on kişiye, son derece dar gelen bu evde çocukları büyütmek, ev işleri, dükkândan eve getirilen işler, sucuk malzemesi hazırlamak, artan yağları kavurup sızdırmak, sakatat işleri, ayrıca, besihanedeki ineklerin ve koyunların sağılması, sütten yoğurt ve peynir yapılması, tarla ve bahçe işleri… Genç bir kadın için, hele anasının evinde hiç bu işleri görmeyen bir kız için çok zordu. Bu zorluklara, Bilge’nin yeni doğan oğlunun sık sık hastalanması ve onunla uğraşmak da eklenmişti. Şartlar ne olursa olsun, evin gelininin diğer gelin kadar üretime katılması bekleniyordu. Katılamayınca huzursuzluk çıkıyordu.
Öncelikle, dar gelen eve bir çare bulunmalıydı. Ninenin, Hisar Mahallesi’nde, “Hisar Evi” diye tabir edilen, çatısı dam, çok eski bir evi vardı. Turgut ailesinin, Nineyle beraber oraya taşınması uygun bulundu. Taşındılar. Burası, alt katı ahır ve samanlık, üst katı kocaman bir sofa ve üç odadan oluşan büyükçe bir evdi. Çağrı, bu kocaman sofada, üç tekerlekli bisikletine çok bindiğini hatırlıyor. Annesi de misafirlerini orada ağırlardı. Tuvalet, aynı katta, arka tarafta, yarı açık, yarı kapalı bir yerdi. Gözleri görmeyen nine, çocukların ellerine yapışıp tuvalete gider gelirdi. Çocuklara, “paşalar olun” diye dua ederdi.
Çağrı, iki yaşındayken sağ bacağında, dizinin altında bir yara çıktı. Kaşınıyor, kaşıdıkça kanıyor, sulanıyor ve irin topluyordu. Bu yaraya çare bulunamıyordu. O yıllarda Sandıklı’nın dışına, çocukla çıkmak büyük hadiseydi. Fakat doktor için, muayene ve tedavi için Kütahya’ya kadar gidildi. İlaçlar verildi, çeşitli kaplıcalar tavsiye edildi. Hepsi uygulanıyor, kaşıntı hafifliyor, sonra yeniden başlıyordu. Çağrı’nın aklında, “temren” diye bişey kalmıştı. “Temren” diyorlardı. Temren sağaltıcılarına, şifacılara, hocalara gidildi. Tam bir çare bulunamadı. Bu yara, bu kaşıntı ömür boyu sürecekti. Bazen geçiyor, hiçbir şey kalmıyor, yıllarca kaşınmıyor ama sonra bacağın başka bir yerinde veya diğer bacakta yeniden başlıyordu. Annesi, kaşıntı ve yaranın, “sütünün çok yaradığı”ndan kaynaklandığını söylüyordu. Çağrı, hastalıkların sebepleri hakkında bilgi sahibi olmaya başlayınca, bu gerekçeyi hiç tatmin edici bulmamaya başladı.
Uzmanlar, hemen hemen bütün hastalıkların psikolojik bir sebebi ve temeli olduğunu söylüyordu. Çağrı, birkaç kaynakta, kaşıntının, “suçluluk duygusu”ndan kaynaklandığını okumuştu.
İyi ama iki yaşındaki bebekte nasıl bir suçluluk duygusu olabilirdi? Çağrı bunu çok düşündü. Kafasına çok taktı.
Bebeğin oluşumu ve gelişimi hakkındaki bilgiler artıp yaygınlaştığı ve kendisi de o bilgilere ulaşabildiği zaman, ellili yaşlarında cevabı buldu: Bebek, anne rahmine düştükten 3 ay kadar sonra, annesinin davranışlarını, ruh halini, sevinç ve üzüntüsünü, duygu ve düşüncelerini hissetmeye, annesinin çevresindeki olayları algılamaya başlıyor. Ortada huzur mu var huzursuzluk mu, gerginlik veya neşe mi var? Bunları hissediyor.
Doğduktan sonra ise bu algılar daha da gelişiyor. Bebek çevresinde olan bitenleri, hele kendisiyle ilgili olanları hem idrak ediyor hem de bilinçaltına kaydediyor. Büyük bir ihtimalle, Çağrı, annesinin zor durumlarda kaldığını, üzüldüğünü, gerildiğini, bunlara sebep olanın ise ona gebeliği dolayısıyla kendisi olduğunu algılamıştı. Doğumuyla birlikte ise, bakıma son derece muhtaç olduğundan, annenin zamanının çoğunu bebeğine ayırmak zorunda kaldığını, diğer işleri aksattığını, bebeği olarak kendisinin, annesini zor duruma soktuğunu hissediyordu. Bu da suçluluk duygusu yaratıyor. Bu duygu derinlere işliyor, zihnine ve bilinçaltına kazınıyordu.
* * *
Çalışma ve üretim müthişti. Sadece Sandıklı’nın pazarı ve köyleriyle yetinilmez, hayvan tedariki için Afyonkarahisar ve çevre ilçelerin hayvan pazarlarına da gidilir, oralar takip edilirdi. Hayvanlar besihanede belli bir süre beslendikten sonra, İstanbul’a, 1970’lere kadar tren vagonlarıyla, sonra da kamyonlarla götürülürdü. Çok zahmetli, meşakkatli buna karşılık kazançlı bir işti.
Cömertlerin erkekleri daima etkin olarak işin içindeydiler ama bütün işlere yetişemezlerdi. İşin hacmine ve niteliğine göre mezbaha için, dükkân için ya başka ortaklar tutulur veya kalfa ve usta çalıştırıldı.
O ağır ve kirletici işten fırsat bulur bulmaz en temiz elbiseler giyilirdi. Pantolonlar daima ütülü, ayakkabılar pırıl pırıl boyalı, başlar kasketli. Sakal bırakan Hacı Baba dışında, Cömertlerin erkekleri her gün sakal tıraşı olur, bıyık pek bırakılmazdı.
Turgut Bey, kılık kıyafet konusunda çok titizdi. Tıraşını, ütülü giyinmeyi ve hele ayakkabı boyasını hiç ihmal etmediği gibi, çocuklarının da aynı şekilde giyinip kuşanmasına çok dikkat ederdi.
İzmir’de bulunduğu günlerden birinde, Turgut Bey, Çağrı’yla sohbet ediyordu. Eskilerden, yenilerden, oradan, buradan konuşurken, laf, yapılan zahmetli işlere ve kazandıklarına geldi. Turgut Bey heyecanlandı. Çağrı’nın gözlerinin içine bakarak, son derece önemli bir sırrı açıklar, bir şey vasiyet eder, aynı zamanda, ömrünün muhasebesini yapıp, hesabını verir gibi, büyük bir ciddiyetle;
- Zılla* alnımızın teri, zılla alnımızın teri, dedi.
Bu kısacık açıklama Çağrı’yı duygulandırdı ve etkiledi. Alın teriyle kazanan bir babanın oğlu olarak onur duydu. Ömür boyu, bu onura layık olmalıyım diye içinden geçirdi.
Turgut Bey’in iki oğlu bir kızı vardı. Oğullar iyi tahsil görmüşlerdi. Çağrı, toplum bilimleri okumuş, Tuğrul inşaat mühendisi olmuş, ikisi de kamuda çalışmışlardı. Kızı Çiçek liseyi bitirmiş sonra evlenmişti.
Çağrı, emeklilik hakkı doğar doğmaz, oldukça genç bir yaşta ve bir takım özlük haklarından da yoksun olarak emekliye ayrılmıştı. Bu durum, dile getirmeseler de anne-babasında memnuniyetsizlik yaratmış gibiydi.
Çağrı’nın, aralarında üç yaş bulunan bir kızı ve bir oğlu vardı. Liseyi bitirdikten sonra, ikisi de İstanbul’daki teknik üniversiteleri tercih etmişlerdi. Evden uzakta olan bu üniversite eğitimi yılları, çocukların yüksek lisans yapmaları, askerlik falan, toplam 10 yıl kadar sürmüş ve Çağrı için ekonomik bunalım yılları olmuştu.
----------------------------
*: “Tamamen” anlamında, Sandıklı’da kullanılan yerel ağız.
Aslında, Çağrı, özel sektörde çalışmak için emekliye ayrılmış, emekli olur olmaz da çok iyi şartlarda, uluslararası bir şirkette işe girmişti fakat bu iş ancak bir buçuk yıl sürebilmişti. Çocukların üniversiteye gitmeleri de tam o güzel işten çıktığı döneme denk gelmişti. Birçok iş başvurusunda bulunmuş hiçbir sonuç alamamıştı.
Çağrı’nın bir emekli olarak çok fazla boş zamanı vardı. Bu zamanını “gönüllü hizmetler”le değerlendirmek istedi. İlk önce, evinin yakınındaki Erkek Yetiştirme Yurdu’na başvurdu. Yurdun müdürü, müdür yardımcıları ve öğretmenleri çok memnun oldu. Haftada iki gün çocukların etüt saatlerinde derslerine yardımcı olacaktı. Burada başka gönüllüler de vardı. Yetiştirme Yurdu, Ege Üniversitesi’ne komşuydu ve buradan kimi duyarlı öğrenciler gönüllü olarak çocuklara yardımcı oluyordu. Bunlardan biri olan Serhat, Çağrı’ya, kendisinin, Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı’nda (TEGV) da gönüllü olduğunu söyleyerek, onu da oraya davet etti. Çağrı, daveti kabul etti ve Çiğli’de, ulaşımı çok zamanını alan bu kurumda da gönüllü oldu. Oradaki bir öğrencinin vasıtasıyla, Bornova’daki Hasan Tahsin İş Okulu’nda, oradaki bir öğretmenin talebiyle de komşu Aşık Veysel Görme Engelliler Okulu’nda gönüllü faaliyetlerinde bulundu.
Gönüllü faaliyetleri çok verimliydi. Bu etkinlikler, bazıları hafta sonu olmak üzere, haftada 3-4 gününü alıyordu. Fakat kendisine para kazandıracak iş müracaatlarına hiçbir cevap gelmiyordu. İş imkânları son derece kıttı.
Devlet ve vakıf liselerinde sözleşmeli olarak derse girmeye hakkı vardı ve bu hakkını kullandı. Tabii bu iş yarı zamanlı ve yarı ücretli bir iş oluyordu. Bir kere, yazın bu iş yoktu. Üstelik okullar, açık olduğu dönemde bile çok fazla tatil vardı. Bununla beraber, o sıkıntılı yıllarda oradan elde edilen yarım yamalak gelir çok kıymetliydi. Ayrıca, Çağrı, okullardaki yönetici, öğretmen ve öğrencilerle çok iyi ilişkiler kuruyordu. Gönüllü olarak gittiği kurumlarda da öğretmenlerle samimi ilişkiler kurmuş, bazı akran hocalarla ailece görüşecek kadar yakınlaşmıştı. Beş yıl süren bu öğretmenlik döneminden, yıllar sonra, bir öğrencisi veya beraber çalıştığı bir öğretmenle karşılaşmak çok hoşuna giderdi.
Çağrı babası gibi, her gün tıraş olur, saç uzatmaz, sakal-bıyık bırakmazdı. Son yıllarda, gençlerin neredeyse hiçbiri günlük tıraş olmuyor, genellikle kirli sakalla duruyorlardı. Çağrı’nın akranlarında da çeşitli sakal-bıyık biçimleri yaygınlaşmış, Çağrı gibi her gün tıraş olanlar azınlıkta hatta istisna kalmıştı.
Bir gün, Çağrı da sakal bırakmaya başladı. Saçları azalıyor olsa da hâlâ siyahtı. Oysa sakalın en az yarısı beyaz uzamıştı. Sakal ve bıyığı yaklaşık iki aylık olunca gayet belirgin ve gür biçimde yüzünü kapatmaya başladı. O şekilde bir fotoğraf çekildi. Sakallar uzadıkça suratı kaşınmaya başlamıştı. Bilhassa, yattığı zaman çok fazla kaşınıyordu. Sakallarını kesti. Gayet uzun ve bütün üst dudağını örten bıyıkla kaldı, bir de öyle fotoğraf çekildi. Bisüre, böyle bıyıklı durdu. Bir gece, uykudayken, karısı gece yarısı uyanıyor ve bıyıklı kocasını görünce, uyku sersemi, yanında elin herifi varmış gibi korkuya kapılıyor.
Sabah olunca, Seçil, geceki olayı anlatıyor ve kocasından bıyıklarını kesmesini istiyor. Çağrı,
- Tamam, keseceğim fakat birkaç çeşit resim daha almam gerek, diyor.
Çağrı, Atatürk hayranıydı ve onun Harbiye’deki, uçları yukarıya doğru kıvrık bıyıklarıyla olan üniformalı fotoğrafını çok beğenirdi. Bıyıklarını, bir süre yukarı doğru uzatıp, Atatürk’ün bıyıkları şekline getirdi. Bir de öyle fotoğraf çekildi. Bisüre o bıyıklarla durdu. Daha sonra, bıyıklarını inceltti, “Ayhan Işık bıyığı” diye tabir edilen bıyık şekline getirdi. Bir resim de öyle çektirdi. En sonunda bıyıklarını kesip, her gün tıraş olmaya devam etti.
Çağrı, bıyıklı resimlerini, film ve dizilere karakter oyuncusu sağlayan bir ajansa gönderdi. Bir film veya dizide, özellikle, eski bir subayı canlandırmayı, bir subay rolünde oynamayı çok istiyordu.
Bir Sandıklı ziyaretinde, bıyıklı resimlerini babasına gösterdi. Babası, resimdeki bıyıkların Çağrı’nın kendi bıyıkları olduğuna inanmadı:
- Sende böyle pala bıyık nereden olacak? dedi. Çağrı güldü ve artık seksenini geçen babasının üzerine fazla gitmedi.
Aradan aylar geçti. Çağrı, eşiyle birlikte, İstanbul’da çocuklarının yanında olduğu günlerde bir telefon geldi. Oyuncu ajansından arıyorlardı. Reşat Nuri Güntekin’in, Dudaktan Kalbe adlı romanını filme aktarıyorlarmış ve bir Osmanlı binbaşısını canlandırmak için, Çağrı’nın bıyıklı resimdeki tipini uygun bulmuşlar.
- Bıyıklı halinizi koruyor musunuz? diye sordular. Çağrı, bıyıklarını kestiğini ama yeniden bırakabileceğini söyledi. Zaman darmış.
- O vakit, gelin takma bıyıkla deneyelim, dediler.
Film seti Beykoz’daymış. Adresi verdiler, ertesi gün saat 8’de film setinde olmasını istediler.
Çağrı, ertesi gün erkenden kalkıp, heyecanla hazırlandı ve verilen adrese gitti. Kendini tanıttı. Bir görevli yer gösterdi, oturup beklemesini söyledi. Oturdu. Sabırla beklemeye başladı. O günkü çekimler, setten başka bir mekânda yapılıyormuş. Verilen adreste bir-iki görevliden başka kimse yoktu. Film ekibi ancak öğleden sonra sete geldi. Görevliler Çağrı’yı işaret ettiler. Yönetmen yardımcılarından biri, yapılacak işi, sahnenin mahiyetini anlattı ve içinde takma bıyıklar olan bir kutu verdi. Buradan uygun bıyık takılacak ve çekim yapılacaktı. O gün bıyıklar denendi ve ucu yukarıya kıvrık bıyığın uygun olduğuna karar verildi. Bu arada, Osmanlı Binbaşısı üniformasının da bulunduğu kostümler gösterildi. Üniformayı giydi. Biraz büyük gelmekle beraber, oturularak çekilecek kısa bir sahne için sakıncası olmadığı söylendi.
Eşi rolünü oynayacak kadın ertesi gün sette olacakmış. Çekimin ertesi gün yapılacağı bildirildi ve aynı saatte sette olması istendi.
Ertesi gün, aynı saatte sete geldi. Binbaşı kıyafetini giydi. Bıyıkları taktı. Çekim için hazırlanan bir odaya aldılar. O döneme ait Osmanlı evinin bir odasıydı. Hem eski koltuk ve sandalyeler hem de minder ve onların arkasında yastıklar olan bir oda. İçeriye, o dönemin kıyafetiyle, kırk yaşlarında mavi elbiseli bir kadın ve 15-16 yaşlarında pembe elbiseli bir kız girdi. Kadın, binbaşının karısı, kız da kızı rolünü oynayacakmış. Kadın ve Çağrı, yan yana, iki ayrı koltuğa, kız da karşılarına, mindere oturdu.
Binbaşı, kızının, komşunun genç karısıyla arkadaşlığını men etmeye çalışan kısa bir konuşma yapacaktı. Metin, bir gün önceden verilmişti ve Çağrı onu ezberlemişti. Birkaç cümlelik metnin yarısını karısının yüzüne bakarak, yarısını da kızına bakarak söylüyor. Kızına doğru konuşurken sözleri daha sert ve yüksek sesle söylenmesi istenmişti.
Çağrı, istenenleri yaptı. Metni tam doğru bir şekilde ezberden okudu. Buna rağmen, 2 dakikalık sahne tekrar tekrar 5-6 kez çekildi. Sonunda yönetmen beğendi ve çekime son verildi. Çağrı bıyığı ve üniformayı çıkarıp, kendi kıyafetlerini giyerek eve döndü. Haftalar sonra bu kısa sahne için, hesabına küçük bir ücret yatırıldı.
“Çok garip” diye düşündü Çağrı: “Babam, gerçek bıyıklarımın olduğu resmimdeki bıyıkların bana ait olduğuna inanmadı. Takma bıyıklarla film çekildi. Bu filmdeki sahnemi görenler, belki de bıyıkların gerçek olduğunu zannedecekler!”
Film gösterime başladı. Çağrı, eşiyle birlikte büyük bir merakla seyretmeye gitti. Bıyıklı ve üniformalı haliyle kendisini tanımak oldukça zordu. Böyle bir maceradan kimseye bahsetmeye gerek görmediler. Çevrelerinden hiç kimse de onun bir filmde oynadığını duymadı. Filmi gören tanıdıklar da binbaşının Çağrı olduğuna herhalde ihtimal vermediler ki kimseden konu hakkında ses çıkmadı. Bununla beraber, Çağrı, Atatürk bıyıklarıyla bir binbaşıyı canlandırmaktan son derece memnun ve mutluydu. Onur duyuyordu. Sahneyi Seçil da beğenmişti ve eşini tebrik etti.
* * *
Çağrı, lise ikinci sınıfta, henüz 16 yaşındayken, kütüphanenin ve kitapların büyülü evrenini keşfetmişti. Artık, o günden itibaren, hayatından, “sıkılmak, sıkılıyorum, canım sıkılıyor” gibi yakınmalar ilelebet çıkmıştı. Elinin altında, daima, en az üç tane okunacak kitap bulunur, ortalama olarak günde 100 sayfa okurdu. En fazla psikoloji kitapları, beyin-zihin-zekâyla ilgili kitaplar, romanlar, hikâyeler, öz yaşam öyküleri, tarih, strateji konuları ilgisini çekerdi.
En akıcı bulduğu romancı Soljenitsin’di. John Steinbeck, Viktor Hugo, Emile Zola, Balzac, Tolstoy, Dostoyevski, Goethe hemen hemen bütün eserlerini okuduğu, en beğendiği yabancı romancılardı. Türk romancılar içinde en çok Kemal Tahir’i beğenirdi. Onun, Orhan Pamuk ve Ahmet Ümit’in de bütün eserlerini okumuştu. Fikir dünyasını en fazla Cemil Meriç, Nihal Atsız etkilemişti. Aşık Veysel, Yahya Kemal, Mehmet Akif, Neyzen Tevfik, Arif Nihat Asya, Cahit Sıtkı Tarancı ve Necip Fazıl’ın şiirlerini çok beğenirdi. Arif Nihat Asya’yı Türk şiirinin zirvesi olarak görüyordu. Divan edebiyatını, halk edebiyatını zevkle okur, hemen her şairden birkaç şiir ezberlemeye, uygun ortamlarda da okumaya çaba gösterirdi. Son yıllarda, dostlarına en fazla okuduğu şiirler, Cahit Sıtkı’nın Abbas ve Memleket İsterim, Aşık Veysel’in Dostlar Beni Hatırlasın şiirleriydi.
Sürekli okumak tabii ki büyük bir bilgi birikimi meydana getiriyor, o bilgilerle güncel problemleri karşılaştırmak, sorunlara çözüm bulma ilhamları doğuruyordu. İlham ise insanı yazıya, yazmaya yönlendiriyordu. Çağrı, devlet memuru olduğu dönemlerde de yazmış, bazı yazılarını yerel ve ulusal gazetelere, hatta TRT’ye göndermiş, yayımlatmıştı. TRT’den küçük çapta ödüller, hediyeler gelmişti.
Yıllar geçiyor, dünya değişiyor, yepyeni imkânlar, teknolojiler insanların hizmetine giriyor, yeni ufuklar açılıyordu. İnternet âlemi, kalem erbabı için geniş ve çok çeşitli yazma, yayımlama ve paylaşma fırsatlarıyla doluydu. Çağrı, çağın teknolojisini kullanarak, yazılarını, ulaşabildiği her ortamda paylaşmaya çalışıyordu.
2007’nin Eylül ayında, bir süre, İstanbul’da çocuklarla birlikte yaşamaya karar verdiler. İstanbul’da iş imkânları vardı. Arka arkaya, birer ay sürecek iki işe girdi. İkinci işinden yılbaşında ayrılırken, işyeri sahibi, kendisinin bir haber sitesi olduğunu, orada köşe yazıları yazabileceğini söyledi. Tabii gönüllü olarak! İşten çıktığı için üzgün olan Çağrı, “düşüneceğim” dedi.
Düşündü. Ne yapabileceğini ne yazabileceğini sorguladı. Söz konusu haber sitesinde, 18 Ocak 2008 tarihinde, “Selâm” başlıklı ilk köşe yazısı yayımlandı. Önce aralıklı olarak yazıyordu. Sitenin sahibi Ertuğrul Yılmaz, daha fazla yazmaya, mümkünse her gün yazmaya teşvik etti. Şubat ayının başından itibaren her gün yazmaya başladı. Yazacak o kadar çok konu vardı ki nadiren ara veriyordu.
Günlük yazıları, 2008 sonundan itibaren Sandıklı Sesi Gazetesi’nde yayımlanmaya başladı. Bu hem basılı gazete hem de internet gazetesiydi. Hem Sandıklı’da hem de Türkiye’nin ve dünyanın her yerindeki Sandıklılı hemşerilerce okunuyor., takip ediliyordu. Bir ilçe gazetesi için oldukça etkiliydi. Sandıklı’daki en sadık okuyucusu, Günderen Yengesiydi. Çağrı, o sadık okuyucuyu 2011’de kaybetti. Rahmetli Günderen Yenge, sağken, her karşılaştıklarında,
- Her gün ilk işim senin yazını okumak, der, her gün bu kadar bilgiyi nereden buluyorsun, hayret ediyorum, diye eklerdi. Çağrı:
- Çok teşekkür ederim, ilgin bana cesaret ve moral veriyor, Günderen Yenge, okuyorum, “bilgisiz fikir olmaz”, diye cevap verirdi.
“Bilgisiz fikir olmaz”, Uğur Mumcu’nun sözüydü. Bornova Belediyesi’nin Atatürk Kitaplığında, Mumcu’nun, iki raf dolusu kitabı vardı ve Çağrı onları merakla okurdu. Mumcu’nun gazeteciliği hayranlık uyandırıcı, bilgi ve fikirleri hayret vericiydi. Aynı kitaplıkta, iki raf dolusu kitabı olan yazarlardan biri de Aziz Nesin’di. Çağrı, Nesin’in de hemen hemen bütün eserlerini okumuştu. Nesin’in yazma üslubu, Çağrı’nın yazma üslubunda hayli etkili oluyordu.
Sandıklı ziyaretlerinde, yıllardır görmediği kişiler, “yazılarını okuyoruz” diyorlardı. Çağrı, para kazanmasa da Sandıklı Gazetesi sayesinde, ilçe çapında bir tanınırlık kazanmakta olduğunu gördü.
Aydının işi eleştirmektir diye düşünüyor, yazıları da elbette iktidara muhalefet ediyordu. Bu tutumu, iktidar yanlısı olan en yakın akrabalarında bile hoşnutsuzluk yaratıyordu. Yazıların Sandıklı’da yayınlanmasından beri, bu akrabaların hâl ve hareketleri değişmişti, soğumuştu. Öte yandan, muhalifler, Çağrı’yı yüreklendiriyor, daha fazla yazmasını, daha sert yazmasını bekliyorlardı. Daha önce hiç tanımadığı kişilerden iltifat gördüğü oluyordu.
O yıllarda, “ülkede, “Ergenekon soruşturmaları” vardı. Birbirinden o kadar alakasız kişiler tutuklanıyor, içeri alınıyordu ki “Ergenekon değil, her yere kon” diye taşlanıyordu. Çağrı, bu davada, açıkça, tutuklanan subay ve aydınların yanında durmuş ve onları savunan yazılar kaleme almıştı. Tabii bu tercihi yakınlarını kaygılandırıyor, tutuklanmasından korkuyorlar, “yazma” diyorlardı.
Yazacak şeyi oldukça yazmaya devam etti.
Yazılarını, uzun bir süre boyunca Anamur, Bornova, Sinop gibi il ve ilçelerin internet gazeteleri alıp yayınladılar. 2016 yılında, Polatlı’da yaşayan arkadaşı Mete’yle, İzmir’de karşılaştı ve onun basılı gazete çıkardığını öğrendi. Yazıları orada da yayımlanmaya başladı. 2020’nin sonlarına doğru, gönderdiği bazı yazıların Polatlı Gazetesi’nde yayımlanmadığını gördü. Mete’ye, nedenini sordu. Arkadaşı,
- İktidardan ve iktidar ortağı partiden büyük baskı gördüğünü, söyledi. Çağrı, anlayışla karşıladı ve yazılarını bir daha arkadaşına göndermedi.
Gariptir; yakınları, Çağrı’nın yazmamasını, iktidarın şimşeklerini üzerine çekmekten kaçınmasını isterlerken, iktidar partisinin üyesi olan ve parti için etkin çalışan haber sitesinin sahibi Ertuğrul Yılmaz, sitenin köşe yazarlarını, serbestçe yazmaları için yüreklendirmeye çalışıyordu. Patron, zaman zaman, yazarlarla memleket meseleleri hakkında sert tartışmalara giriyordu fakat gerçekten yazarlara hiçbir baskı yapmıyor, yazılara hiçbir müdahalede bulunmuyordu. Haber sitesinin yönetimini, daha 2008’in ortalarında Çağrı’ya bırakmıştı. Ne yazılarına ne de girdiği haberlere karışırdı.
Ertuğrul Bey’in yüreklendirmesi güzeldi fakat yapmak söylemekten zordu. Ülkedeki düşünce ve ifade ortamı tam bir hürriyet iklimi şeklinde kendini göstermedikçe, içinden geldiği gibi yazmak kolay değildi. Kaldı ki yazarın tek derdi hukukî engeller de değildi. “Mahalle baskısı” diye bir baskı söz konusuydu. Bunu aşmak da son derece zordu. Öte yandan, mutaassıp bir çevrede yetişmek, yakınlarının ve toplumun büyük bir bölümünün mutaassıp olduğunu bilmek, zaten kalemin ucunu körelten bir etki yaratıyordu.
Bütün bu olumsuz şartlara rağmen, yazmak güzeldi. Sayfalara içini dökmek rahatlatıcıydı. Bir Homer olmasan da ortaya bir eser koymak, küçük çapta da olsa yaratmak tatmin ediciydi. Yazılar birikiyor, binlerce sayıya ulaşıyor, “bunları kitaplaştır” diyenler çoğalıyordu. Bunlar içinde, “kitap çıkarmaya yardımcı olacaklarını” söyleyenler hatta “ticaretini yapabiliriz” diyenler bile vardı. Çağrı, “evet, belki” diyordu.
* * *
Dünya değiştiği gibi, ülke de değişiyor, gelişiyordu. Tıp Fakülteleri ve mezunları çoğalmıştı, her mahalleye birkaç doktor atanabiliyordu. “Aile Hekimliği” kurumu hayata geçirilmişti. Her vatandaşın bağlı olduğu bir aile hekimi vardı. Rahatsızlıklarda ilk müracaat buraya yapılıyor, gerekirse, aile hekimi, hastaneye ve uzman doktorlara yönlendiriyordu. Vatandaşların, hiçbir şikâyeti yoksa bile yılda iki defa aile hekimine görünmeleri bekleniyordu. 2013 yılı başlarında, Çağrı’ya bir telefon geldi. Arayan aile hekimiydi:
- Uzun süredir muayeneye gelmemişsiniz. Lütfen en kısa sürede sağlık kontrolü için aile hekimliğine gelin, dedi.
Çağrı ertesi gün aile hekiminin karşısındaydı. Doktor, Kan tahlili istedi. Çağrı kanını verdi. İki gün sonra sonuçları almak için gelebileceği bildirildi.
İki gün sonra gittiğinde, aile hekimi, bilgisayardan sonuçları buldu, çıktısını aldı. “Kolesterolünüz yüksek” dedi. Çağrı çok şaşırdı, aldı onu bir gülme! Nasıl yani? Kendisi gibi sürekli spor yapan, 1,72 boyunda, 58 kilo ağırlığında bir adamda nasıl kolesterol olabilirdi? Doktor,
- Olabilir, dedi. Sınırın biraz üzerinde, ilaç kullanmaya gerek yok ama yağlı yiyeceklerden kaçının, tavsiyesinde bulundu.
Zaten fazla yağ ve yağlı yiyecek tüketmezdi ama artık, biraz daha dikkat etmeye başladı.
Çağrı, yılda en az bir kere Kızılay’a kan verirdi. Aynı yılın bahar aylarıydı. Kızılay’ın Bornova meydanında kurduğu mobil kan alma noktasına gitti. Kan vermek istediğini söyledi. Görevli doktor,
- Önce parmağınızdan numune kan almamız lâzım, dedi ve aldı. Kanı inceledi:
- Kan değerleriniz uygun değil, bugün kan veremezsiniz. Birkaç gün sonra tekrar gelin, dedi. Çağrı, “Allah Allah” diye şaşkınlığını belli etti ve gitti.
Bir hafta sonra, kan vermeye tekrar geldi. Parmaktan yine kan alındı. Doktor, yine, “uygun değil” dedi. Çağrı sordu:
- Ben sık sık kan veririm. Şimdiye kadar hiç, uygun değil diye geri çevrilmedim. Önemli bir problem falan mı var?
- Kan değerleriniz düşük gözüküyor. İsterseniz bir dahiliye hekimine gözükün, dedi, doktor.
Dahiliye hekimine gözüktü Çağrı. Yapılan tahliller sonucu, “kanda demir eksikliği” görüldü. Dahiliye hekimi, bir yandan kan ilaçları yazdı, bir yandan da kırmızı et, mercimek ve kuruyemiş tavsiye etti. Kırmızı et, kanda demiri yükseltiyor fakat kolesterolü da yükseltiyordu. Yaşı tam elli beşti:
- Hımm, dedi Çağrı, kendi kendine, yaşlanma elli beşte başlıyor, anlaşılan!
Aynı yıl içinde kolonoskopi, endoskopi ve biyopsi de ilk defa olarak yapıldı. Bir yıl sonra yapılan tetkiklerde ise, prostat değerleri yüksek çıkmaya başladı. Şimdilik, demir ilaçları dışında bir ilaca lüzum görülmemişti. Birkaç ay sonra, kandaki demir de yükselmiş, onun ilaçları da kesilmişti. Çağrı, birkaç kez daha Kızılay’a kan verdi.
* * *
Seçil, anne tarafı, Karadeniz yaylalarına yerleşen Selanik Türk’ü, baba tarafı kuşaklar boyu Karadenizli bir anne-babanın kızı olarak dünyaya gelmişti. Babası Erkmen Bey, devlet memurluğu dolayısıyla, bütün Anadolu’yu gezerken, iki yıllığına Sandıklı’ya da uğramıştı. İşte, o Sandıklı’daki görev esnasında, bir genç kız olan Seçil’i Çağrı görmüş ve “işte, evleneceğim kız bu” demişti. Çağrı ve Seçil tanışamadan, babanın tayini çıkmış, Antakya’ya gitmişlerdi. Çağrı, Seçil’in peşini bırakmadı. Annesi ve Erkmen Bey’in Sandıklı’dan mesai arkadaşı, Cömertlerin aile dostu Ünsan Abi ile birlikte Antakya’ya gittiler. Kızı istediler.
Kısmetmiş, evlendiler. Seçil çok çalışkan, iş bilir, iş bitirir, düzenli, titiz, tez canlı bir kadındı. Çocukların yetiştirilmesi, özellikle eğitimleri konusunda çok hassastı.
Görevleri dolayısıyla bulundukları her yerdeki evleri herkese açık olduğu gibi, emeklilik durakları olan İzmir’deki üç oda bir salon evleri de herkese açıktı. Gerek İzmir içinden gerekse dışarıdan, Çağrı’nın ve Seçil’in veya her ikisinin ortak dostları, akrabaları, arkadaşları, hemşerileri gelebilir, kalabilirdi. Atalardan gördükleri Türk misafirperverliği en ince ayrıntısına kadar, imkanlar ölçüsünde, gösterilmeye çalışılırdı. Bazen uzun yıllardır görmedikleri, neredeyse adını unuttukları akraba ve hemşerilerinden gelip gidenler, telefon edip yardım veya destek talebinde bulunanlar olur, karı-koca, ikisi de ellerinden gelenin fazlasını yapmaya çalışırdı. Yine, akraba, tanıdık veya arkadaşlarından, onların çocuklarından İzmir’e veya çevre il ve ilçelere, askerlik hizmeti gibi vesilelerle gelenler olur. Çağrı, o akraba veya tanıdıkları en kısa sürede ziyaret ederdi. Misal, anne tarafından bir kuzeninin oğlu Manisa’ya askere gelmişti. Haber alır almaz ziyaretine gitti. İhtiyacı olup olmadığını sordu. Gönlünü aldı.
Okul arkadaşlığı, hemşerilik, akrabalık, meslek dayanışma ve yardımlaşmasına çok önem veren Çağrı, bunlarla ilgili dernek, kooperatif ve benzer çalışmalara daima maddî ve manevî destek verir, üye olurdu. Üye olduktan sonra da destek vermeye devam ederdi. Böylece, İzmir’deki Sandıklılar derneğine, Ankara’daki Toplumbilim Fakültesi 1980 Yılı Mezunları derneğine üye olmuştu. Buca’daki, bir akrabasının kurucu başkan olarak önderlik ettiği, doğal ürünlerle ilgili bir kooperatifin ise, sırf akrabasına destek için, kurucu üyeleri arasına girmişti.
2009-2010 yıllarında, ülkede Ergenekon-Balyoz rüzgârları esiyor, bu rüzgârların kimleri, nereye sürükleyeceği, balyozun kimin kafasına ineceği hiç belli olmuyordu. Memleketin üstünde bir dehşet, bir korku iklimi vardı. İşte, o ortamda, kısa süre için İstanbul’da bulunduğu günlerde, Çağrı, Balyoz tutuklularının kaldığı Hasdal Askerî Cezaevi’ni ziyaret etmek istedi. Orada, hemşerisi Albay Utku Arsoy, o davadan tutukluydu. Soğuk ve yağmurlu bir günde yola çıktı. Şehir dışındaki kışlaya giden otobüsü güç-bela buldu. Bindi. İneceği yeri bilmediği için yanlış durakta indi. Yaya kaldırımı olmayan, trafiğin hızla aktığı yolda uzun bir yürüyüş sonunda cezaevine ulaştı. Savcılık izni olmadığı için arkadaşıyla görüşemedi. Yanında getirdiği kitaplara ismini yazarak görevlilere verdi. Kitaplar Utku’ya ulaştı.
Utku Albay, birkaç ay sonra, “tutuksuz yargılanmak” üzere tahliye edildi. Çağrı’nın, yine İstanbul’da bulunduğu, güzel bir bahar günü, bir çay bahçesinde, eşleriyle birlikte buluştular. Çay içip, sohbet ettiler. Çağrı, arkadaşına, orada, “geçmiş olsun” dedi. Utku, teşekkür etti.
2010’lu yıllarda, baba tarafından bir kuzeninin oğlu, sosyal medya üzerinden, bir kitap bastırdığını duyurdu. Çağrı, bunu görür görmez, kitabın nerede bulunacağını öğrendi ve bir dakika beklemeden, koşarak gidip kitabı satın aldı.
Bir iş kazasında yaralanan ve yıllardır tedavi gören, arkadaşları, “Baba Çağrı Akgün”ü ziyaret için, dört arkadaşının, İzmir’den Çanakkale’ye gideceklerini öğrendi. O sırada Çağrı İstanbul’daydı, İstanbul’dan gelerek, onlarla Çanakkale’de buluştu ve adaşına ziyareti gerçekleştirdiler.
* * *
2019 yılının sonlarına doğru, medyada, Çin’de bulaşıcı ve öldürücü bir virüsün görüldüğü ve hızla yayıldığı haberleri çıktı. Önce, tek tük vakalar, sonra, Çin’e seyahat dolayısıyla diğer ülkelerde görülen vakalar… Karantina haberleri ve “Koronavirüs” adı verilen virüsten ölümler… Virüsün, özellikle bünyesi zayıf yaşlıları öldürdüğü bildiriliyordu.
Uzun süre, Türkiye’de virüsün görülmediği, hiçbir vakaya rastlanmadığı söylendi. Türkiye’de her şey normaldi. Sadece, Suudi Arabistan’da da görüldüğü için, bu yıl Hacca gidilmeyecekti.
Bu “normallik” 2020’nin mart ayına kadar sürdü. Mart 2020’de Türkiye’de de koronavirüs görüldüğü ve önlem alınması gerektiği konuşulmaya başlandı.
İlk önce, “maske” gündeme geldi. Maske konusunda belediyelerce, salonlarda, uzmanından bilgilendirmeler ve maske dağıtımları yapıldı. Televizyonlarda uzmanlar maskenin koruyuculuğunu ve mutlaka takılması gerektiğini anlattılar. Hükümet, 65 yaş üzerinde olanların adreslerine maskeler gönderdi.
Salgın gittikçe yayılıyordu. Lokantalar, kahveler, spor salonları, hamamlar gibi topluca gidilen yerler kapatıldı. 65 yaşın üzerinde bulunanların sokağa çıkması kısıtlandı. Ardından, camiler kapatıldı. Salgın yayılıyor, ölümler artıyordu. Maskesiz sokağa çıkmak yasaklandı. Uçak seferleri durduruldu. Otobüs ve tren seferlerine kısıtlamalar geldi. Şehirlerarası seyahat izne bağlandı. Ekonomi altüst oldu. Yıl başında, varili 80 dolar olan petrol, nisan ayında 20 dolara kadar düştü. Dünya ve Türkiye borsaları çakıldı. Sokağa çıkma yasakları gelecek diye, ekmeğe, una, makarnaya hücum edildi. Raflar boşaldı. Esnaf odaları başkanı açıklama yaptı:
- Paniğe gerek yok, evvel Allah, Türkiye’yi makarnaya boğarız.
Bu hengamede, İçişleri Bakanı istifa etti. Gelgelelim, Sayın Bakanın sevenleri çokmuş. Sosyal medya, Bakan’ın istifasını kabul etmiyoruz, derhal geri almalı diye yıkıldı. Bir polis memuru, Sayın Bakan ayrılırsa intihar ederim diye silahını çekip başına dayadı. Sayın Bakan da ısrarlara dayanamayıp, istifasını geri aldı. Böylece, memleketin başına bir de İçişleri Bakanlığı ne olacak, kim bakan olacak krizi çıkmadı.
Vatandaşlar, büyük ölçüde eve kapandı. Hemen herkes yeni uğraşlar buldu. Evde becerebileceği çeşitli yetenekler edindi. Yemek, resim, boyama yapmak gibi… İşte, evdeki o vakit bolluğunda Çağrı, örgü örmeyi öğrenmeye karar verdi.
Örgü, ilmek atmakla başlıyordu. Seçil gösterdi. Önce o safhayı geçti. Sonra, Seçil örgü örmeyi anlattı. Bir düz bir de ters örgü varmış. Bunların nasıl yapılacağını karısından öğrendi.
Başladı örmeye… Fakat olmuyordu… Kolay değildi. Sorularıyla, yardım talepleriyle Seçil’i bunaltıyordu. İnternetten örgü derslerine baktı. Çok güzel anlatıyorlardı ama yapmak, anlatmaktan zordu. Karısına tekrar tekrar soruyordu. Bir keresinde, Seçil:
- Çağrı, yapamayacaksın, bırak, dedi.
Bu, “yapamayacaksın” lafı, Çağrı’yı daha da hırslandırdı. İşe daha büyük bir gayretle sarıldı. Güç-bela örmeye başladı. Birkaç sıra düz örüyor, sonra, birkaç sıra ters örüyordu. Ters örgüye, “haroşa” diyorlarmış.
Öğrenmeye başladığından bir ay, örmeye başladığından da bir hafta kadar sonra, 25 santim eninde, 60 santim uzunluğunda bir “eser” meydana getirebildi. Kısa bir videosunu çekerek, yaptığı işi anlattı. Videoyu arşivledi.
- Ben de yapabilirim, örebilirim, dediğinin üzerinden 40 yıl geçtikten sonra, aklına koyduğunu yapmış, hayalini gerçekleştirmişti.
Aynı yılın, ocak ayı ortalarında Çağrı’nın İstanbul’daki kızı Neslihan’dan bir kız torunu olmuştu. Doğum sırasında Çağrı ve Seçil İstanbul’da bulunmuş, sonra İzmir’e dönmüşlerdi. Neslihan’ın doğum izni Temmuz’da bitiyordu. Kızları Neslihan ve damatları Çağatay, Seçil ve Çağrı’yı İstanbul’a davet ettiler. Seyahat için, e-devlet üzerinden, valiliklere başvuruyla izin alınabiliyordu. İzinler alındı ve haziran başında İstanbul’a gittiler. Uzunca bir süre İstanbul’da kalacaklardı.
Neslihanlara yakın, eşyalı bir ev tutuldu. Gündüz, kızlarının ve bebeğin yanında kalacaklar, gece yatmaya bu eve gideceklerdi.
Artık, 87 yaşının sonlarını süren Turgut Bey, ülkedeki ve dünyadaki ölüm haberlerinin de etkisiyle, ölümünün çok yaklaştığını düşünüyor, uzakta olan çocuklarıyla daha sık ve daha fazla birlikte olmak istiyordu. Haftada iki-üç kez yapılan telefon görüşmelerinin her seferinde, Çağrı’ya, “Sandıklı’ya gel” diyordu.
Bebeğin bakımı dolayısıyla Seçil zaten İstanbul’dan ayrılamazdı. Çağrı, hiç olmazsa bir haftalığına gideyim diye düşündü. Aralık ayının başlarında gitti.
Türklerde, uzun bir ayrılık sonrası, buluşunca kucaklaşmak anayasa maddesi gibiydi. Çağrı, 62 yıllık ömründe, ilk defa, el öpmeden, sarılmadan, kucaklaşmadan anne-babasıyla buluştu.
Eve girince, mesafeli olarak oturdular. 79 yaşındaki annesi, 87 yaşındaki babası oldukça sağlıklı gözüküyordu. Şişle örgü ustası olan Bilge Hanım, o yaşında, bebeğe yelek-hırka örüyor, çok hoş, çok şirin eserler yaratıyordu. Bilge Hanım ve Turgut Bey, en çok torunlarının kızı Öykü’yü merak ediyordu. Çağrı,
- Bir ay sonra bir yaşına girecek. Yavaş yavaş ayakta durmaya başladı. Bugün-yarın yürüyecek, herhalde, dedi.
Onu çok görmek istiyorlardı. İstanbul’a gitmelerine imkân yoktu. Çağrı, Öykü’nün resim ve videolarını gösterdi. İki gün sonra, Seçil, birkaç adım attığını gösteren videosunu göndermişti. Beraber, “maşallah, maşallah” diyerek seyrettiler.
Öykü’yü görebilmelerinin tek yolu, onu Sandıklı’ya getirmekti. Neslihan da hem uzun süredir görmediği dede ve babaannesini görmek hem de onların isteğini yerine getirerek bebekle Sandıklı’ya gelmek istiyordu. Salgın tehlikesi hafiflerse, Sandıklı’ya muhakkak gideceklerdi.
Anne-Babasıyla Çağrı’nın sohbetlerine bir hafta boyunca, Ülkedeki ve Sandıklı’daki salgın damga vurdu. Vakalar artıyor, en yakınlarına kadar koronavirüse yakalananların haberi geliyordu. Sokağa maskesiz çıkılmadığından, yakın temasın salgın tehlikesini artırdığından ve virüsün bulaşma endişesinden, Çağrı fazla sokağa çıkmıyor, vaktin, neredeyse tamamını evde, anne-babasıyla geçiriyordu. Bol bol hasret giderdiler.
Bir hafta sonra, İstanbul’a döndü. Eve girince, İstanbul’a sağ-selim geldiğini anne-babasına bildirmek için telefon açtı. Babasının ilk sözü,
- Yahu Çağrı, yel gibi geldin, sel gibi gittin, oldu.
Bir hafta yetmemiş, oğluna doymamıştı. Çağrı güldü:
- Ne edelim baba? Ancak bu kadar kalabildim. İnşallah, yakında tekrar görüşürüz!
İhtiyarlıkta, çocukları daha sık görme, onlarla daha fazla birlikte olma isteği artıyor, yaşlı kalpler daha hassas, çocukları için daha bir duygulu oluyordu. Belki bu duygulanmayı, “bir daha görememe” endişesi de artırıyordu!
Yaz aylarına girerken, salgının hafiflediği, vakaların azaldığı, aşıların da iyi bir koruma sağladığı görülerek, yavaş yavaş “normal”e dönülmeye başlandı. Lokantalar, kahvehaneler, camiler açıldı. Maske takmak şartıyla, neredeyse, eski hayat tarzına bütünüyle dönüldü.
Neslihan ve Çağatay, izinlerinin bir bölümünü Kurban Bayramı’na ekleyerek, 15 günlük bir tatile çıkmaya karar verdiler. Alanya ve Isparta’da tatil yapılacak. Yol üzerinde bulunan Sandıklı’da da iki gün kalınacaktı.
Sandıklı’ya varıldı. Tuğrul ve eşi Demet de Sandıklı’daydı. Kalabalık bir aile olarak, iki gün boyunca gülüş-çığrış, eğlendiler. Tabii en önemli eğlenceleri, bir buçuk yaşındaki Öykü’ydü. İyice ayaklanmış, hoplayıp-zıplıyor, yarım yamalak konuşmasıyla, ortalığı kırıp geçiriyordu.
Çağrı, anne ve babasını yine gayet sağlıklı görmüştü. Özellikle, 88 yaşındaki babasının zihin sağlığı inanılmaz derecede iyiydi. Konuşurken hiç teklemiyor, söyleyeceği hiçbir şeyi, hiçbir ismi unutmuyor, hatırlama güçlüğü falan çekmiyordu. İki basamaklı sayıların çarpımını Çağrı’dan daha hızlı ve doğru yapıyordu.
Çağrı’nın gözlemlerine göre, insanların, bilhassa, seksen yaşından sonra, bedenleri sağlıklı olsa bile ruh, sinir ve zihin sağlıkları bozuluyordu. Bu bozulma bazen zihinsel çöküntüye kadar varabiliyordu. Onun için, 88 yaşındaki babasının zihin sağlığına hayret etti, Tanrı’ya şükretti. Lâkin yirmi yıllık koah hastası olan Turgut Bey oksijen makinesinin günlük kullanma sayısını ve süresini iyice artırmıştı. Elektrikli oksijen makinesini, daha önce, günde bir kere kullanırken, artık, günde üç-dört kez kullanma ihtiyacı duyuyordu.
İki günlük Sandıklı ziyaretinin ardından, Çağrı, eşi, kızı ve damadı, Alanya’ya yola çıktılar. Alanya ve Isparta’da, toplam olarak 10 gün kadar kaldılar. Sonra, İstanbul’a döndüler.
Ekim ayının ortalarında, Bilge Hanım Çağrı’yı aradı. Telefonda;
- Oğlum, dün gece, tam yatacağımız zaman babanın burnu kanamaya başladı, kanı durduramadığımızdan acil servise kaldırdık. Kanı durdurdular fakat kontrol için hastanede tutuyorlar, göğüs bölümüne yatırıldı.
- Çok üzüldüm, anne. Geleyim mi?
- Hayır, şimdilik gelmene lüzum yok, bilgin olsun diye aradım.
- Tamam, anne, ne zaman dersen gelebilirim.
O günden sonra, her gün, bazen, günde birkaç defa babasının sağlık durumuyla ilgili olarak annesiyle görüşmeye başladı. Üçüncü gün, annesi;
- Babanı Afyon’daki bir hastaneye, yoğun bakım bölümüne gönderiyorlar, dedi.
Çağrı bu haberi aldığında, bir cuma öğleden sonrasıydı:
- Yarın geliyorum, anne, dedi.
Bu telefon konuşmasına şahit olan, 21 aylık Öykü diline doladı:
-Büyük dede gittiii… Büyük dede gittiii…
Ertesi gün, erkenden yola çıktı. Öğlen saatlerinde, Afyonkarahisar’da oturan kız kardeşi Çiçek’in evine vardı. Ondan, hastanenin yeri ve babası hakkında bilgi aldı. Hemen hastaneye gitti. Yoğun bakım bölümünün bekleme salonunda annesi bekliyordu. Kucaklaştılar. Bilge Hanım bilgi verdi:
- Yoğun bakımdaki hastalarla ancak doktordan izin alınarak görüşülebiliyor. Görüşme de iki dakikayla sınırlı.
İstanbul’dan geldiğini söyleyerek, doktordan, babasıyla görüşme izni aldı. Yanına girdi. Turgut Bey’in yüzü güldü. Çok mutlu olmuştu. Çağrı’nın elini tuttu. Şuuru gayet açıktı. Sesi biraz kısıktı ama çok iyi anlaşılıyordu. Kısa kısa cümlelerle sohbet ettiler. Turgut Bey, en çok torunları ve torununun çocuğunu merak ediyordu. Çağrı, hepsinin iyi olduğunu, ellerinden öptüklerini, şifa dualarını gönderdiklerini söyledi. Bu arada, Turgut Bey sık sık,
- Annen nerede, burada mı? diye soruyordu. Çağrı:
- Burada baba, salonda oturuyor. Seni bekliyor.
Tabii iki dakika çok kısa bir süreydi ve hemen bitti. Çıkıp annesinin yanına, salona gitti. Bilge Hanım’a, babasıyla görüşmesini, ona, kendisini sorduğunu anlattı. Bilge Hanım’ın gözleri yaşardı.
Bir hafta sonra Tuğrul ve Demet geldi. Babalarını ziyarete iki-üç gün beraber gittiler. Turgut Bey’in yakında taburcu olma ihtimali görünmüyordu. Tuğrul, Çağrı’ya:
- İkimizin de burada kalmasına gerek yok. Sen uzun süredir buradasın, bisüre evine git, dinlen, ben bekleyeyim. Duruma ve gidişata göre, ya sen gelirsin, ben giderim veya acil bişey olursa seni çağırırız, dedi.
Çağrı İstanbul’a döndü. Tabii her gün, Turgut Bey hakkında bilgi alıyordu. Kâh düzelir gibi oluyor, kâh kötüleşiyordu.
7 Kasım günü, Tuğrul, Çağrı’yı aradı:
- Doktor, babanızın durumu kritik diyor.
Çağrı, babasının durumunun kötüye gittiğini anladı:
- Yarın geliyorum, dedi.
8 Kasım günü öğleden sonra hastanede, göğüs doktorunun odasındaydı. Doktor Hanım’a:
- Babamın durumu kritikmiş. İstanbul’dan şimdi geldim. İzin verirseniz görüşmek istiyorum! dedi. Doktor:
- Tabii görüşebilirsiniz ama şimdi bizim kontrollerimiz var ondan sonra yanına girebilirsiniz, diye cevapladı.
Çağrı yoğun bakım katına çıktı. Bir saatten fazla bekledi. Nihayet doktorlar çıktı ve onu içeriye aldılar. Babasını gayet iyi gördü. Hatta 10 gün önce bıraktığından daha iyi gözüküyordu. Çağrı’yı görünce sevindi ve gülümsedi:
- Nerede duruyorsun? diye sordu. Çağrı:
- İstanbul’dayız. Bebek biraz büyüyünceye kadar orada kalacağız, dedi.
Eşinin, çocuklarının ve damadının selamlarını iletti. Kayınbiraderi Seçkin’in de selam söylediğini bildirdi. Turgut Bey duygulandı. Gülerek, kendisinden de hepsine selam götürmesini istedi.
Çağrı, babasına yaklaşarak ve gözlerinin içine bakarak:
- Baba, seni çok seviyorum, dedi.
Turgut Bey, kocaman gülümsedi. Tekrar duygulandı:
- Ben de sizi çok seviyorum, dedi. Sonra, gayretle, tam bir içtenlikle, neredeyse haykırarak, çatallı ve boğuk sesiyle ekledi:
- Sağ olun. Sağ olun. Sağlığınız. Sağlığınız. Var olun.
Çehresinde büyük bir huzur, mutluluk ve memnuniyet ifadesi vardı. Hatta coşkuluydu.
Bu iki kelimeyi ne kadar zor söylüyoruz: “Seni seviyorum”!
Normal şartlarda, sağlıklıyken, biz en yakınlarımıza, en yakınlarımız bize ne kadar zor söylüyor? “Seni seviyorum” diyemeden yıllar hatta bazen bir ömür geçiyor ve onu sevdiğimizi söyleyemeden yakınımızı kaybedebiliyoruz. Çağrı, anne-babasına, defalarca, “sizi seviyorum”, “sizi çoook seviyorum” demişti ancak babasına tek başınayken, ilk defa, şimdi, “seni seviyorum” diyordu. Bunu söyleyebildiği için Tanrı’ya şükran duygularıyla doldu.
Yoğun Bakım görevlileri bugün hoşgörülüydü. İki dakika dolduğu halde, “ziyaret süresi bitti” diye ikaz etmiyorlardı. Baba-oğul epeyce sohbet ettiler. Çağrı:
- Baba, akşam yine ziyaretine geleceğim. Çiçek’le geleceğiz. Bir isteğin var mı? diye sordu. Çatallı, boğuk ve kısık ses:
- Yok oğlum. Sağlığınız, dedi.
Hastaneden çıkıp Çiçek’in evine gitti. Çağrı’nın geleceğini bildiğinden, kız kardeşi hazırlık yapmış, akşam da olmuştu zaten. Eve beş kilometre mesafedeki bahçeyle uğraşan damatları Demir de gelmişti. Çağrı, Turgut Bey’in durumunu, iyi gördüğünü anlattı. Çiçek, “evet, evet, iyiye gidiyor” dedi.
Saat akşamın sekizi olunca, Çiçek ve Çağrı hastaneye gidip, yoğun bakım katına çıktılar. Turgut Bey’i ziyaret edeceklerini bildirdiler. Yoğun bakımdaki bir görevli,
- Turgut Cömert entübe oldu. Size bildirmediler mi? diye sordu.
İki kardeş dondu kaldı. Daha birkaç saat önce gayet iyi gözüken babaları neden birdenbire entübe olmuştu?
- Peki, görüşemeyecek miyiz?
- Görüşebilirsiniz. Ama mümkün olduğu kadar kısa tutun, dediler.
İki kardeş içeriye girdi. Turgut Bey’in şuuru ve gözleri açıktı. Çocuklarını görünce yüzü güldü. Sesi, birkaç saat evveline göre biraz daha kısılmış, güçlükle duyuluyor ve zorlukla anlaşabiliyorlardı.
Turgut Bey’in sağ elini Çağrı, sol elini Çiçek tutmuştu. Biraz sonra, Çağrı’nın ve Çiçek’in kollarını tutan Turgut Bey’di. Hem de sımsıkı tutuyordu. Bir yoğun bakım, hele entübe olan bir hastadan beklenmeyecek kadar sıkı tutuyordu.
Babalarını yormamaya ve moral vermeye çalışarak sohbet ediyorlardı.
“Mümkün olduğu kadar kısa tutulması gereken süre” çoktan iki dakikayı geçmişti. İki kardeş, hayatlarının en zor ikilemiyle karşı karşıyaydılar: Turgut Bey, ziyaretin uzamasını, hatta çocukların yanından hiç ayrılmamasını, Yoğun Bakım görevlileri ise, bir yoğun bakım hastası için fazlasıyla uzayan ziyareti bitirmelerini istiyordu.
Kurallara hayatı boyunca hep uymaya çalışan ve ihlal edenleri kınayan Çağrı, şimdi, kendisi kısa görüşme kuralını çiğniyordu. Her zamanki iki dakikalık görüşme süresini hayli aşmışlardı. Üstelik, girerken, “görüşmenin kısa tutulması” ikaz edildiği halde! Görevliler, birkaç defa ziyaret süresinin bittiğini ikaz etmişlerdi. Çağrı ve Çiçek, onların sabrını ve hoşgörüsünü daha fazla kötüye kullanmamalıydı. Nasıl olsa yarın sabah da gelip babalarını ziyaret edeceklerdi. Sıkı sıkı tutan babalarının ellerinden, kollarını yavaş yavaş kurtardılar. İki kardeş birden:
- Baba yarın sabah yine geleceğiz. Bir isteğin var mı? diye sordular.
Her zamanki gibi:
- Sağlığınız. Sağ olun. Sağ olun, cevabını aldılar ve ertesi gün yine babalarını görme ümidiyle ama ayaklarını sürüye sürüye yoğun bakım biriminden ayrıldılar.
9 Kasım sabahı erkenden uyanıp kahvaltı ettiler. Saat dokuz buçuk-on arasında hastaneye gideceklerdi. Dokuzu biraz geçerken Çağrı’nın telefonu çaldı. Arayan Tuğrul’du:
- Şimdi hastaneden aradılar, her şeye hazırlıklı olun dediler, diye haber verdi.
Çağrı’nın bütün vücudu buz gibi oldu:
- Tuğrul, her şeye hazırlıklıyız ama yine de her yanım buz kesti, dedi.
Haberi, Çiçek ve eniştesi Demir’le paylaştı. İkisinin de başları önlerine düştü. Çiçek’e, “hadi, bir an evvel çıkalım.” dedi.
Tam çıkacakları sırada telefonu tekrar çaldı. Arayan yine Tuğrul’du:
- Abi, babamı kaybettik. Başımız sağ olsun. Cenazeyi alıp, Sandıklı’ya gelin. Biz burada bekleyeceğiz, dedi.
- Allah rahmet eylesin, bizlere sabır versin. Tamam, hemen çıkıyoruz.
Tabii konuşmaya kız kardeşi ve eniştesi de şahit olmuştu. Üçü birden koltuğa çöktüler. Bir süre hiç konuşmadılar. Sessizliği Çağrı bozdu:
- Cenazeyi alıp, Sandıklı’ya gideceğiz. Şimdi, onun işlemleri vardır. Bir an önce çıkalım, dedi.
Çiçek ve Demir de: “Başımız sağ olsun. Allah rahmet eylesin” dediler. Çiçek gözyaşlarını tutamadı.
İşlemleri yaptılar. Önde, Çağrı ve Çiçek’in içinde olduğu araç, arkada, belediyenin cenaze arabası Sandıklı’ya yola koyuldular. Tam öğle ezanı okunurken eve vardılar. Haber, Sandıklı’da duyulmuş, belediye hoparlöründen cenaze ilânı yapılmış, eş-dost evin önüne toplanmıştı.
Sandıklı dışında olan yakınların da katılabilmesi için, Turgut Bey’in naaşı bir gün sonra defnedilecekti.
Ertesi gün, 10 Kasım 2021’de, öğle namazından sonra, büyük bir kalabalığın katılımıyla cenaze töreni yapıldı ve naaş şehir mezarlığında toprağa verildi.
O gün, Atatürk’ün 83’ncü ölüm yıldönümüydü ve bütün ülkede hatta dünyada Atatürk anılıyor, onun için anma törenleri düzenleniyordu. Atatürk hayranı olan Turgut Bey’in böyle bir günde toprağa verilmesi, herhalde ruhunu sevindirmiştir.
Cenaze töreni bitip de eve dönünce, Çağrı, babası için çok kısa bir yazı kaleme aldı ve köşesinde yayımladı. “Dünyanın En CÖMERT Adamı Öldü” başlığı altında şunlar yazıyordu:
“Toprak ana, cömert bir evladını bağrına bastı.
Besici-kasap olan babam, çok üreten az tüketen bir insandı.
1933 doğumlu babam Turgut Cömert 9 Kasım 2021 günü saat 09:30 civarında Hakkın rahmetine kavuştu. 10 Kasım günü, Atatürk’ün 83’ncü ölüm yıldönümünde toprağa verdik.
Atatürk’ü Anma gününde toprağa verilmiş olması babamın ruhunu mutlaka şad etmiştir. Çünkü babam, bir Atatürk hayranıydı. Sık sık, ‘her şeyde bilgisi varmış’ diye hayranlığını dile getirirdi. Bu vesileyle Atatürk’ü de rahmet dualarımla anıyorum. Ruhu şad olsun.”
* * *
Her ölüm erkendir. Ölen, bizi terk eden her yakınımız, yaşı kaç olursa olsun, içimizden, bizden de bişeyler koparır gider. Onlarla sohbete, onlarla yaşamaya doymamışızdır. Özellikle Çiçek, bunu yüksek sesle dile getiriyordu: “Ben babama doymadım”.
Bununla birlikte, 88 yıl yaşamak! Bu fani dünyada 88 yaşına kadar yaşayabilmek, uzun bir ömür sürmek demektir. Hele Cömertler sülalesi erkekleri için 90’a merdiven dayamak inanılması güç, mucizevî bir yaştı.
Turgut Bey’in dedesi, Hacı Ertuğrul 46 yaşında, babası Tuğrul 41 yaşında ölmüş, abisi Ertuğrul ise 51 yaşında son nefesini vermişti. Peki, nasıl olmuştu da aynı ailenin erkeklerinden olan, aynı genleri taşıyan Turgut Bey, büyüklerinin neredeyse iki katına ulaşan bir ömür sürebilmişti?
İşinin zor ve meşakkatli hayat şartları yanında, Turgut Bey, 45 yaşına kadar sık ve çok miktarda içki içmiş, 65-70 yaşına kadar da günde bir paketten az olmamak üzere sigara kullanmıştı. Bu olumsuz şartlara rağmen, son yirmi yılında mücadele ettiği koah dışında önemli bir rahatsızlığı yoktu. Ölmeden 25 gün öncesine kadar da ayaktaydı, her gün çarşıya çıkar, bütün işlerini kendisi yapardı. Rahatlıkla, Turgut Bey’in 88 yıl boyunca, ruh, beden ve zihin sağlığını koruduğu söylenebilirdi.
Aslında, çok titiz, gergin ve sinirli bir mizacı olan Turgut Bey, 88’ine kadar nasıl sağlıklı yaşayabilmişti?
Çağrı’nın bu konuda bazı gözlemleri vardı: Uzmanlar, “stres her insanda vardır. Önemli olan o strese nasıl tepki verdiğinizdir. Stresi ustalıkla yönetebilmenizdir. Gerilimi yönetiyor musunuz yoksa ona teslim mi oluyorsunuz? Ya siz stresi yönetirsiniz veya o sizi…” şeklinde uyarmıyor muydu?
Her şeyden önce, Turgut Bey gerginliğe teslim olmuyordu. Elbette bilinçli bir biçimde değil ama mutlaka akıllıca davranışlarla veya içgüdüyle gerginliğin üstesinden gelmeyi biliyordu. Bağırıp-çağırmaktan kaçınmıyordu. Gerekirse, söz gelimi, gençliğinde, Çağrı küçükken ona, rahat rahat bir-iki tokat aşk edebilirdi. Bunlar muhakkak gerilimi, öfkeyi boşaltmaya yardımcı oluyordu.
Kahvehane alışkanlığı yoktu. Onun yerine, eğer gece çıkacaksa, bir-iki arkadaşıyla içkili lokantaya gitmeyi tercih ederdi. Böylece, kahvenin aşırı sigara dumanıyla zehirlenmiş havasından korunmuş oluyordu. Tabii ki lokantada da sigara içiliyordu fakat asla kahvehane yoğunluğunda bir duman söz konusu olamazdı. Ayrıca, içkinin sinirleri rahatlattığı da bir gerçekti… Peki, Turgut Bey içkinin zararlarını nasıl bertaraf ediyordu? Bikere, zararın tamamından korunmak mümkün değil. Fakat bol mezeyle içilen içkinin zararı bir nebze azaltılmış olabilir. İçki sofrasında, zengin mezeler yanında mutlaka ezilmiş kese yoğurdu bulunurdu. Ayrıca, masada muhabbet yoğunlaşır, günlük dert ve sıkıntılardan uzaklaşılırdı.
Turgut Bey’in sağlık sırlarından birisi, öğle uykuları olabilir. En genç yaşından hayatının sonuna kadar, öğleden sonrası uykularını hemen hemen hiç aksatmamıştır. O bir saatlik uyku, herhalde “ilaç” gibi geliyor hatta en tesirli bağışıklık veya yaşlanma durdurucu ilaçlardan daha etkili oluyordu. Sağlığın birinci şartının düzenli ve yeterli uyku olduğu düşünülürse, öğle uykularının beyne, ruha ve bedene olumlu etkilerinin benzersiz ve paha biçilemez olduğu kendiliğinden anlaşılır.
Uzun ve sağlıklı yaşamın diğer bir sırrı; balık yağı olabilir. Turgut Bey, yine en genç yaşlarından ömrünün sonuna kadar, her gün düzenli olarak balık yağı kullanmıştı. “Balık yağı övüyor” derdi. Yani, eklemlerde, kemiklerde, organlarda dolaşıyor, oraları yağlıyor, oralara masaj yapıyor anlamında söylüyordu. Ömrünün son yıllarında balık yağları şişe veya teneke kutulardan çıkıp hap şekline geldiler. O vakit, haplarını kullanmaya başladı.
Turgut Bey, çocukluğundan öldüğü güne kadar mutlaka bir dükkân sahibidir. Cebinde daima bir dükkânın anahtarı vardır. O dükkân, işlesin-işlemesin, muhakkak her gün açılır. O mekâna, Turgut Bey’in muhabbet edeceği, “hoş sohbet” insanlar gelir. Bunlar, Çay Mahallesi’nin efsane muhtarı Ayena(ğa), Elli Altı’nın Çağrı, Eski belediye zabıtası Köle’nin Ayhan, Sandıklı Belediye’sinde 19 yıl reislik yapan, Turgut’un halasının oğlu Bilgin, dayısının oğlu Kaymakçı nam Demir, Çay Köylü Bıçakçı’nın Aydolu, kasap Seymenlerin Cenk, besici Mavi’nin Timur, Eski belediye başkanı Ertuğrul, dondurmacı Doğan, besici Adal, eski ortağı Seçkin, Topçu Cengiz gibi dostlarıydı.
Emekli olduktan sonra, işleri önce azaltmış, sonra da tamamen bırakmıştı Turgut Bey. Fakat dükkânı açmaya, dostlarla toplanmaya, sohbet etmeye devam etti. Dükkânın satılma zorunluluğu ortaya çıkınca, kendisinin yetmiş, Cömertlerin iki yüz yıllık dükkânından ayrıldı. Fakat çok geçmeden, çarşıda, dost işi, kirası hesaplı, küçük bir dükkân tuttu. Bu dükkânı ölünceye kadar açtı. Boş dükkânın anahtarını, devamlı gelen dostlarına da vermişti. Kendisi şehir dışında olduğu zamanlarda veya açmayı geciktirirse beklemesinler, dükkân kapalı kalmasın, gelen dostlar geri dönmesin diye.
Hoş sohbet dostlarla her gün buluşmak, dertlerini dökmek, birbirlerine takılmak ve beraber gülmek, insan hayatı, insan sağlığı için en temel ihtiyaçlardan biriydi. Muhakkak ki bu dostları her gün görmek insanı hayata daha fazla bağlıyordu.
Turgut Bey kendini başarılı buluyordu. Bu, biraz içgüdüsel, biraz bilinçli, en çok da bilinçaltındaki bir duygu ve düşünceydi. Hayattaki oyununu iyi ve doğru oynadığını hissediyordu. İçten içe bir başarı duygusu yaşıyor, zaman zaman bu duygu bütün benliğini sarıyordu. Bu duygu insana müthiş bir manevî tatmin sağlıyor, artık gözünüz hiçbir şeyde kalmıyor, hiçbir şeyde olmuyordu. Kendinizi, hayattaki, evrendeki her arzunuza ulaşmış hissediyorsunuz. Başarı duygusunu yaşarken kıskançlık, haset asla semtinize uğramıyor, başardığınız için Yaradan’a sonsuz bir şükran duyuyorsunuz. Bu duyguyla, bütün insanların en az sizin kadar başarılı olması için duacı oluyor, bu duyguyu bütün insanların tatmasını, yaşamasını ta yüreğinizden istiyorsunuz. Başarı duygusu sayesinde vücut, iç organları onaran, sinirleri yatıştıran, beyindeki nöronlara daha fazla oksijen ve orada daha zengin bağlantılar sağlayan bir hormon üretiyor olabilir. Bu hormon, aynı zamanda, insan ömrünün uzamasını da sağlayabilir.
Bu uzun ve sağlıklı ömürde, muhakkak, Bilge Hanım’ın da katkısı vardı. Eşini ve çocuklarını daima tertemiz ve ütülü giyindirirdi. Üç öğün tam tekmil sofra kurulur, öğün atlanmazdı. Kahvaltıda, mutlaka zeytinyağına banılırdı. Esas olarak, “Ev ekmeği” diye tabir edilen, evde yapılıp, mahalle fırınında pişirilen, katışıksız ve glutensiz ekmek tüketilirdi. Son yıllarda, artık evde ekmek yapılmıyor, çoğalan fırınlar, “ev ekmeği” üretiyor, Turgutların evine de o ekmek giriyordu.
Öğle ve akşam, sofrada daima sıcak ve taze pişirilmiş yemekler olur, yemeğe, yaz-kış çorbayla başlanırdı. En çok da tarhana çorbasıyla… Sık sık sakatatla yapılan işkembe, paça, beyin gibi yemekler, ana yemek olarak sofraya gelirdi. Çok çeşitli yemekler, dolmalar, sarmalar, her türlü sebze yemeği yapardı Bilge Hanım. Hatta “soğan aşı” diye, sadece soğanla yapılan bir yemek bile icat etmişti. Tabii bu soğan aşını Çağrı ve Tuğrul’a katiyen yediremezdi.
Çağrı ve Tuğrul’un yemek konusundaki ortak özelliği, soğanlar diri diri kalmışsa ya o yemeği yemezler veya soğanları ayırarak yerlerdi. Çiğ soğanı bol bol tükettikleri halde, pişmiş yemekte soğan iyice ezilmez, görülemeyecek hale gelmezse onu yiyemezlerdi.
Beslenme meselesini, özellikle, Bilge Hanım çok önemsiyordu. Akranlarının çoğu ya terk-i dünya eylediği veya elden ayaktan düştüğü halde, kendisinin nispeten sağlığını koruyabildiği, seksenli yaşlarında;
- Biz karını, gumbarı, paçayı zamanında çok yedik de onun dirisiyiz, onun için ayaklarımız, bacaklarımız, eklemlerimiz hâlâ sağlam, diyordu.
Bunların hepsi çok önemli ve değerliydi fakat galiba, Turgut Bey’in, sağlıklı yaşam için hepsinden daha önemli bir alışkanlığı vardı: Az yemek! Asla tıka basa yemezdi. Sofradan daima doymadan kalkardı. Boyu 1,72 metre olan Turgut Bey 60 kiloydu. Bu ağırlığı, belki de hafifliği, ömür boyu hiç değişmedi. Eklemlerine, bacaklarına fazladan bir kilo bile yük binmedi. Vücudunun hamallığını yapmadı.
Bunların dışında, Turgut Bey, “ince fikirli” bir insandı. İnce düşünürdü. Çevresinden de “ince fikir” beklerdi. İnce fikir göstermeyenler için, “kaba zihin” derdi. Ne yazık ki ince fikir istisna, kaba zihin bol miktardaydı. Kaba zihinlere canı çok sıkılırdı. Bununla beraber, akıllı adamdı. Kaba zihinler onu ancak bir kere üzebilirdi. Kaba zihin olduğunu anladığı, öğrendiği kişilerden uzak durmasını bilirdi. Onlarla bir daha görüşmez, buluşmaz, yanına yaklaştırmazdı.
Turgut Bey’i en iyi tanımlayan hasleti cömertliğiydi. Bu konuda, soyadının tam hakkını veriyordu. Birkaç kişi oturmuş, çay-kahve içmiş veya yemek yemişsiniz. Hesap geldiğinde, cebine ilk el atan mutlaka Turgut Bey olurdu. Her zaman, beklenenden fazlasını yapar, beklenenden fazlasını verir, takdim eder, öderdi.
Düğün-sünnet törenleri gibi takı takılacak yerler için, daha önce onların ne getirip ne verdiğine bakmaz, kendisi yapabileceğinin en fazlasını yapar, götürürdü. Artık emekli olduğu ve asıl gelirini emekli aylığının meydana getirdiği bir dönemde, bir yakınlarının sünnet törenine gitmeleri gerekiyordu. Eşiyle oturmuş, ne götüreceklerini konuşurken, Bilge Hanım:
- Yakışan neyse götürürüz, dedi. Turgut Bey:
- Yakışan, altın takmak, dedi. Bilge Hanım:
- Altın çok gelir. Biz onların neyini gördük? diye karşı çıktı. Turgut Bey:
- Yakışanı dedin. Yakışan altın takmak.
Elbette yakışan yapıldı, altın takıldı.
1978-79 yıllarıydı. Çağrı ve Tuğrul, Ankara’da üniversite tahsili görüyor, anne-babaları ayda bir kere ziyarete geliyordu. Hafta sonu yapılan bu ziyaretlerde, Gençlik Parkı’nda buluşulur, hemen hemen akşama kadar orada vakit geçirilir, çay içilir, Bilge Hanım’ın evde hazırladığı yemekler yenirdi. Onlara, vakti müsait olan, başka hemşeri öğrencilerin katıldığı da olurdu.
Bu buluşmalardan birinde, akşam olmuş, artık ayrılacaklar, anne-baba Sandıklı’ya döneceklerdi. Turgut Bey, cebinden, o günün en büyük parası olan beş yüzlükten iki tane çıkardı. İkisini birden Çağrı’ya verdi. Çağrı:
- Sağ ol, baba. Yarısı benim, yarısı Tuğrul’un, değil mi?
- Hayır. Onun hepsi senin. Tuğrul’a da ayrıca vereceğim, dedi ve bin lira da ona verdi.
Devlet yurdunda kalan Çağrı ve Tuğrul için bin lira koca paraydı. İkisi de burs alıyorlar, devlet ayda 200’er lira öğrenim bursu ödüyordu. O günlerde, Ankara’daki iyi bir lokantada, çorbasıyla, et yemeği ve tatlısıyla karnınızı doyurduğunuzda, 35-40 lira hesap gelirdi.
İnsanın, çocuklarına karşı cömertliği doğal karşılanabilir belki ama Turgut Bey’in cömertliği asla çocuklarıyla, yakın çevresiyle sınırlı değildi. Evrensel ölçülerde, bütün dünyaya, bütün insanlığa karşı cömertti. Bilge Hanım, sırası geldikçe; “babanız sel oldu, ben göl oldum” derdi. Cömertlik, su gibi olmakla, akarsu gibi olmakla tanımlanır. Turgut Bey’in cömertliği akarsu tanımını aşıyordu… Bilge Hanım’ın tabiriyle, sel oluyordu.
Turgut Bey’in ölümüyle, zaten hepsi de cömert olan aile fertleri, bu özelliklerini daha da artırdılar. Bilge Hanım, kocasından miras kalan emekli aylığının önemli bir bölümünü dağıtıyordu. Çağrı, sık sık; “biz dünyanın en cömert adamının evlatlarıyız. Ondan bize cömertlik de miras kaldı.” diyordu. Çocukları ve eşi cömertlik ettikçe, herhalde, Turgut Bey’in ruhu tekrar tekrar şad oluyordu.
* * *
Cenaze işlemleri bittikten sonra, Çağrı İstanbul’a döndü. Sandıklı’da, cenaze işleri, gelen-gidenlerle sohbet, anıları tazeleme, babası için gelen taziye telefonları onu meşgul etmiş, düşünmeye, sorgulamaya hatta üzülmeye vakti olmamıştı.
Şimdi, kalabalık dağılmış, yalnız kalmıştı. Bol bol düşünüyor, sorguluyordu. Huzursuz oluyordu. Vicdanî bir rahatsızlık duyuyordu. Bir suçluluk duygusu içini kemiriyordu.
Son akşam görüştüklerinde babası elini niçin sımsıkı tutmuştu? Çağrı neden babasının yanında biraz daha kalmamıştı? Kolunu kurtarmaya mecbur muydu? Babası, sanki, “ben, ömür boyu senin elinden tuttum. Sen benim elimi bıraktın.” diyordu.
Öte yandan, babasının 25 gün boyunca yoğun bakım bölümünde kalmak zorunluluğu ve sonunda vefatı, onda, yoğun bakım meselesine karşı çok yoğun bir ilgi ve hassasiyet uyandırmıştı. Yoğun bakım biriminde gördüğü bakımsızlık, hastaya kötü muamele, bu muameleden dolayı kendi payına düştüğünü zannettiği “suçluluk duygusu”, zihnen ve ruhen büyük bir sarsıntı meydana getirdi.
Yoğun bakımla ilgili bir suçluluk duymasının hiçbir mantıklı izahı yoktu. Belki de bu, suçluluktan çok bir “çaresizlik” duygusuydu. Yoğun bakım bölümünde babasına ve diğer hastalara yapılan kötü muameleye engel olamama, kötü muameleden sorumlu olanlara cezasını verememekten kaynaklanan bir çaresizlik duygusu!
Turgut Bey’in yatışının yirminci gününde, yoğun bakım bölümünde, ona kötü muamele edildiği, küçük oğlu Tuğrul tarafından fark edilmiş ve Tuğrul, durumu hastanenin başhekimine iletmişti. Başhekim, lâkayt davranmış, “20 gündür yoğun bakımda yatan hastanın ölmediğine şükredin” diyerek, hissiz, ruhsuz olduğunu, insan hayatını önemsemediğini kanıtlayan bir cevap vermişti. Tabii Turgut Bey’in bütün yakınları bu muameleye ve başhekimin bu tutumuna çok üzülmüşler, hastanın yeri değiştirildiği, ona daha iyi bakılmaya başlandığı halde, bir “çaresizlik” hissetmişlerdi. Zaten o şikâyetten 4-5 gün sonra da babaları ölmüştü.
Hastanedeki kötü muamele, ilgili makamlara bildirildi. Fakat tatmin edici bir cevap alınamadı, hastane ve yetkililer hakkında da herhangi bir işlem yapılmadı.
Bu sonuç, Çağrı’nın çaresizlik duygusunu biraz daha artırdı. Bu duygu, vefatın üzerinden 3 ay geçmesine rağmen bazı geceler uykusunun kaçmasına sebep oluyordu. Psikolojik bir destek almanın yararlı olabileceğini düşündü. Düşüncesini kızına açıp, ona daha yakın olan ortak tanıdıklarından destek almayı düşündüğümü söyledi. Kızı, o dostlarının, tanıdıklara bakmadığını, başka bir psikoloğa yönlendirdiğini anlattı. Ayrıca, “bu gibi problemler tek seansta çözülmez” diye ekledikten sonra;
- Bende, Ölümle Yüzleşmek adlı bir kitap var, istersen, önce onu oku, belki faydasını görürsün, diyerek bir kitap önerdi.
Böylece, Çağrı, Profesör Doktor Irvin Yalom’un, “Güneşe Bakmak-Ölümle Yüzleşmek” adlı eserini okudu.
Kitap son derece düşündürücü, sorgulamaya yönlendirici, ufuk açıcıydı. Yalom, esas olarak “ölüm korkusu”nu ele almış. Terapi verdiği birçok hastasından yola çıkarak, insanların çoğunluğunda ölüm korkusu olduğunu, bununla başa çıkma ve hatta giderme yollarını anlatmaya çalışmıştı!
Oysa, Çağrı’nın gözlemlerine göre, insanlarda, öyle pek de büyük bir ölüm korkusu yoktu… Ta ki yoğun bakıma düşene kadar… İşte, ölüm korkusunun yaşandığı yer orasıydı: Hastanelerin Yoğun Bakım bölümleri! Dr. Yalom, 109’ncu sayfada, “yalnızlık ölüm acısını büyük ölçüde artırır” diyor. Nitekim yoğun bakıma hastayı yalnız başına bırakmak zorunda kalıyorsunuz! Orada, ölüm korkusu veya düşüncesi hem hastayı hem de yakınlarını sarıyor. Dolayısıyla, okuduğu kitap hiç yoğun bakım konusuna girmediği halde, Çağrı onu, yoğun bakımla ilişkilendirdi. Bütün şikâyet ve sıkıntılarını bitirmese de Yalom’un satırları onu epeyce rahatlattı.
Bununla beraber, “elinden tutmak ve elini bırakmak” düşüncesi, suçluluk duygusu peşini bitürlü bırakmıyordu.
* * *
Öykü, 2 yaşını biraz geçince, evin yakınındaki bir yuvaya verildi. Burada sabahtan akşama kadar kalabilecekti. Bu durumda, anneanne ve dedenin İstanbul’da işi kalmıyordu. İzmir’e döndüler.
İstanbul’a kıyasla İzmir’de hayat çok sakin, çok basitti. Çok daha rahat, düzenli ve keyifliydi. Çağrı ve Seçil burada bir düzen kurmuş, geniş bir çevre edinmiş, üstelik gayet ekonomik olarak geçinip gidiyorlardı. Bornova’da, Devlet Tiyatroları’nın birkaç sahnesi vardı ve her ay yeni oyunlar geliyordu. Biletler çok hesaplı ve hemen her zaman bulunabiliyordu. En az ayda bir tiyatroya gitmeye çalışıyorlar, bu etkinliği bazen, kalabalık bir arkadaş grubuyla gerçekleştiriyorlardı.
Çağrı’nın tenis kortlarından tanıştığı bir meslektaşı olan Gökberk de amatör bir tiyatro topluluğunun üyesiydi. Onlar da en az yılda bir kez bir oyun sahneye koyuyorlar, Çağrı ve Seçil’i de davet ediyorlardı. Çağrı, son oyunlarını oldukça başarılı bulmuştu.
O yıl, Ramazan Bayramı, Nisan’ın son günlerine denk gelmişti. Seçil ve Çağrı, bayramı, Sandıklı’da Bilge Hanım’la birlikte geçirdiler. Bayram ertesi, Çiçek’in küçük kızı Umay için hem “kız isteme” hem de söz kesme töreni vardı. Tarih çok önceden kararlaştırılmış, Çiçek, Çağrı’ya;
- Abi, yüzükleri sen takarsın, demişti. Çağrı;
- Çok memnun olurum, onur duyarım, diye cevap vermiş, söz kesme töreni için yeni bir takım elbise, gömlek ve kravat satın almıştı.
Kız isteme için, oğlan tarafı Tire’den Afyonkarahisar’a geleceklerdi. Çiçek, törenden bir gün önce, Çağrı’yı tekrar aramış, yüzükleri takacağını hatırlatmıştı. Tören günü, Bilge Hanım, Çağrı ve Seçil, Sandıklı’dan Afyonkarahisar’a gittiler. Tuğrul ve Demet Ankara’dan gelecekti. Bu gibi törenlere çok önem veren Çiçek, bütün sülaleyi davet etmişti. Gelebilen katılacaktı.
Öğle saatlerinde, oğlan evi tarafı da kalabalık bir şekilde gelmiş, hoşbeşten sonra, yüzük takma törenine geçiliyordu... Gençlere takılacak yüzükler, kurdeleyi kesmek için makas, şık bir tepsi içinde, Umay’ın bir kız arkadaşı tarafından Çağrı’ya doğru getiriliyordu. O sırada, salonda, Çağrı’nın, kendinden dört yaş büyük emmioğlu da vardı. Çağrı, Çiçek’e onu işaret ederek;
- Yüzükleri Tuğrul Abi taksın, en büyüğümüz o, ona yakışır, dedikten sonra, Tuğrul Abi’ye döndü ve;
- Gel, Tuğrul Abi, yüzükleri sen tak, dedi.
Bu, çocukluğunda gördüğü, şahit olduğu Cömertler terbiyesini ne kadar içselleştirdiğinin ve Cömertler terbiyesine ne kadar önem verdiğinin bir göstergesiydi.
Bu, Çağrı’nın, Cömertlere özgü, saygı ve bağlılığın, gelenek ve göreneklerin yaşamasını ne kadar arzu ettiğinin bir kanıtıydı.
Kısa bir konuşmayla, yüzükleri Tuğrul Abi taktı ve kurdeleyi kesti.
* * *
Birkaç gün sonra, Çağrı ve Seçil İstanbul’a gidiyorlardı… Ama bambaşka bir heyecanla! Hem Öykü’yü görecek hem de ilk defa yurt dışına seyahat edeceklerdi. Çağrı 64, Seçil 60 yaşına kadar hiç yurt dışına çıkmamışlardı. Çağrı, bu yaşıma kadar çıkmadıysam bundan sonra da çıkamam diye yurt dışına çıkmaktan umudunu kesmişti.
Kızlarının teşvikiyle ve onunla beraber, dört günlüğüne, Paris’i görmeye karar vermişlerdi. Bu süre içinde, Öykü’ye baba ve babaannesi bakacaktı. Anne, baba ve kızları Neslihan Paris’e gittiler. Çok kolay olmuştu! Yaklaşık olarak üç saatlik yolculuk ve işte Paris. Çağrı’ya mucize gibi geldi.
Daha önce defalarca Paris’i görmüş olan Neslihan, anne-babasını bir güzel gezdirdi. Dört günde, Paris’in altını üstüne getirdiler. Çağrı’yı en çok memnun eden ziyaretler; efsane romancılar Balzac ve Victor Hugo’nun, şimdi müze olan evlerini, o harika eserlerin yazıldığı mekanları görmeleri olmuştu. Ayrıca, yine Hugo’nun bir şaheserine konu olan, o sırada onarımdaki, Notre Dame Kilisesini de dışarıdan görmüşlerdi. Güzel anılarla İstanbul’a döndüler. Anne-baba, Neslihan’a tekrar tekrar teşekkür ediyorlardı. Artık, şeytanın bacağı kırılmıştı. Her yıl yurt dışına çıkacaklardı.
Bir süre daha İstanbul’daydılar. Çağrı’nın, buraya yerleşen ama kaldıkları semte biraz uzak oturan, yarım asırlık bir arkadaşı vardı: Salgur Dalvur. Salgın döneminde sokağa çıkmak bile sorun olduğundan ve hastalığın bulaşma tehlikesinden dolayı görüşememişlerdi. Şimdi, hayat normale döndüğüne göre buluşabilirlerdi.
Salgur, lise ve üniversite eğitimleri döneminde Çağrı’nın en samimi arkadaşıydı. Hani, insanın sırlarını, ekmeğini, aşını, suyunu paylaştığı, siyasî olarak aynı görüşte olduğu, içki masasına oturduğu, çok yakın bir-iki arkadaşı olur ya Salgur ve Çağrı, işte, öyle yakın arkadaştılar. Kader arkadaşıydılar.
Salgur’u görmek, oturup sohbet etmek için telefon etti. Salgur, “bugün vaktinin olmadığını” söyledi. Çağrı:
- Daha bir hafta buradayım. Sana yakın biyerde de buluşabiliriz, dedi. Salgur:
- Kızı nişanlıyoruz. Telaşemiz var. Eskişehir’e falan gitmemiz lâzım. Ahbabım, hiç vaktim olmayacak, diye cevapladı.
Demek, en samimi diye bildiği arkadaşı, bir hafta içinde, kendisiyle buluşmak için 1-2 saatini ayıramıyordu. Çağrı çok üzüldü.
Psikoloji biliminin çok çarpıcı iki tespiti var: İlki, psikoloji ilmi der ki “insan kendisini olduğundan fazla görür.”
İkincisi, “insanların çoğunluğu kendisini, ortalamanın üstünde, görür.” Birey, tabii bunun böyle olduğunu fark etmez. Edemez. Farkında olsa, bu çoğunluğun, en başta, matematik ilmine takla attırdığını, matematiğin ağladığını, matematik biliminin üzüntüsünden yataklara düşeceğini fark eder. Çünkü eğer çoğunluk kendini ortalamanın üstünde görürse, “ortalama” diye bir şey kalmaz. Oysa, ortalama daima vardır. Her zaman var olacaktır. Ve “ortalama”yı her zaman “çoğunluk” oluşturacaktır. Çünkü zaten, çoğunluğun bulunduğu kesime “ortalama” denmektedir.
Öte yandan, madalyonun bir de diğer yüzü var: İnsan kendisini olduğundan fazla görüyor da kendisi dışındakiler onu nasıl görüyor? Burada da Çağrı’nın bir tespiti vardı: Çağrı der ki “kendisini olduğundan fazla gören insan çocuğu, diğerlerini olduğundan az görüyor. Birey, kendisini ortalamanın üstünde görürken, kendi dışındaki çoğu bireyi ortalamanın altında görüyor.” Bu, ortalamanın altında görmek, “küçümseme”ye kadar gidiyor. Evet, diğerini küçümsüyor.
Bu çok önemli tespitleri somutlaştırarak daha iyi anlaşılmasını sağlamak gerekirse, örneğin; Çağrı, kendisini olduğundan fazla ve ortalamanın üstünde görüyor. Fakat diğer insanlar veya bazıları ise, Çağrı’yı olduğundan az ve ortalamanın altında görüyor hatta “küçümsüyor”.
Bu bozuk ölçü, bu sakat zan bütün ilişkileri yozlaştırıyor. Riyayı tavana vurduruyor! Çünkü diğerini olduğundan az görenler hatta küçümseyenler, yüz yüze gelince onu yüceltiyorlar.
* * *
Çağrı’nın çocukluğunda, bayramlar, düğünler, Hıdrellez gibi özel günlerde “davetler” olurdu. Bu davetler, genellikle, anne tarafında ayrı, baba tarafında ayrı, ziyafet şeklinde gerçekleşirdi. Sülaleler genişti ve bazen bu davetler, çoluk-çocuk 30-40 akrabanın toplanmasına vesile olurdu. Aynı kasabada, belki aylardır görüşmeyen kimi akrabalar bir araya gelir, tatlı tatlı sohbetler edilirdi. Çağrı, bunları özlüyordu.
Yakında Sandıklı’ya gidecekti. “Anneme söyleyeyim, akrabaları biz toplayalım” diye düşündü. O böyle düşünürken, Sandıklı’dan acı bir haber geldi. Dayı oğlu Teoman’ın eşi, daha yaşı 55’i bulmadığı halde, birdenbire hayatını kaybetmişti.
Apar topar Sandıklı’ya gitti. Memleketine akşam saatlerinde varabilmişti. Cenaze kaldırılmıştı. Annesi cenaze evindeydi. O da oraya gitti. Başta dayıoğlu, bütün yakınlarına başsağlığı diledi. Acılarını paylaştı. Genç bir insanın, ani kaybı… Üzüntü sonsuzdu. Ağızlar, diller laldi.
Ertesi gün tekrar gelmek üzere, gece yarısına doğru, annesiyle birlikte evlerine gittiler.
Sabah, kahvaltıdan sonra, çaylarını içerken, annesine;
- Eski davetler ne güzeldi. Artık bitti, akrabalar bir araya gelemiyor, dedi. Annesi;
- Öyle, kimse kimseyi görmüyor.
- Biz başlatalım, daveti biz yapalım. Senin tarafını ayrı, baba tarafını ayrı çağıralım. Meselâ, uzun zamandır bir araya gelmediğimiz Çağla Abla’yı falan çağırmak istiyorum.
- Olur, yapalım, dedi annesi.
Cenaze evine, yemek götürmek veya lokantaya sipariş verip oradan gelmesini sağlamak âdetti. Cenaze günü bile gönderenler olmuştu. Çağrı;
- Biz de pide siparişi verip, Teomanlara gönderelim, diye teklif etti. Bilge Hanım:
- Hayır, ben yemek yapacağım, dedi. O gün gerekli malzemeler alındı, o gün ve ertesi gün Bilge Hanım yemekleri yaptı. Yemekler, on kişi için yapılmıştı: Çorba, et yemeği, pilav, daha önceden hazırladığı sarmalar… Tatlı olarak tahin helvası almışlardı. Bu on kişilik yemeği hazırlamak bile, tatlı da hazır alındığı halde, 81 yaşındaki Bilge Hanım’ı feci şekilde yormuş, yıpratmıştı.
Davet yemekleri hem daha kalabalık olacaktı hem de davete bu kadar daha çeşit eklemek lâzımdı. Çağrı, annesinin bunu yapmasına imkân olmadığını gördü.
* * *
Yılın sonlarına doğru, çevre gönüllüsü dostlarından, yaşı seksene yaklaşan Akın Abi telefon etti:
- Biz, Türklük Âlemi Yazarları Araştırma ve Kültür Derneği’ne üye olduk, seni de yapalım. Senin kitabın var mı? diye soruyordu.
- Eh, yirmi yıl kadar önce yazdığım bir kitabım var, dedi, çağrı.
Yaz gününü andıran, güneşli bir Aralık günü, öğleden sonra, Kültürpark’ta, “Çevre Gönüllüleri” toplantısı yapıldı. Toplantıya, Çağrı, Akın Abi ve onun arkadaşı Avukat Hakan Bey de katılmıştı. Toplantı bitince, Akın ve Hakan’ın üye oldukları Yazarlar Derneği’ne gittiler. Hava kararmış, dernekte ışıklar yanmıştı. Çağrı’yı, Dernek Başkanı ve diğer üyelerle tanıştırdılar. Derneğin yayımlamış olduğu dört kitabı ve bir dergiyi hediye ettiler. Çağrı da derneğe bağışta bulundu. O gün toplantı günüydü. Çağrı da katılmış oldu.
Dernek üyelerini beğenmişti. Kitapları da okuduktan sonra, üye olmaya karar verdi. Aradan on gün kadar geçmişti. Kararını bildirmek, Akın ve Hakan Abilerle buluşup bir yemek yemek için onları telefonla aradı. İlk gün ikisine de ulaşamadı. Dernek Başkanı Seçkin Özgür’ü aradı. Durumu anlattı. Bir saat kadar sonra, Seçkin Bey’den, “ben de ulaşamıyorum” cevabını aldı.
Ertesi gün, tekrar aramaya başladı. Güçbela Av. Hakan’a ulaşabildi, Akın’a yine ulaşamadı. Akın Abi’yi sordu: “Ben de ulaşamıyorum” cevabını aldı. Bornova’da buluşmaya karar verdiler. Bu arada Akın’ı aramaya devam edecekler, ulaşırlarsa Bornova’ya gelmesini söyleyeceklerdi.
Bir saat kadar sonra buluştular. İkisi de Akın’a ulaşamamanın endişesi içindeydiler. Tam o sırada, daha önce, aramalarına cevap alamadıklarını ilettikleri, Akın Bey’in kız kardeşi acı haberi verdi:
- Akın ve Eşi, Balıkesir yakınlarında kaza geçirmişler. Eşi kaza yerinde hayatını kaybetmiş, Akın ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılmış.
Çok üzüldüler. Sağ-salim hastaneden çıkabilmesi için iyi dileklerde bulundular, dua ettiler.
Aralık ayının sonunda, ikinci acı haber geldi. Akın Abi de hastanede hayatını kaybetmişti.
Hayat ne kadar garipti! Akın Abi, Çağrı’yı Yazarlar Derneği’ne davet etmişti. Birlikte etkinlikler yapacak, oturup-kalkacak, muhabbet edeceklerdi. Artık, Çağrı’yı derneğe getiren, üyelerle tanıştıran Akın yoktu. Artık, Çağrı, derneğe Akın Abi’nin yadigarı, dernek de Çağrı’ya yine onun mirası, vasiyeti ve emanetiydi.
Çağrı, Türklük Âlemi Yazarlar Derneği’ni (TALYAZDER) hızla benimsedi. Şehrin tam merkezinde bulunan dernek binasının daha etkin olmasını, daha fazla açık kalmasını, daha fazla insanın gelip gitmesini ve derneğin tanınmasını sağlamaya çalıştı.
Öte yandan, burası yazarlar derneğiydi ve kitaplar yayımlamışlardı. Çağrı’ya, yıllardan beri, çevresinden, “yazılarını kitaplaştır, kitap yaz” önerileri gelmiyor muydu?
İşte, ortam. Tam zamanı ve yeri… Kitap basmalıydı. Hem kendisi için hem de derneğin yayınlarının artması için kitap yayınlamalıydı.
Yeni yılın ilk günlerinde kitap çalışmalarına başladı. Bir yandan, birbiriyle ilgili yazılarını sınıflıyor, bir yandan da yeni makaleler kaleme alıyordu. Dört bin kadar yazısı vardı. Bunların ancak küçük bir bölümünü kitaplarına alabilirdi.
İlk başlangıçta, ülke ve dünya gündeminde öne çıkan, kendisine göre acil olan üç konu seçti: Birincisi, çevre sorunları ve iklim krizi, ikincisi, obezite ve üçüncüsü, Türk kimliği ve Türkçenin yozlaşması meseleleriydi…
Üç konu üzerinde aynı anda çalışmaya başladı. Üç ay içinde, üç konudaki, üç kitap taslağı hazır hale geldi. Bunları, “kitap bastır, kitap yaz” diye kendisini teşvik edenlere, onların desteğini almak için gönderdi.
Yıllardır kendisine kitap yazmayı tavsiye edenlerden cevap bile gelmedi.
O günlerde, oğlu Günhan için, İstanbul’da hem kız istenecek hem de nişan yapılacaktı. Çağrı, yakınlarına haber verdi.
Bilge Hanım, Çiçek ve Demir’le Afyonkarahisar’dan, Tuğrul, Demet’le birlikte Ankara’dan geleceklerini bildirdiler. Hepsi de nişandan bir gün önce İstanbul’da olacaklardı.
Bilge Hanım Çağrı’ya teklifte bulundu:
- İstanbul’a geldiğimiz akşam, hepimiz Neslihan’ın evinde buluşalım. Akşam yemeğini orada yiyelim.
- Çok iyi olur anne, böylece, çok istediğim davet yemeğini İstanbul’da gerçekleştirmiş oluruz.
Bu iş Seçil’e kaldı. Seçil işe girişti. Bütün yemekleri ve hazırlıkları yaptı. Günhan’ı da çağırdılar. Böylece, Cömertlerin, hiç olmazsa on bir ferdi bir akşam yemeğinde bir araya geldi. Onlara, çay faslında, Çiçek’le Demir’i, gece evlerinde misafir edecek olan, Demir’in kuzeni Görkem katıldı, on iki kişilik bir akraba buluşması oldu. Fotoğraf ve videolar çekilerek anılar ölümsüzleştirildi.
Bu buluşmadan üç ay sonra, Günhan’ın nikahının kıyıldığı günün akşamı, Seçil’in anne-babasının evinde, daha geniş katılımlı bir davet kısmet olacaktı. O davet yemeğinde, Seçil’in, Ankara’dan gelen teyzesi, dayısı ve yengesi, İstanbul’da bulunan kardeşi, karısı ve kızı, Afyonkarahisar’dan gelmiş olan Çiçek, Neslihanlar, taze damat Günhan ve aileye yeni katılan gelin hanım İpek bulundu. Böylece, çoluk-çocuk, toplam 19 kişi olmuşlardı. Buradaki davette de işlerin çoğunu Seçil yapmış, son safhada Çiçek yardımcı olmuştu.
Bu davet yemekleri çok hoştu. Güzel bir gelenekti. Bu bir ziyafetti: Dostluk, sohbet, samimiyet, saygı, sevgi, birbirine bağlılık ziyafeti… Resimler, videolar çekildi. Bu davetlere katılanlar, ömür boyu hafızadan silinmeyecek anılarla davetten ayrılıyordu. Güzel, tatlı anılar…
* * *
Çağrı, çevreyle ilgili olan ve obeziteyi konu alan iki kitabın basımı için yayınevleri araştırmaya başladı. Daha önce bastıkları kitap türlerine bakarak, kendi yazdıklarıyla ilgilenebilecek yayınevleri buldu. Taslakları ilgili yayınevlerine göndermeye başladı. Hiçbirisinden geriye dönüş olmuyordu. Obeziteyle ilgili olan kitabının asıl çıkış noktası, Hz. Peygamber’in, “sofradan doymadan kalkınız” hadisiydi. Taslak kitap kapağında da bu hadis yer alıyor, kitabın içeriğinde de sık sık geçiyordu. Kitaba; “İştah Korkunç” başlığını koymuştu.
Hz. Peygamber’in hadisinden yola çıkılarak vücut bulan bir kitaba dinî kitaplar basan yayınevleri ilgi gösterir diye düşünerek, o tür yayınevlerine gönderdi. Hayır, onlardan da bir cevap gelmiyordu. Ünlü değilseniz, kitabınızı ancak kendiniz, üstüne de para vererek bastırabiliyordunuz.
Çevre kitabını, parayla kitap basan, ciddi olduğunu düşündüğü bir yayınevine gönderdi. Bandrol ve diğer bütün masraflar dâhil, 114 sayfalık kitabı üç bin lira karşılığında yayınlayacaklardı.
Yazara hiç kitap verilmeyecek, isterse kendisi, indirimsiz satış fiyatının yarısına satın alabilecekti. Kitap uluslararası bir satış sitesi olan Trendyol’da satışa sunulacaktı.
Çevre kitabı, Mayıs sonlarında basıldı ve satışa sunuldu. Satışa sunulunca, Çağrı gördü ki Trendyol’daki indirimli fiyatı, yayınevinden indirimsiz fiyatın yarısına almaktan daha kolay ve ekonomikti. Çünkü Trendyol’dan iki veya daha fazla kitap alırsan kargo ücreti yoktu. Yayınevi ise, kaç kitap alırsan al, çok yüksek bir kargo ücreti ekliyor, kitap daha pahalıya geliyordu.
Kitap satışa sunuldu fakat kim duyacak, kim görecek de satılabilecekti. Bunun tanıtımını mecburen Çağrı kendi imkânlarıyla yapacaktı. O günlerde, ülkede genel seçimler vardı. Herkes böyle bir seçime kilitlenmiş hâldeyken, kimse Çağrı’nın çağrısını duymazdı. Seçimlerin bitmesini, hatta seçimlerin tartışmasının azalmasını, gündemden düşmesini bekledi.
Haziran ayı başında kitabının çıktığını duyurdu. Bütün sosyal medya mecralarını kullandı. Her fırsat ve imkândan yararlanmaya çalıştı. Her vesileyle, tekrar tekrar kitabının tanıtımını, resmiyle birlikte yapıyordu. Yakın ve uzak çevresinden duymayan, görmeyen kalmamıştı.
Sosyal medyadan, “tebrik” yağıyordu. “Okuru bol olsun” duaları sağanak sağanaktı. Bunlara bakınca, Çağrı umutlandı. Tebrik ettiklerine, okuru bol olsun dediklerine göre, kendileri de o bol okurun içine gireceklerdi, herhalde!
Hayır, öyle olmadı. İnsanlar kitap satın almak, bir arkadaşına, bir yakınına destek olmak konusunda çok nazlıydılar. En güvendikleri, en yakınları bile nazlanıyordu.
Hayretler içinde kaldı, hafakanlar bastı. Nasıl böyle bişey olabiliyordu? Bu kitap tecrübesinden Çağrı’nın öğreneceği, kavrayacağı çok ders vardı anlaşılan?
Öte yandan, haklarını yememek lâzım, hiç nazlanmayan dostları da vardı: Oğlu Günhan, kızı Neslihan, duyar duymaz kitabı almışlardı. Sonra kardeşleri birer tane ve kız kardeşi Çiçek’in kızı Umay iki tane birden almıştı. Kayınbiraderi Seçkin almıştı. Bunlar aile bireyleriydi.
Onların dışında, kitabı ilk önce, sınıf arkadaşı Dağhan ve eşi Petek Tamtürk almışlardı. Petek Tamtürk, kitabın Trendyol’daki satış sayfasına; “Çevre bilincinin oluşması için her evde bulunması gereken bir kitap, her yaş grubunun anlayabileceği bir dilde yazılmış.” yorumunu yapmıştı.
Ayrıca, hemen birkaç gün içinde;
24 yıl önce çalıştığı şirketteki müdürü Ataman,
Yaklaşık kırk yıl önce askerlik hizmeti sırasında tanıştığı asker arkadaşı Metehan,
Kortlarda tanıştığı ve sık sık tenis oynadığı meslektaşı Gökberk,
Sosyal medya ortamında tanıştığı, Fransa’da yaşayan Sandıklılı, manevî ve mukaddes kardeşi Gökçe,
Eşinin arkadaşı Tansu Hanım,
Aile dostları Selin Abla ve onun bir oğlu,
Sınıf arkadaşı, emekli öğretmen Turgay Eray ve iki kızı,
Seçil’in iki teyze oğlu; Ozan ve eşi Elçin, Özgür ve eşi Sandara, kitabı, Trendyol’dan satın almışlardı.
Sandıklı’dan, 55 bin nüfuslu memleketinden, iki kişi, ikişer, toplam dört adet kitap satın almıştı. İlki, Sandıklı’da emlakçılık eden arkadaşı Güntekin Gökalp, diğeri, Afyonkarahisar yolundaki bir köyde oturan, emekli emniyetçi dostu, büyüğü Alpagu Erdem’di.
Onlar moral ve cesaret veriyor. Hassasiyetleri, incelikleri ve destekleri için onlara şükran duyuyordu.
O ilk haftalarda ve aylar geçtikçe, en hayret ettiği hâl ise, eşinin iki kuzeninin, kitabı hemen satın alıp da kendisinin hiçbir akrabasının almaması olmuştu.
Allah Allah, bu iş, nasıl işti: Eşinin akrabaları satın alıyor ama kendi akrabaları hiç oralı olmuyordu! Görmüyor, duymuyor, bilmiyor, üç maymunu oynuyorlardı.
Annesinin geniş sülalesi, o sülaledeki zengin iş insanları; baba tarafı, Cömertler sülalesi… Birbirlerine çok muti olmakla övünen Cömertler…
Her iki sülalenin okumuş çocukları, evlerinde, iyi-kötü birer kütüphane bulunan okumuş akrabaları… Hele hele, öğretmen akrabaları… Öğrencilerine okumayı, kitapla dost olmayı, kitap satın almayı öğütleyen, çevre konusunda duyarlı ve öğrencilerini de duyarlı yetiştirmeye çalışan öğretmen akrabaları neredeydi?
Evet, bu kitap, Hanya’yı-Konya’yı, dünyanın kaç bucak olduğunu gösterecekti Çağrı’ya!
Bazı dost ve yakınları, kitabın basım ve satış işlemini tam anlayamamışlardı. Çağrı’nın elinde kitap olduğunu zannediyor, ondan satın alabiliriz veya hediye edebilir diye bekliyorlardı. Buna açıklık getirdi: Kitabın sadece internet ortamında satıldığını, kendisinin de aynı fiyata oradan satın aldığını yazdı, söyledi.
Bu açıklamadan sonra, İzmir’de en çok beraber olduğu hemşerisi ve meslektaşı Alp Sarıbatur, Trendyol’dan iki kitap birden satın aldı ve Çağrı’ya imzalattı. Çağrı çok teşekkür etti ve aralarındaki dostluk biraz daha pekişti. Daha sık buluşmaya başladılar.
Kitap meselesini çok ciddiye alıyordu. Haziran ayı başından itibaren, aklını-fikrini en fazla bu kitabın tanıtılması meselesi meşgul ediyordu. Sosyal medyada ve çeşitli gruplarda her vesileyle duyuruyordu. Tekrar tekrar tebrik edip de kitabı almaya hiç niyeti olmayanlara da sitem yağdırıyordu.
Fakülte arkadaşlarından ses çıkmayınca, onlardan, ilgileneceklerini düşündüğü bazılarına ve kendisinin de üye olduğu, “Toplumbilim 1980 Mezunları Derneği”ne başvurmaya karar verdi ve Dernek Başkanı Bazkara’ya, 19 Haziran’da şu iletiyi gönderdi:
“Bazkaracım, Merhaba,
‘Çevre’ konulu, yerküreye karşı tehditleri içeren, küresel ısınma ve iklim krizi, plastik kirliliği ve tehlikesi, erozyon faciası gibi bütün insanlığın felaketi olan çevre sorunlarına dikkat çeken, bu tehditlerle mücadele yollarını ortaya koyan bir kitap yazdım. Kitap, 24 Mayıs 2023 tarihinde Cinius yayınlarından çıktı, Trendyol’da satışa sunuldu.
Böyle bir kitabın içeriğini devre arkadaşlarımız için faydalı bulur musun? Böyle bir eser ortaya koyan devre arkadaşımızı desteklemek, derneğin kuruluş ve varlık amacı olan yardımlaşma ve dayanışma kapsamı içine girer mi? Meselâ dernek binasında bu kitaptan 2-3 tane bulundurulmasını yönetim nasıl karşılar?
Selâmlarımla…”
Bazkara’dan cevap hemen geldi:
“Merhaba sevgili kardeşim,
Öncelikle, seni kutluyorum. Bu çok önemli konuda bir kitap yazmanı hayranlıkla karşıladım. Benim gibi bilmeyenler için kitabının resmini çekip bana gönderirsen derhal devre arkadaşlarımıza duyururuz. Kış döneminde (Kasım, Aralık gibi veya daha sonra) dernekte bir sunum ve söyleşi de düzenleyebiliriz. Tekrar tebrik ediyorum. Selamlar, sevgiler”
Çağrı, Bazkara’nın cevabını ümit ve cesaret verici buldu. Derhal kitabın resmini çekip gönderdi. “Söyleşi çok iyi fikir. Çok mutlu olurum” dedi.
Aradan beş gün geçti. Bazkara kitabı grupta tanıtmadı.
Memleket meseleleri hakkında yazıştığı ve Mezunlar Derneği’nin üyesi olan Karacık Emin adlı arkadaşına kitabın fotoğrafını gönderdi. Karacık, tebrik etti “gruplarımda paylaşacağım” dedi. Ayrıca ekledi:
- Trendyol’dan ilk bir şey aldığımızda kitabı temin edeceğim.
Karacık, kitabın fotoğrafı ve Trendyol’daki bağlantısıyla birlikte,
“Çevre konularında duyarlı olan ve etkin çalışmalar yürüten değerli devre arkadaşımızın yayımlanan kitabı… Arkadaşlar, temin ederek destek olabilirler.” şeklindeki metni Çağrı’ya iletti: “Üye olduğum devre ve diğer gruplarımda yukarıdaki gibi paylaştım.” diye de not düştü.
İlgiye, duyarlılığa Çağrı çok memnun olmuş hatta çok güçlü olmasa da içinde bir umut ışığı bile yanmıştı.
Karacık’ın paylaşımını, Mezunlar Derneği’nin ikinci başkanı, kendisi hiçbir şey katmadan, kayıtsızca ve bir angaryadan bir an önce kurtulmak ister gibi bir üslupla WhatsApp grubunda yayınladı.
Çağrı o laubali üsluba bozulmuştu. Bununla beraber, bu paylaşıma vesile olduğu için, Karacık’a teşekkür edip, şu kısa iletiyi gönderdi: “Yardımlaşma ve dayanışma amacıyla kurulmuş dernekten insan destek bekliyor tabii… Duyarlılığı göreceğiz. Yaklaşık yirmi gün sonra sonucu sana iletirim” diye yazdı.
Yirmi gün geçiyor… Tık yok. Çağrı, sabırla yirmi gün daha bekliyor ve durumu Karacık’a yazıyor:
- 40 gün oldu. Sonuç: Sıfır.
Karacık’tan cevap:
- Üzücü.
Burada iletişim kesiliyor.
Üzücü diyen Karacık Emin, hani, Trendyol’dan, “ilk bir şey aldığında kitabı temin edecek”ti? Demek ilk bir şey almamıştı. Zaten, almaya niyeti olsa, kitabı temin etmek için ilk bir şey almaya lüzum var mıydı? Karacık’ın maksadı üzüm yemek miydi, bağcıyı dövmek mi?
“Üzücü” ha! Kim için? Niçin? Neden üzücü? Kime üzüldün Karacık? Kim için üzüldün Karacık? Bu üzüntüde, arkadaşını üzmekte senin bir payın, yükümlülüğün, sorumluluğun yok mu Karacık? Samimiyet nerede Karacık, ‘emin’lik nerede? Karacık’ın u yaptığı riyanın ta kendisi değil de neydi?
* * *
Hava müsait oldukça, Çağrı, evin yakınında bulunan tenis kortlarına idman yapmaya gidiyor, orada, hemen her gittiğinde yeni tenisçilerle tanışıyordu. Bunlardan biri, Cengiz Oğuz adındaki genç bir diyet uzmanıydı. Kısa sürede birbirlerine ısındılar. Hemen her gün, bir saat kadar tenis oynuyor, molalarda kısa kısa sohbet ediyorlardı.
Bu sohbetlerden birinde, konu kitaba geldi ve Çağrı, çevre kitabından bahsetti.
Cengiz, hemen o gün kitap siparişi vermiş. Birkaç gün sonra kitap gelmiş ve ilgiyle okumuş. Bunu söyleyince, Çağrı çok şaşırdı, çok duygulandı. Teşekkür etti.
Bir gün, oyun arasında sohbet ederlerken, Cengiz, “bir ara, dışarıda da buluşabiliriz. Çay-kahve içeriz.” dedi.
“Memnun olurum.” dedi Çağrı.
İki-üç gün sonra, bir akşam, yakınlardaki bir çay bahçesinde buluştular. Bu buluşmada birbirlerini daha iyi tanıyacaklardı. Çağrı, fırsat bulmuşken, bir sağlık uzmanına kafasındaki birtakım soruları da sormaya karar vermişti.
Muhabbetin koyulaştığı bir sırada, Çağrı, babasının ölümünden, ölüm sonrası bunalıma girdiğinden, suçluluk duygusundan bahsetti. Babasının yoğun bakımdaki ve bu dünyadaki son gecesinden ve o gece kolunu sımsıkı tuttuğunu, kendisinin, hastane görevlilerinin de sık sık ikazları sonucu ayrılmak ve kolunu babasının elinden kurtarmak zorunda kalışını anlattı. Bunun kendisinde, bir suçluluk duygusu yarattığını, babasının sanki, “ben senin elini ömür boyu tuttum, sen benim elimi bıraktın” diye sitem etmekte olduğu gibi bir hisse kapıldığını anlattı.
Cengiz güldü:
- Olayları dramatize etmekte üstümüze yok, dedi.
Şu küçücük açıklama Çağrıyı inanılmaz derecede sakinleştirdi. Gerçek bir ilaç, hastayı tedavi eden bir ilaç gibi geldi. Cengiz’e içtenlikle teşekkür etti. Birbirleriyle daha da yakın dost oldular.
Belki de Çağrı’yı sakinleştiren, rahatlatan şey, Cengiz’in kısa yorumundan çok ilgiyle dinlemesiydi. Sorununa ilgi göstermesi, sözünü kesmemesi, akıl öğretmeye kalkmaması, Çağrı’nın içini iyice dökmesini sağlamasıydı!
Dertli birisi karşısına geldiği zaman, insan ne feci hatalar yapıyor: Ya ona çözüm önerileri sunuyor, tavsiyeler, nasihatler, akıllar veriyor veya onu dinlemeyi bırakıp kendi dertlerini anlatmaya başlıyor, dertlerini yarıştırıyor. “Duygudaşlık” kuramıyor. Ona sorunlarını anlatan eşi, dostu, arkadaşı ondan çözüm beklemiyor, ona içini dökmek istiyor. Sadece kendisini dinlemesini, sözünü kesmeden dinlemesini istiyor. Türkçede ne güzel bir deyim var: İçini dökmek!
Sıkıntılar içinde kıvranan kişi, “içini”, “derdini dökmek” istiyor. İçini dökebilirse sorunları büyük ölçüde dökülmüş, onlardan kurtulmuş oluyor. Gerilimi azalıyor, rahatlıyor.
Bir insanı sadece dinleyen kişi, ona ne kadar büyük bir iyilik ve hizmet ettiğinizi hesap bile edemez! Ona çok büyük bir armağan vermiş olur. Değer vermiş, kendisini değerli hissettirmiş olur. Kendini aradan çekerken onu yüceltmiş, zirveye çıkarmış olur. Bu, hiçbir ilaçla kıyaslanamayacak kadar etkili bir iyileştirici, hiçbir sağlık kurumunun ulaşamayacağı kadar başarılı bir tedavidir.
Bu dinlemektir. Dinleyebilmektir.
Bu, dinlemeyi bilmektir.
Çağrı, “İştah Korkunç” başlıklı kitabı için yayıncı aramaya devam ediyordu. Çevre gönüllüsü dostu, emekli öğretmen Uluğ Başer, tanıdığı matbaacılar olduğunu söylemişti. Bornova’daki bir tanıdık matbaaya gittiler. Matbaa sahibi, bin kitap için 39 bin lira fiyat çıkardı. Bu 83 sayfalık kitap için çok anormal bir rakamdı. Uluğ Abi bozuldu. Fakat uygun bir yayıncı bulmak için de gayrete geldi, hırs yaptı. Her gün İzmir’i geziyordu. Sonunda, çok hesaplı bir yayıncı buldu. Bin adet kitap basılacak, hepsi Çağrı’ya teslim edilecek, 12 bin liraya mal olacaktı. Bu rakam, Çağrı’nın, o dönemdeki bir aylık emekli maaşına yakın olmakla birlikte, önceki yayıncının verdiği fiyatın üçte birinden bile azdı. Çağrı, Uluğ Başer’e teşekkür etti:
- Uluğ Abi, sana yemek ısmarlayayım, dedi. Uluğ kabul etmedi. Abilik etti, kendisi, Çağrı’ya börek ısmarladı.
“İştah Korkunç” adlı eseri, temmuz ayı başlarında basıldı. Kitaptan bir tanesini, diyetisyen dostu Cengiz’e hediye etti ve “diyete yardımcı olup olmayacağını, bir de böyle bir kitap yazmakla haddini aşıp-aşmadığını” söylemesini rica etti.
83 sayfalık küçük eser, 50 dakikada okunabiliyordu. Cengiz, kitabı gece okumuş, sabah kortta;
- Evet, okunursa faydalı olur, dedi.
- Peki, böyle bir kitap yazmakla haddimi aşmış mıyım? diye sordu Çağrı.
- Bu bir inceleme kitabı. Sağlık kuruluşlarının görüşlerini de aktarmış, kaynaklarını da açıklamışsın. Hayır, burada haddini aşacak bişey yok. Ayrıca, obezite konusunda herkes konuşabilir. Obeziteyle mücadele eden sadece takdir edilir. Ben de size teşekkür ederim.
Bu açıklamalar Çağrı’yı hem rahatlattı hem mutlu etti.
Birkaç gün sonra, Cengiz;
- Dün hastaneye, sizin yaşlarınızda bir meslektaşınız geldi. Aşırı kilolu ve birçok hastalıkla uğraşıyor. Sizden bahsettim. Sizi örnek gösterdim, diye açıklama yaptı.
Çağrı, Cengiz’in ilgisi ve içtenliğinden çok memnun oldu, şükran duygusuyla dolu olarak,
- Sağ ol, var ol, kardeşim, dedi.
“İştah Korkunç” adlı kitabını da her ortamda tanıtmaya başladı. Hz. Peygamber’in hadisini öne çıkarıyor, çok dindar gözüken toplumda bir ilgi uyandıracağını umuyordu. Hayır, hemen hemen hiçbir ilgi uyandırmıyordu. Elinde bin adet kitap olduğu için, bu kitabı dostlara hediye edeceğini duyurdu. Dostlar(!) hediye almak için bile gelmiyorlardı.
Birkaç gün sonra, Çağrı ve Seçil, daha önceden planlanan Balkan Turu’na çıktılar. On gün sürecek ziyarette, Türklerle, Türkçe bilenlerle karşılaşma ihtimali hayli yüksekti. Orada yaşayan Türklere kitap hediye etmek, Çağrı’ya iyi bir fikir gibi geldi ve “İştah Korkunç” adlı kitabından on tanesini yanına aldı.
Gerçekten de her yerde, bütün Balkanlarda Türklere rast geliyorlardı. Çağrı, hemen hemen ziyaret ettikleri her Balkan ülkesinde bir veya iki kitabını hediye olarak bıraktı.
Balkanları ziyaret, bir Türk için çok faydalı, çok ufuk açıcı ve Çağrı’ya göre çok elzemdi. Buraları her Türk, mümkün olan en genç yaşlarında görmeliydi. Yabancı ülkelerde değil de sanki Türkiye’nin batıya doğru uzantısı olan bir coğrafyada geziyordunuz! Selanik’teki Atatürk evi, Makedonya-Manastır’daki, Atatürk’ün eğitim gördüğü Askerî Lise, Manastır’ın yanı başındaki Resneli Niyazi Konağı çok tanıdık geliyor, her yerde Türkçe konuşanlarla karşılaşmak, sizi kendi evinizde gibi hissettiriyordu. Bu hal, Çağrı’yı çok etkiledi. Gezi boyunca not tuttu.
Balkanları ziyaretten döndükten sonra, 13 sayfa hacminde bir “Balkanlar raporu” yazdı. Raporda, Balkanların dünü, bugünü özetleniyor. Geleceğinde, Türkiye’nin etkisi, Türk insanına sunduğu imkân ve fırsatlar, Türkiye ve Türklerle bağları, neler yapılabileceği, uyarılar ve öneriler bulunuyordu. Çağrı, bu raporu, yakında çıkarmayı düşündüğü, “Türk Kimliği” adlı eserine koyacaktı.
Yaz mevsiminin ortasında, kısa bir süre için Sandıklı’daydı. O günlerde “Şehr-î Şifa Sandıklı” şenlikleri vardı. Sandıklılı şair ve yazarlar da kendilerine ayrılan bir masada, kitaplarını sergileyebiliyorlardı. O günlerde tanıştığı Sandıklılı şair Gündüzalp Aktaş, onu da davet etti. Bu önemli bir fırsattı. Çevre kitabından elinde iki adet vardı. Onu ve bol miktarda olan, “İştah Korkunç” kitabından yirmi adedini masaya koyarak sergiledi.
İçlerinde belediye başkanı ve Sandıklılı iktidar milletvekilinin de bulunduğu, şehrin ileri gelenleri şenlik alanını geziyorlardı. Kitapların bulunduğu masaya yaklaştılar. Takım elbiseli, kravatlı, 45-50 yaşlarında bir bey, İştah Korkunç kitabını eline aldı. Hz. Peygamber’in hadisini gördü. Gülerek, “kimse bunu duymak, görmek, bununla yüzleşmek istemiyor” dedi ve uzaklaştı.
O akşam bir adet İştah Korkunç kitabı satıldı. Satış ücretinin yaklaşık yarısını, SMA hastası çocukları için bağış toplayan aileye verdiler. Çağrı, ertesi günü Sandıklı’dan ayrılacağı için, geriye kalan İştah kitaplarını şair arkadaşına bıraktı. Daha sonra, neticeyi sorduğunda, “iki kitabın daha satıldı. Hasılatı SMA hastası bebek için bağışladık” cevabını aldı. Bu kadarına bile memnun olmuştu. Teşekkür etti.
Yakın dost bildiklerinden destek gelmezken, çok şaşırtıcı destekler gelebiliyordu. Bunlardan biri, oturduğu apartmanın eski görevlisinin ilgisi ve desteğiydi. Bir yıl kadar önce, apartmandan emekliye ayrılan Yazgan Özgün, kitabın tanıtımını sosyal medyada görüyor ve satın alıyor. Kitabı imzalaması için, Çağrı’yı kahve içmeye davet ediyor. Buna çok şaşıran, çok sevinen Çağrı, “kahveyi ben ısmarlarım” diyor ve buluşuyorlar. Tabii kahve bahane, sohbet şahane… Kitabı büyük bir mutlulukla imzalayan Çağrı, Yazgan’a duyarlılığı, ince fikirliliği ve nezaketi için tekrar teşekkür ediyor. Fotoğraf çekilip, sosyal medyada paylaşıyorlar.
Diğeri, Seçil’in gün arkadaşı, Çağrı’nın hemşerisi, neredeyse seksenindeki Ayben Abla’ydı. Çağrı’nın, Sosyal medyadaki, kitapla ilgili her paylaşımında, “Çağrı, o kitaptan istiyorum, Seçil’le gönder” diyordu. Çağrı teşekkür ediyor, “memnuniyetle göndereyim” diyordu. Ayben Abla’nın, kitabı Trendyol’dan alması zordu. Bu gibi talepleri karşılamak ve “internetten alamıyorum mazeretini” ortadan kaldırmak için, Çağrı, sosyal medyada, “talep edene, satış fiyatı üzerinden, ben getirtebilirim” iletisini de paylaşmıştı. Böylece, ihtiyaç oldukça birkaç adet getirtiyordu. Kitap Günleri ve Kitap fuarları için de yine, önceden getirtiyor, yanında bulunduruyordu. Ayben Abla’ya, Çevre ve İştah Korkunç kitaplarını gönderdi.
* * *
Destek sınırlı, köstek sınırsızdı. Bu yaşına kadar var olduğunu zannettiği akrabalık, arkadaşlık, hemşerilik dayanışmasına ne olmuştu? Kendisi onların her işine ömür boyu koşturmamış, her girişimlerini desteklememiş miydi?
Duvardan ses geliyor, dostlardan(!) ses gelmiyordu. Anlamıştı! Ses gelmeyecekti. Çağrı’nın çağrıları kimsenin umurunda değildi. Onlar için, evrende Çağrı diye birisi yoktu… Hiç yaşamamıştı.
Ne yapabilirdi? Yapabileceği hiçbir şey yoktu… Yazmaktan, yazabilmekten başka! Köşesinde, “Açıkça İlan Ediyorum” başlıklı şu yazıyı yayınladı:
“Trendyol’da satılan çevre kitabımın fiyatı 64 lira… Sayısı binleri bulan yakınlarım, dostlarım(!) arasında bu parayı veremeyecek kimse yok. Bu kitaptan bin taneyi bir kalemde alabilecek çok arkadaşım(!), hemşerim(!), akrabam(!) var. Ama almadılar… Okumadılar. 15 yıllık emeğimin 64 lira etmeyeceğini düşünmüş olmalılar. 64 liraya beni ve emeğimi değiştiler.
Kitabı, aile fertlerim dışında, sadece 44 dostum satın aldı, okudu. Sadece 44 candan dost 64 lira verme cömertliğini, civanmertliğini, yiğitliğini gösterdi. Bu candan dostlar benim ilelebet gönlümü kazandı. Değerli dostlarım, size ömür boyu minnettarım. Sizlerle dünyam renkli, hayatım zengin, ruhum huzurlu, zekâm işlek… Bana çok büyük bir güç veriyor yanımda olduğunuzu bilmek. Var olun. Dualarım daima sizlerle… Ben razıyım, Ulu Tanrı da sizden razı olsun.
BİR KISA DESTEK HİKÂYESİ
Bir yakınım, 8-9 sene önce, bir doğal ürünler kooperatifi kurma girişiminde bulundu. Beni de ortaklar arasında görmek istediğini bildirdi. Kırmadım. Kabul ettim ve o kooperatifin kurucu ortağı oldum. 2023’e kadar da her toplantısına, İzmir’de bulunuyorsam katıldım.
2023 Haziran’ındaki kooperatif toplantısı, kitabım yayınlandıktan yaklaşık bir ay sonra yapıldı. Yakınımın bana destek olmadığını görünce, toplantıya katılmak içimden gelmedi ve katılmadım. Aslında, o günden itibaren kooperatiften koptum. Bununla beraber, bişey demedim. Takibe devam ettim.
Yakınım, 26 Haziran’da, toplantı kararlarını iletti. Kararlardan biri, üyelerin, her ay 50 TL aidat (o, ‘ödenti’ diyor) ödemeleri hakkındaydı. Kooperatifle ilişkimi kopardığım halde, hiçbir mecburiyetim yokken, bir ‘destek mesajı’ vermek için, 1 değil, 12 aylık aidatı peşin olarak gönderdim. Başkan yakınım, ‘Üyemiz Çağrı Cömert, bir yıllık ödentisi olan 600 lirayı, kooperatifimizin Ziraat Bankası hesabına gönderdi. Teşekkür ediyoruz kendisine. Diğer üyelerimiz de aynı duyarlılığı gösterirse seviniriz’ diye bendenizi örnek gösterdi. Görüldüğü gibi, yakınıma, hiçbir mecburiyetim yokken ‘on kitap parasını’ tak diye hediye etmişim.
Bunun gibi, bendeniz, bütün yakınlarıma, yapmam gerekeni yaptım, yükümlülüklerimi yerine getirdim… DESTEKLEDİM. Sırası gelince ki geldi, aynı davranışın bana yönelmesini beklemek en tabii hakkımdır.
DESTEĞİNİ ESİRGEYEN DOSTLAR(!)
Kitap 64, yaşım 65! Bu yaşa kadar gelen dostluk(!) 64 lira etmedi. Başka bir ifadeyle, aramızda 64 lirayı aşabilecek bir samimiyet yokmuş.
Ulusal bir yayınevinden çıkmış, uluslararası bir alışveriş sitesinde satışa sunulmuş eserime 64 lira verip almayan bir hasislik, cimrilik benim arkadaşım, hemşerim, akrabam olamaz. O-LA-MAZ! Benim öyle arkadaşlarım, hemşerilerim, akrabalarım yoktur. AÇIKÇA ilân ediyorum. Bitti. Nokta!
Şunu da söyleyeyim: Ben sizi reddetmedim. Siz beni reddettiniz… Siz beni YOK saydınız. Evet, YOK saydınız! Ben de sizin bu kararınıza saygı duyarak arkadaşlığımızın(!), akrabalığımızın(!) bitişini, üzülerek, kabul ettim. Herkesin yolu açık olsun.
ÇEVRECİLERİN İLGİSİ DE ZAYIF
Bir sınıflama yapacak olursak, kitaba en fazla ilgi gösteren küme, ‘çevreciler’. Lâkin çok zayıf bir ilgi… Ulaşabildiğim çevrecilerin binde birine tekabül eden küçük bir ilgi!
Oysa çevreciler, ‘çevrecilerin sesi’, ‘kendilerinin feryadı’ olan bu kitaba dört elle sarılmalıydı… Kapış kapış almalı, okumalıydı... Çevre sorunlarına karşı ne kadar duyarlı olduklarını dünyaya kanıtlamalıydılar. Kitaba sahip çıkmalı, onu benimsemeli, onu tanıtmalı, yaymalı, önermeliydiler
ÖĞRETMENLERİN İLGİSİ ve İLGİSİZLİĞİ
Yüzlerce öğretmen dostum(!)dan, ilki, Anadolu’nun bağrından bir öğretmen kardeşim kitabımı aldı/okudu. İkincisi, ortaokuldan sınıf arkadaşım Turgay Eray kardeşim 3 kitap aldı/okudu, sosyal medyada, bendenize iltifat ederek tanıttı, okunmasını tavsiye etti ki cömertliğini ve büyük desteğini ömür boyu hatırlayacak, anacağım… Bir de ‘eser, okullarda çevre ders kitabı olarak okutulacak kadar dolu ve iyi, velîlere tavsiye edilecek kadar faydalı’ diye iltifat eden, çok değerli çevreci öğretmen Bahar Danışan. Üç candan dost hocama şükranlarımı sunarım.
Bahar Hanım’ın deyimiyle, ‘çevre ders kitabı’ niteliğindeki bir esere bütün öğretmen arkadaşlarım ilgi göstermeliydi.
BU NE SAKAT BİR ANLAYIŞ, HERKES KİTABINI ALMAK ZORUNDA MI?
Elbette değil! Ben de zaten herkesten beklemiyorum. Ama hemşeri/dernek/akrabalık dayanışmasından, bağlarından bahsediyorsan, evet, 15 yıllık emeğimin ürünü olan kitabı satın almak, okumak ve beni desteklemek yükümlülüğün var. Kendinde böyle bir sorumluluk duygusu görmüyorsan, samimi değilsin (samimi olmayana riyakâr denir diye biliyorum). Öyleyse, dostum değilsin… Söylediğim bu.
DUYMAYAN, GÖRMEYEN OLABİLİR Mİ?
Hayır olamaz! WhatsApp, Facebook, Twitter, Instagram ve hatta YouTube üzerinden o kadar çok duyurduk, paylaştık, kendi haber sitemizde haberini yaptık, her sohbet ortamında konuştuk ki kitabın yayınlandığını duymayan, görmeyen kalmamıştır.
Bu ortamlarda ses vermeyen bir yakınıma WhatsApp mesajıyla bildirdim. Mesajı üç gün açmadı. Kayıtlar duruyor. Üç gün sonra; ‘haberim var, tebrik etmeye ve sipariş vermeye fırsat bulamamıştım. Hatırlattığın iyi oldu. Sipariş verdim. İlk fırsatta okuyacağım inşallah’ cevabını verdi. Bu genç yakınımın sipariş verdiğine, kitabı okuduğuna dair bir kanıt henüz bulunamadı. Ama dikkat edin, burada mühim olan, ‘haberim olmadı’ diyemiyor. Sessiz kalmış ama kitabın çıktığını duymuş, paylaşımlarımı görmüş. ‘Habersiz’ değil!
Hayır, duymayan, görmeyen kalmamıştır.
Duymayan, duymak istemeyendir… Görmeyen, görmek istemeyendir.
KÖTÜ ve SORUNLU BİRİ!
Bu satırları kaleme aldığım sıralarda, Twitter’da, Hüsnü Mahalli’nin şu paylaşımına rastladım:
İNSANLAR SUÇLULUK DUYGULARINDAN, VİCDAN AZABINDAN VE KENDİLERİYLE YÜZLEŞMEKTEN KAÇINMAK İÇİN NE YAPARLAR, BİLİR MİSİNİZ?
Sizi, ‘KÖTÜ ve SORUNLU BİRİ’ ilân ederler.”
Yazısı, kısa süre içinde en çok okunan yazıları arasına girdi.
Bu yepyeni aydınlanma şekli ve yeni bilinç seviyesiyle Çağrı, dost gözüken riyakârlardan uzaklaşıyor, gerçek dostlara sımsıkı sarılıyor, onlarla daha fazla buluşuyor, görüşüyordu. Zamanını, enerjisini, imkânlarını samimi dostlara ayırıyordu.
Muhakkak, böylesi daha iyiydi. Özellikle, ilerleyen yaşlarda çok arkadaşa, hele yüzlerce yüzeysel arkadaşa hiç ihtiyaç yoktu. Kalabalıkların yerine, birkaç candan dost daha iyi, daha faydalı, daha iç açıcı, daha sağlıklıydı. Enerjinizi tüketen, iki yüzlü davranışlarla sizi üzen, buluşmalardaki samimiyetsiz ve boş konuşmalarıyla sizin vaktinizi çalan sözde arkadaşlardan kurtulmuş oluyordunuz.
Nadiren, Çağrı’nın, neden kendilerinden uzaklaştığını merak edenler oluyordu. Çağrı onlara, Barış Manço’nun, “Kendimi Hıyar Gibi Hissediyorum” parçasını hatırlatıyor, “derdimi anlatmak uzun hikâye, kendimi ifade ettiğim bir yazı var, onu göndereyim, merak ediyorsan, oku” diyor ve yukarıdaki yazıyı iletiyordu.
Güze doğru, İstanbul’a gitti. İstanbul’da pek çok hemşerisi, arkadaşı ve orada bulunduğu dönemlerde tanıştığı dostları vardı. Her geldiğinde, o dostlardan mümkün olduğunca çoğuyla buluşmaya, görüşmeye çalışırdı. Çok yıllar önce, İstanbul’da, o zaman üye olduğu siyasî parti teşkilatında tanıştığı, sonra iyi dost olduğu, kendisinden 10 yaş kadar küçük Yiğit adlı bir arkadaşı vardı. Sık sık haberleşirlerdi. Yiğit,
- Abi, İstanbul’a geldiğinde seni, emekli öğretmen olan yazar bir abimle tanıştıracağım, demişti.
Kararlaştırdılar, bir pazartesi günü öğle saatlerinde Şişli’de buluştular. Yiğit, hemen hemen Çağrı’nın akranı olan, emekli öğretmen, yazar Görkem Bey’i, Çağrı’yla tanıştırdı. Buluştukları yer bir özel hastanenin kafe-lokantasıydı. Çok hareketli fakat gürültüsüz bir mekandı. Rahat rahat konuşabiliyorlardı. Akşama kadar, uzun uzun sohbet ettiler. Birbirlerine ve Yiğit’e kitaplarından hediye ettiler. Yiğit, çıkardı ikisine de kitap ücreti verdi. Buna çok şaşıran, çok duygulanan Çağrı, olayı hem ölümsüzleştirmek hem de Yiğit’e açık teşekkür etmek için kısa bir köşe yazısına konu etti. “Ben Cömertliğin Meftunuyum, Hayranıyım” başlığı altında şunları yazdı:
“Asgarî ücretle çalışan bir dostum… Yiğit kardeşim…
Birçok ekonomik problemi var.
İstanbul’daki, ünlü bir özel hastanenin lüks sayılabilecek kafesinde, bizi gün boyunca çaylarla, kahvelerle, tatlı/tuzlu yiyeceklerle bigüzel ağırladı.
Günün sonuna geldik. Artık ayrılacağız. Görkem Bey’le kitaplarımızı birbirimize ve Yiğit’e hediye ettik. Benim kitabım, ‘İştah Korkunç’ adlı, 83 sayfalık küçük bir kitap. Fiyat etiketinde 50 TL yazıyor. Görkem Bey’in, ‘İçimdeki Muhalif Ses’ adlı kalın kitabında fiyat etiketi yok.
Bizi gün boyunca ağırlayan Yiğit kardeşim ne yaptı biliyor musunuz?
Çıkardı, bize 50’şer lira kitap ücreti verdi. Çok şaşırdık. Kabul etmek istemedik. Bunun üzerine Yiğit dedi ki: ‘Siz bu kitaplara emek harcadınız. Verdiğim para emeğinizin karşılığı olamaz ama ben sizi karınca kararınca desteklemek ve teşvik etmek için ücret ödeyeceğim’.
Doğrusu, çok duygulandım. O kadar zengin tanıdığıma kitabımı hediye ediyorum, asgarî ücretle çalışan, birçok sıkıntısı olan Yiğit’in inceliğini, cömertliğini göstermiyorlar. Gösteremiyorlar!
Var ol kardeşim. Bu ince düşünceni, bu nezaketini, bu cömertliğini ömür boyu hatırlayacağım.
Kur’an’ın en fazla övdüğü erdem nedir biliyor musunuz?
CÖMERTLİK!
Dikkatle okuyun!
Acaba, Kur’an, neden tekrar tekrar ve ısrarla cömertliği övmüş? Bunun sırrına ve hikmetine ermeye çalışın!
İçinde, ‘mertlik’ kavramını da barındıran cömertliğin meftunuyum, hayranıyım.”
* * *
Altay Aydoğan, Çağrı’nın fakülteden devre arkadaşıydı fakat öğrencilik yıllarında birbirleriyle hiçbir yakınlıkları olmamıştı. Onların ortak kaderi, birbirinden habersiz, aynı yıl, erken emekli olmalarıyla başlamıştı. Emekli olduklarından çok yıllar sonra, birbirlerini, internetin haber sitelerinde ve edebiyat sayfalarında bulmuşlardı. İkisi de internet yazarıydı.
Önce, birbirlerinin günlük yazılarıyla ilgilendiler. Sonra, Altay, günlük yazıları seyrek yazmaya, daha sonra da köşe yazısı yazmamaya başladı. Kendisi yazmadığı halde, Çağrı’nın yazılarını takip ediyor, destekliyor, Çağrı, okunmadığından şikâyet ettiği zamanlar, onu teselli ve yazmaya teşvik ediyordu.
İkisi de İzmir’de olduğu için, buluşmaya, birbirlerini daha iyi tanımaya başladılar. Altay, günlük yazı yazmıyordu fakat yazmayı bırakmamıştı. Öykü yazıyordu. Öyküleri, edebiyat dergilerinde yayınlanıyordu. Çağrı, arkadaşının öykülerini okuyor, çok beğeniyordu. Altay, ustaca yazıyordu.
TALYAZDER üyesi olduktan sonra, Çağrı, sosyal medyada, sık sık arkadaşlarını, hemşerilerini, bütün tanıdıklarını, şehrin merkezinde bulunan dernek binasına davet ediyordu. Yüzlerce fakülte arkadaşından, davete icabet eden iki kişiden biriydi Altay.
Birkaç defa derneğe, Çağrı’yı ziyarete gelmiş, her seferinde Çağrı’nın ve derneğin kitaplarından almış, cömertçe bağışlarda bulunmuştu.
Çağrı, bir gün, bir hikâye denemesi yazdı ve bunu köşesinde yayımladı. Hikâye konusunda uzman olarak kabul ettiği Altay’dan hikâyesini eleştirmesini rica etti. Arkadaşı eleştirdi:
- Öykü biçimine uygun ama konu, anlatım, korku, sevinç, şaşkınlık, heyecan yaratarak son bulma gibi yönlerden yeniden elden geçirilmeli… Sondaki karakter tamamen öyküden çıkarılmalı. İmla hataları var. Anlatımda, makale dilinden uzaklaşıp, öykü diline yönelmek gerekir. İlginç birkaç diyalogla süslenmeli. İçsel muhakemeler, hesaplaşmalar, gelgitler olmalı…
Çağrı gördü ki bu eleştirileri ancak konunun uzmanı yapabilir. Hataları ancak samimi bir dost bu kadar açık ve nazik bir dille ortaya koyabilir. Bu önerileri, sadece öykü tekniğine tamamen hâkim bir edebiyatçı yapabilir. Altay’ın bu açıklığı, uzmanlığı, samimiyeti ve inceliği Çağrı’da hem saygı hem de hayranlık uyandırdı.
Eleştiri ve öneriler için içtenlikle teşekkür etti. Edebiyat sohbetleri yapmak için daha sık buluşmaya başladılar. Bir buluşmalarında, Çağrı;
- Sevgili dostum, seninle sohbet ederken vaktimin her saniyesini değerlendirdiğimi, zamanımın son derece verimli geçtiğini hissediyorum. Kardeşim, iyi ki varsın, diye memnuniyetini dile getirmiş, Altay da,
- Sağ ol, sevindim. Ben de aynı duygular içindeyim, diye cevaplamıştı.
* * *
Bornova Belediye Başkanlığı, her yıl, Eylül ayı sonu ve Ekim ayı başında, on gün süren bir “Kitap Günleri” etkinliği yapıyor. Bu etkinliğe, TALYAZDER de katılıyor. 2023 yılının kitap günleri 27 Eylül’de başlamış, derneğin yayınları da o gün, diğer katılımcıların kitaplarıyla birlikte okuyucu önüne çıkmıştı. Çağrı, o günlerde İstanbul’da olduğu için ilk dört günü kaçırmış ancak 1 Ekim günü etkinliğe katılabilmişti. Kitap Günleri’nde, bir dükkânı bekler gibi, kitap sergiliğinde bekliyorsunuz.
Çağrı’nın etkinliğe katıldığı o gün, ikindi saatlerinde, sergiliğe, elinde bilgisayar çantasına benzer bir çantayla ak saçlı bir adam geldi. Derneğin başkanını ve başka bazı üyelerini sordu. Çağrı, onların bugün burada olmadığını, sergiyi kendisinin beklediğini söyledi. Ak saçlı adam kendini tanıttı:
- Ben Bozkurt Bilgili, bu derneğin kurucu üyelerindenim.
Çağrı, elini uzattı, samimi bir şekilde tokalaştılar:
- Ben de Çağrı Cömert, derneğin yeni üyelerinden. Çok memnun oldum Bozkurt Bey dedi. İçeriye davet etti.
Bozkurt Bey, sergiliğe girdi, çantasını açtı. Bir çay termosu ve birkaç kupa, yanında da kocaman bir paket kuru pasta çıkardı.
- Oooo, üstadım, zahmet etmişsiniz. Çok teşekkür ederiz.
Bozkurt Bey, anlattı:
- Ben tadımcıyım. Yeme içme konularına meraklı ve ilgiliyim. Bu çayı, üç farklı çayı karıştırarak demledim.
Çayları kupalara koyup, kuru pastalar eşliğinde içtiler. Hakikaten çay nefisti.
Biraz sonra, Çağrı’nın Çevre Gönüllüsü dostları emekli öğretmenler Sermin Kaplı, Kayıhan Duman ve emekli hemşire Çağla Bilekli geldi. Yettiği kadar, çayı onlarla da paylaştılar. Sohbet ettiler. Dostlar, Çağrı’nın ve derneğin kitaplarından satın alıp, derneğe katkıda bulundular. Birlikte fotoğraflar çekildi. Buluşma anı ölümsüzleştirildi. Sermin Hanım, Çağla Hanım ve Kayıhan Bey, daha sonra, dernekte de Çağrı’yı defalarca ziyaret ederek gerçek birer dost olduklarını kanıtladılar. Çünkü onlar, dostluğun emek istediğini çok iyi biliyorlar ve emek harcıyorlardı.
Akşama doğru, dostlar ayrıldı. Çağrı ve Bozkurt Bey kaldı. Bozkurt Bey, 83 yaşında olduğundan ve 15 yıl kadar önce eşini kaybettiğinden başlayarak uzun uzun kendini anlattı. Çağrı, bir ara oturduğu yeri sordu. Meğer evleri birbirine çok yakınmış, komşu çıktılar. Kısa sürede samimiyet kuruldu ve “bey” engeli kalktı. Çağrı, “Bozkurt Abi”, Bozkurt da kısaca, “Çağrı” diye hitap etmeye başladı.
Kapanma vakti gelince, sergiliği birlikte kapatıp, Bozkurt’un arabasıyla mahallelerine gittiler.
Kitap Günleri’nde kitaba ilgi zayıftı fakat aynı günlerde, çok şaşırtıcı bir destek geldi. Çağrı, derneğin sergiliğinde, Gökberk’le oturuyordu. Tezgâhın önünde, iri yarı, yakışıklı bir adam peyda oldu. Yüksek sesle:
- İnternette, tekrar tekrar tanıtıldığı halde, satın alınmadığından şikâyet edilen kitabı almaya geldim, dedi.
Çağrı çok şaşırmıştı. Aynı zamanda, çok da mutlu olmuştu. Ortada çok sevindirici ama tuhaf bir durum vardı. Hiç tanımadığı bir kişi hem meydan okuyor hem de ilginin zayıf olduğu bir yerde kitaba ilgi gösteriyor, böylece, Çağrı’ya destek oluyordu. Tabii buradaki meydan okuma, Çağrı adına, Çağrı içindi. Hiç tanımadığı, destan kahramanı gibi, dev bir adam, Çağrı’nın kitabı için dünyaya meydan okuyordu:
- Kimse almıyorsa ben alıyorum bu kitabı!
Çağrı hemen yerinden fırladı. Elini uzattı. Sertçe, sımsıkı tokalaştılar. İçeriye buyur etti. Adamla tanıştılar. Adı Ülgen Doruk’muş, Çağrı’nın, yaşça küçük meslektaşıymış. Nitekim o sırada, Çağrı’yla oturan Gökberk’le de tanışıyorlarmış. Üç meslektaş neşeli bir sohbete koyuldular.
Ülgen, Çağrı’yı sosyal medyada takip ediyor, kitapla ilgili her siteminde de üzülüyormuş. Kısmet bugüneymiş, kitabı satın aldı, Çağrı imzaladı. Çok duygulanan Çağrı, yürekten teşekkür etti. Ülgen’e;
- Bugünü, bu desteğini, bu inceliğini ömür boyu hatırlayacağım, ne zaman benim yapabileceğim bişey olursa haberim olsun, hep yanında olacağım, diyordu.
Birlikte fotoğraf çekildiler. Çağrı, fotoğrafla beraber, duygu ve düşüncelerini sosyal medyada paylaştı.
Ülgen ayrıldı. Ama artık, Çağrı’nın yeni bir dostu olarak oradan ayrılmıştı. Çağrı, Ülgen Doruk adını hafızasına ve notlarına kaydetti.
Kitap Günleri’nin sonlarına doğru, sergiliğe, çevre gönüllüsü dostu, Makine Yüksek Mühendisi Uçal Verim geldi. Çağrı, çok memnun oldu ve buyur etti. Oturdular, çaylarını koydular. Muhabbet gittikçe koyulaştı. Söz, Barış Manço’nun şarkılarına geldi. Uçal Bey, o şarkıların gizeminden, geleceğe yönelik şifrelerinden söz etti. Çağrı;
- Barış Manço’nun şarkılarını ben de çok anlamlı buluyorum, dedi. Bir örnek verdi:
- “Sözüm meclisten dışarı dostlar, bugünlerde kendimi hıyar gibi hissediyorum. Hani dilim dilim doğrasalar beni; Marmara, Ege, Karadeniz hatta Akdeniz cacık olur diyorum.
Derdim öylesine büyük ki dostlar, kırka yarıp, yine kırka bölseler ve kırk bostana gübre diye serpseler, kırk bin türlü ot biter de kırk bin derde deva olur diyorum.
Övünmek gibi olmasın ama dostlar, kendimi hıyar gibi hissediyorum. Hani ince kıyım doğrasalar beni; Akdeniz cacık olur diyorum. Ve hatta Atlas Okyanusu hatta Hint Okyanusu ve hatta hatta Büyük Okyanus cacık olur diyorum. Böyle cacığa rakı mı dayanır?”
Uçal Bey’in hoşuna gitti, gülümseyerek;
- Ya, ne güzel Çağrı Bey, böyle, ezberden okuyorsunuz!
- Uçal Bey, düşünüyorum da Barış Manço’yu o kadar dertlendiren neydi acaba? O şöhret, servet sahibi, başarılı, efsane adamın bile demek ki büyük dertleri varmış. Onun bir de “Ömrümün Sonbaharında” adlı, “Adım anılmaz oldu/Kapım çalınmaz oldu” diye başlayıp, “Hâlâ beni dinleyen/Bir avuç dostum kaldı” diye biten çok serzenişli bir şarkısı daha var. Bu iki parçası, bugünlerde tam da benim duygu ve düşüncelerimi dile getiriyor.
Uçal Verim:
- Kayaların Oğlu şarkısının, 2023’lere, Cumhuriyet’in yüzüncü yılına hitap eden şifreler içerdiğini söyleyenler var.
- Ben, sanatçıların, özellikle şairlerin ileriyi görme, hissetme yetenekleri olduğu inancındayım. Barış’ın şarkıları da incelenmeli.
- Evet, bence de…
Akşam oluyordu. Uçal Bey, Çağrı’nın bütün kitaplarından aldı. Cömertçe bağış yaptı.
Uçal Verim, bir sonraki yılın Kitap Günleri’nde de Çağrı’yı, üstelik bütün ailesiyle birlikte ziyaret etti. Yeni kitabını aldı. O sırada, sergilikte Seçil de vardı. Birlikte, kalabalık bir “aile” fotoğrafı çektirdiler.
* * *
Bozkurt Bilgili, o ilk geldiği günden itibaren, sergiliğe her gün gelmeye başladı. Çağrı’yla iyi yarenlik ediyorlardı. Bozkurt, Almanca ve İngilizce konuşabilen, soyadı gibi, gerçekten çok yönlü bilgisi olan bir aydındı. Çağrı’ya çok farklı bilgiler veriyor, engin bilgi ve tecrübelerini aktarıyor, başta Namık Kemal, pek çok şairden ve kendi eseri olan şiirleri ezberden okuyordu. İtalyanca şarkılar, İngilizce ve Latince atasözleri söyleyebilen bir kişiydi. En çok söylediği İngilizce atasözü:
An empty sack never stands upright… Boş çuval asla ayakta duramaz.
Ve en çok söylediği Latince atasözü:
Faber quisque fortunae suae… İnsan kendi yazgısını kendi yazar.
83 yaşında olmasına rağmen çok sağlıklı görünen Bozkurt, bu yaşına kadar ilaç kullanmadığını ama bir ay kadar önce, dayanılmaz bir baş ağrısı geldiğini, tansiyonunun tavan yaptığını, acil servise kaldırıldığını anlattı. O günden beri baş ağrısı hapları kullandığını söyledi: “Aspirin var mı?” diye sordu. Çağrı:
- Yok ama hemen alıp geleyim, dedi ve yakındaki eczaneden aldı geldi.
Bozkurt, hemen bir tane yuttu.
- Ben çok iyiydim. Düzenli olarak Jiu Jitsu sporu yapıyordum. Bir ay önce kafam bişeye bozuldu ve o günden sonra hayatım değişti. Çok gergin ve öfkeli oldum. Yine bir aydır uykusuzluk çekiyorum. Bir de epeydir unutkanlık var bende, diye dert yandı.
- Abi, etrafımda, bu dertlerden şikâyetçi olmayan yok gibi… Bu konular çok ilgimi çekiyor, beni çok düşündürüyor… Bunlar neden oluyor, çözümü ne? Sürekli inceliyor, araştırıyorum. İnceleme ve gözlemlerime göre, bu sıkıntılar, birbirlerinin hem sebebi hem sonucu olan, bir kısır döngü yaratan dertler: Gerginsen uyuyamıyorsun, uyuyamıyorsan gergin ve öfkeli oluyorsun. Uykusuzluk, gerginlik ve öfke; endişe ve unutkanlığa yol açıyor. Huzur, neşe, keyif, zevk kalmıyor.
- Aynı dediğin gibi kardeşim, insanda neşe, huzur kalmıyor.
- O vakit çözelim bu sorunları!
- Nasıl çözeceğiz?
- Ben sana madde madde anlatacağım.
- İyi, anlat bakalım!
- İlk önce, gerginlik yaratan kişilerden uzaklaşacaksın! Bu kişiler hayat enerjini tüketir. İnsanda yaşama sevinci diye bişey bırakmaz. Öfkeye, gerilime sebep olur. Uykularını kaçırırlar.
Gerilim yaratan kişiler, ekranda da olabilir. Hele gerilim yaratan kişileri gece saatlerinde seyrediyorsan, kendine bir de kahve yap… Çünkü nasıl olsa uykun kaçacak, bari kahve keyfiyle kaçsın!
Bozkurt güldü:
- Ha ha ha… Neyse, çok şükür gece vaktinde değiliz, günün ortasındayız. Kahvemiz yok ama çayımız var. Çayımızı içebiliriz, deyip, termosundan çayları koydu.
Çağrı devam etti:
- Gelelim ikinci maddeye, uykunu mutlaka almalısın. Yattığın vakit, kolayca uykuya dalabilmelisin.
Bozkurt, burada Çağrı’nın sözünü kesti:
- Ben başımı yastığa koydum mu, on dakika sonra yokum. Hemen dalarım. Elini kalbinin üstüne koydu, şuram o kadar rahat ki!
Bozkurt, herhalde, eski günlerinden bahsediyordu. Çünkü son bir aydır, düzenli uyuyamadığından şikâyetçiydi. Çağrı, devam etti:
- Gece, en az altı, daha iyisi yedi saat uyumalıyız. Aslında, bu birinci maddede zikredilmeliydi fakat uykuyu kaçıran birinci sorunu başa almayı uygun buldum. Çünkü o çözülmezse zaten uyku yok!
- Peki, nasıl kolayca uykuya dalabiliriz?
- Geceleri 10-11 civarında yatıp, sabah da 6-7’de kalkmalı. Sabahın bu erken saatleri, yaz mevsiminde spor için idealdir. Kışın ise, kahvaltıdan sonraki saatler uygun olabilir. Hiçbir spor dalıyla uğraşmıyorsan, Jiu Jitsu aksıyorsa, yürüyüş yapabilirsin. Yürüyüşü, seninle kafa dengi birisiyle, sohbet ederek yaparsan hem fiziksel olarak hem de ruhen rahatlarsın. Ayrıca sosyal bir etkinliğe de imza atmış, bir taşla üç kuş vurmuş olursun. Bu sana gün boyu huzur verecektir.
- Peki, öğle uykusuna ne dersin? Gece çabuk dalabilmeyi engeller mi?
- Eğer sabah 06-07 arasında kalkmışsak ve o saatten beri ayaktaysak, öğle uykusuna mutlaka ihtiyaç vardır diye düşünüyorum. Yalnız, bu öğle uykusu, saat 15:00’ten sonraya kalmamalı. Bir saatten fazla sürmemeli. Bir de gece yattığımız gibi derin uyku pozisyonunda olmamalı, uzanmak şeklinde, yastığımız dik konumdayken gerçekleşmeli ve derin bir uyku hâline gelmemeli.
- Haa, bak bu ilginç! Gece uykusu gibi, tam yorgan-döşek yatmamalı… Şekerleme yapmak gibi uzanmalı, öyle mi?
- Evet, öyle. Ayrıca, gece uykuya kolayca dalmak için, cep telefonu ve televizyonla ilişkimizi, yatmadan en az bir saat evvelden kesmek lâzım. Uykudan önceki bir saati keyifli bir kitabı okumayla veya bulmaca çözmekle değerlendirirsen, gözlerinin kendiliğinden kapanmaya başladığını göreceksin.
- Kitap okumak. Eskiden çok okurdum ama şimdi okuyamıyorum. Televizyondaki polisiye filmler daha çok cezbediyor beni.
- Abi, gece vakti polisiye seyredersen, bence, uykusuzluğa davetiye çıkarmış olursun.
- Doğru ama kafamı boşaltıyor. Onun için çok seviyorum.
- Artık, takdir senin. Müsaade edersen, üçüncü maddeye geçeceğim!
- Tabii tabii geçelim.
- Şimdi, sen, “kafam bişeye takıldı, ondan huzurum, uykum, keyfim kaçtı” diyorsun ya… İşte bu takıntılar sinirleri, zihni ve vücudu mahvediyor. Beyni yakıyor. Amerikalı psikiyatri doktoru Gillihan, buna şöyle dikkat çekiyor: “Bizi sinirlendiren şeyleri zihnimizde hapsolup tekrar tekrar kurgulamak kolaydır. Bizi üzen kişi ve olayları tekrar yaşayıp, bize bu denli haksızlıkları nasıl yaptıklarını düşünüp öfkelenerek, asla gerçekleşmeyecek asabî münakaşalar yaparız. Öfke ile ilgili anıların ve ruh hallerinin üzerinde durmak sadece öfkemizi perçinler.”
İşte, bunlardan kurtulmak, ait oldukları yere, mazinin çöplüğüne gömmek lâzım. Bunları tekrar tekrar hatırlamanın kimseye bir faydası olmadığı gibi büyük zararı var!
Bozkurt Bilgili, sinirli sinirli başını salladı:
- Evet, kafada kurgulamak… Canımı sıkan kişi ve olayları tekrar tekrar yaşamak, kızgınlıktan delirmek… İşte benim sorunum bu! Başıma ağrılar sokan, tansiyonumu fırlatan işte bu!
- Bundan kurtulmak ve genel olarak öfke ve kızgınlığın yıkıcı etkilerini azaltmak, sakinleşmek için nefes alma teknikleri var: Burundan derin nefes alıyorsun, beş saniye kadar tutuyorsun, sonra, ağızdan boşaltıyorsun. Bunu aralıklarla; ayakta, otururken, yatarken, yürürken günde 80-100 defa yapabiliriz. Yapabildiğimiz kadar yapmalıyız.
Birlikte birkaç kez derin nefes uygulaması yaptılar.
Çağrı devam etti:
- Bir de ben, çok öfkelendiğim zaman, altı ay ömrümün kaldığını hayal ediyorum. Öfkelendiğim kişinin de altı ay ömrü kalmış olabileceğini düşünüyorum. Eğer, sadece altı ay ömrümüz kalmış olsaydı, o öfkelendiğiniz şey yine bu kadar önemli olur ve bizi bu denli kızdırır mıydı?
Sadece altı ay ömrümüz kalmış olsaydı, bizim için neler önemli hale gelirdi? Günlerimizi, saatlerimizi nasıl değerlendirirdik? Önümüzdeki altı ayın her dakikası, her saniyesi ne kadar değerli olurdu? Onun bir saniyesini boş öfkelerle, sinirlerimizi yıpratmakla geçirir miydik? Bu düşünce bana mükemmel bir ruhî tedavi gibi geliyor.
Bozkurt Bilgili; “ilginç!” dedi. Derin düşüncelere daldı;
- Bak, bu söylediğin, duygu ve düşünce biçimimi tamamen değiştirdi. Ufkumu açtı. Bu söylediğin, günün en önemli sözü! ‘Altı ay ömrünün veya ömrümün kaldığını düşün!’ Günün sözü!
- Ufkunu açtığına, düşünme biçimini değiştirdiğine çok memnun oldum. Müsaade edersen sonuncu maddeye geçeceğim.
- Olur, geçelim.
- Daha huzurlu, keyifli bir hayat için, öfkeden, bilhassa endişelerden kurtulmak için AN’ı yaşamalıyız! Bulunduğumuz zaman diliminin, “şimdi”nin farkında olalım! Meselâ sık sık, ‘kaç yaşımdayım? Bu yaşta önemli olan ne? Artık şunun şunun ne önemi var?’ diye sormanın çok faydalı olacağı kanaatindeyim.
- Tamamıyla katılıyorum.
- Bulunduğumuz mekânın farkında olalım! Misal, ‘şimdi, Bornova’dayım. Acaba burada görmeyi ihmal ettiğim veya uzun süredir görmediğim, görmeye değer nereleri var? Şu anda gözümün ulaştığı, sesini duyduğum ne güzellikler var? Buraları tekrar görebilecek miyim?’ diye sorarak bulunduğumuz yerin farkında olabilir hatta güzel yerleri görmek için harekete geçebiliriz. Şimdi, Büyük Park’tayız, asırlık ağaçların gölgesinde hoş bir vakit geçiriyoruz. Bu ağaçları diken atalarımızı anabiliriz, onlara şükranlarımızı ve rahmet dualarımızı gönderebiliriz. Komşu sergilikteki kitapları, o kitapların yazarlarını tanıyabilir, onlarla yakınlık kurabiliriz. Şurada, yakında çok güzel lokantalar var. Konuşmamız bitince, birlikte gidip, oradaki güzel yemeklerden yiyebiliriz.”
- Hay aklınla bin yaşa! Yahu çok acıktım. Yiyelim tabii ya!
- Tamam abi, bitiriyorum. Beraber bulunduğumuz insanların farkında olalım! Onlarla beraber olmanın tadını çıkarıyor muyuz? Sevdiğimiz kişilerle bir arada bulunmanın nimetini takdir ediyor muyuz? Meselâ, seninle daha 3-4 gün önce tanıştık ve mükemmel kaynaştık. Bu tanışmanın, dostluğun tadını çıkarmalıyız.
Bozkurt duygulandı, Çağrı’nın boynuna sarıldı:
- İyi ki varsın be kardeşim. İyi ki tanıştık. Bir tanıştık, pir tanıştık.
- Sağ ol, abi. Nihayet, kendimizin farkında olalım! Mükemmel biri olmayabiliriz. Geçmişte hatalar yapmış, fırsatlar kaçırmış olabiliriz. Mühim olan, şimdi nasılız? Kendine iyi davran! Acaba ne kadar daha kendinle beraber olabileceksin? Bence, en önce ve her şeyden önce kendinle birlikte olmanın tadını çıkarmalısın. Sık sık buradayım ve sağlıklıyım deyin. Kendimi ruhen ve bedenen geliştiriyorum, kendimle sohbeti seviyorum deyin. Kendinle zihninde hoş sohbetler yapabileceğin gibi, yazarak veya video çekerek, bunu elle tutulur, gözle görülür hâle getirebilir, bunları internette ve benimle paylaşabilirsin.
- Bunların hepsini yapacağım. Benim hikâyelerim var. Bunları birleştirip bir roman haline getireceğim. Seninle de paylaşacağım.
- Memnun olurum. Hadi şimdi güzel bir lokantaya, güzel bir yemek yemeye gidelim. Bizim kitaplara komşular bakabilir, diyerek, biraz önce söz ettikleri lokantalardan birine gitmek üzere çıktılar.
Bozkurt Bilgili hem 83 yaşında olduğunu hem de 1941’de doğduğunu söylüyordu. Çağrı;
- 2023’te olduğumuza göre, sen 82 yaşındasın dediğinde, Bozkurt,
- Ama ben Şubat doğumluyum, şimdi ekim ayında olduğumuza göre, 82 yaşımı sekiz ay geçiyorum. Ben 83 yaşındayım.
Bozkurt, Ömür boyunca dövüş sporuyla uğraşmış, oldukça dik ve dinamik, “kodum mu oturturum” diyen tiplerdendi. Öte yandan, çok hareketli, sosyal, dışa dönük, oturmasını kalkmasını, yemesini içmesini, ısmarlamasını bilen, görgülü bir insandı. Çağrı ile hem komşu hem de aynı derneğin üyesi olduklarından, Kitap Günleri’nden sonra da sık sık buluşmaya devam ettiler.
Birkaç gün sonra, Çağrı, Seçil ve Bozkurt, Ankara’dan, konser için Narlıdere’ye gelen, Seçil’in teyze oğlu Özgür’ün eşi, piyanist ve solist Sandara’yı dinlemeye gittiler. Onlara, Narlıdere’de oturan Av. Hakan ve oğlu Aslan da katıldı. Konser sonrası topluca fotoğraf çektirdiler. Ertesi akşam, Seçil ve Çağrı, Sandara ve Özgür’ü evlerinde ağırladılar.
* * *
Bornova Kitap Günleri’nden hemen bir hafta sonra, hafta sonu, Buca’da Balkan Şenliği yapılıyordu. TALYAZDER’liler, buraya da kitaplarıyla birlikte katılacaklardı.
İlk gün, Buca Meydanı’nda, zengin Balkan kültürünün bütün renkleri toplanıyor, Belediye Başkanı’nın da katılımıyla, etkinlik alanına doğru yürüyüşe geçiliyordu. Çağrı da derneğin afişiyle yürüyüşe katılacaktı. Yürüyüş saatini beklerken yanına, çoğu kadın, birkaç kişilik bir grup geldi. Kalabalık alanda, levent boylu biri hemen dikkat çekiyordu. Kahverengi takım elbiseli adamın boyu iki metre vardı. Sevimli hareketlerle, hemen herkesle selâmlaşıyor, kısa sohbetler ediyordu. Çağrı’nın yanındaki gruba yaklaştı. Yaşlı kadınların elini öptü, diğerleriyle tokalaştı. Birbirlerine şakalar yapıyor gülüşüyorlardı. Çağrı, merakla onlara bakarken, levent boylu adam ona doğru geldi, Japon selâmı gibi, belden bir selâm verdi. Çağrı, hemen toparlandı, selâmı aldı. Çok şaşırmış, çok memnun olmuştu.
Hasanağa Bahçesi’ndeki etkinlik alanına varınca, levent boylu adam sergiliklerine yakın biyerde göründü, onlara doğru geldi. Meğer TALYAZDER Genel Başkanı Seçkin Özgür’le tanışıyorlarmış. Onlar tokalaşırken Çağrı,
- Sizi tanıyabilir miyim, diye sordu.
- Tabii, ben Buğra Çizmeci, dedi.
Çağrı, Seçkin Bey’e dönerek;
- Başkanım, Buğra Bey, Buca Meydanı’nda bana saygı gösterdi, çok memnun oldum, dedi. Buğra, davranışının çok doğal, çok yerinde olduğundan emin bir tavırla hatta gurur duyarak, sertçe;
- Göstereceğim, tabii, dedi. Çağrı;
- Buğra Bey, yan yana bir fotoğraf çekilelim de boyumuzun ölçüsünü alalım.
- Çekilelim de siz de az boylu değilsiniz, sizi duyan da bücür bişey zannedecek. Gülüştüler.
Fotoğraf çekildikten sonra, Buğra, Çağrı’nın kitaplarından aldı. Cömertçe bağışta bulundu.
Şenliğin ilk günü, sergiliğe ve kitaplara çok büyük bir ilgi oldu. Bir ara, kitapları imzalamaya yetişemediler.
Bu arada, ilginç ziyaretlerle karşılaştı Çağrı… Yaklaşık yirmi yıl önceki öğrencilerinden biri, sergiliğin önünden geçerken Çağrı’yı tanıyarak, eşi ve çocuğuyla yanına geldi, diğeri, isimlikten tanıyarak, eşiyle birlikte geldi. Bu karşılaşmalar, haliyle Çağrı’yı çok mutlu etti. İkisiyle de ayrı ayrı, uzun uzun konuştular. Çağrı, öğrencilerine ve eşlerine ikramlarda bulundu. Öğrencileri de kitaplardan aldılar. Çok verimli, çok tatmin edici bir gün olmuştu.
Ekim ayının sonlarına doğru, Çağrı, “Değer Vermek, Desteklemek ve Türk Kimliği” başlığı altında bir yazı yayınladı. Yazının bir bölümünde şunlar vardı:
“Yeni kitaplar çıkarmak istiyorum. Bunlardan biri, TÜRK KİMLİĞİ…160 sayfa civarında ve 80 TL fiyatla satışa sunulması beklenen kitap hazır. Bir hafta içinde yayımlanabilir. Fakat kim satın alacak, kim okuyacak?
TÜRK KİMLİĞİ, talep olursa gelecek! Hiç olmazsa, yüz kadar talep gelirse kitap yayımlanacak.”
Çağrı’nın yazısını okuyan, arkadaşı, Av. Altay Yıldız kendi sosyal medya sayfasında, “bu kitabın basılması, bunun için de destek verilmesi gerektiği”ni dile getirdi.
Altay’ın bu duyurusunu gören, ortak dostları, Fransa’da yaşayan iş insanı Bahadır Ürünlü, Çağrı’yı aradı. Kitabın maliyetini sordu. Çağrı, “22 bin lira” olduğunu söyledi. Bahadır, “hemen on bin lira gönderiyorum” dedi ve gönderdi. Havale gelince, Çağrı teşekkür etmek için aradığında, Bahadır, “gerekiyorsa tamamını karşılayabileceğini” söyledi. Çağrı, “hayır, seninki tamam, çok teşekkür ederim. Başka destekçiler de çıkmalı” dedi.
Başka destekçiler TALYAZDER çatısı altından çıktı. Kalan miktarı derneğin Yönetim Kurulu üyeleri Makine Yüksek Mühendisi Kubilay Temiz ve Doktor Atalay Akıncı karşıladılar. Kitap, Kasım 2023’te, bir TALYAZDER yayını olarak ve satış gelirleri derneğe kalmak üzere basıldı.
Diğer kitapların tanıtımını yaptığı gibi, Çağrı, bu kitabın tanıtımını da ulaşabildiği her türlü ortamda, bilhassa internet ortamında yaptı. Bu kitabı talep edenler de önceki kitabı alanlardı. Eskilerin üzerine ancak birkaç yeni okur eklenmişti. Bu okurların çoğu derneğin üyeleriydi.
Dernek üyelerinden Egemen Türksever, kitabı aldığının ertesi günü, Çağrı’yla buluşmuştu:
- Kitabı bitirdim, dedi.
Kitap 157 sayfaydı. Çağrı çok şaşırdı:
- Oooo, üstadım, hızlı okuyorsunuz.
- Gece okumaya başladım. Akıcıydı, bırakamadım. Sabaha doğru bitirdim. Yazdıklarının hepsi güzel, sadece, “bor madeni”yle ilgili bölümü yazmadan önce görüşseydik, farklı bilgiler verirdim.
- Demek iletişim kopukluğu olmuş. Bununla beraber, çok teşekkür ederim, kitabı ilk okuyan sizsiniz. Çok sevindim.
Sevgili Ayben Abla’sı bu kitabını da ilk destekleyenlerden ve talep edenlerden biri olmuştu. Yeni kitabını da istedi. Çağrı onu da gönderdi. O kitabı gönderdikten birkaç gün sonra, Ayben Abla’nın kocası, Emekli Cumhuriyet Savcısı Erdem Karaca aradı:
- Yahu, Sandıklı’dan ne değerler ne yetenekler çıkıyor… Kitabını okudum, çok beğendim, tebrik ederim, dedi. Çağrı:
- Erdem Abi, çok teşekkür ederim. Beğendiğinize çok sevindim. Sizin gibi aydın bir öğretmen ve hukukçunun beğenmesinden onur duydum.
Erdem Bey, bir dönem Sandıklı’da öğretmenlik yapmış, Çağrı’nın kardeşi Tuğrul’un derslerine girmişti.
- Tuğrul nerede? Ne yapıyor? diye sordu. Çağrı:
- Emekli oldu, Ankara’da oturuyor, sık sık Sandıklı’ya gidiyor.
- Ben onların derslerine girdim. Çok akıllıydı, sınıfın en iyisiydi. Çok selâmlarımı söyle!
- Baş üstüne Erdem Abi. Bizden de size ve Ayben Abla’ya gönülden selâm ve saygılar…
* * *
Ekim sonu-Kasım başındaki, Gaziemir’de gerçekleştirilen İzmir Kitap Fuarı’na yine TALYAZDER olarak katılmışlardı. Çağrı, her gün oradaydı.
Fuarın üçüncü günü, sergiliğe, altmışlı yaşlarında gözüken tanımadığı bir kadın geldi.
- Çağrı Cömert’i arıyorum, dedi. Çağrı;
- Benim ama sanırım, yanlış geldiniz, deyince, kadın kendisini tanıttı:
- Ben Ayperi Cömert.
Çağrı, kocaman gülümseyerek elini uzattı. Ayperi Cömert, Çağrı’nın sosyal medyada tanıştığı, “manevî kardeşim” dediği bir hanımefendiydi. İnternet üzerinden yıllardır tanışıyorlardı ama yüz yüze gelmek bugüne nasipmiş.
Ayperi Cömert, Selçuk’ta oturuyordu. Çağrı’nın, sosyal medyadan, Gaziemir Kitap Fuarı’nda olacağını bildirmesi üzerine, ta oralardan kalkıp gelmiş. Çağrı minnet duydu. Oturdular, uzun uzun sohbet ettiler. Sergilikte, Çağrı’nın üç kitabı vardı. Ayperi Cömert hepsinden aldığı gibi, TALYAZDER yayınlarından da kitaplar aldı. Çok cömert bir bağışta bulundu.
Ayperi Hanım, kendi halinde bir emekliydi. Belki ekonomik sorunları vardı ama yeri geldiğinde cömertçe harcama yapabiliyordu. Çünkü cömertliğin zenginlikle, çok kazanmayla alâkası yoktu. Cömertlik, “verebilmek” meselesiydi. Verebilme yeteneğiyle ilgiliydi. Cömertlik, “gönlünüzden kopuyordu”. Bir gönüllülük işiydi. Cömertlik yapabilmeniz için, gönlünüzden kopması gerekiyordu. Cimrilerin belki de gönlü yoktu… Gönülleri yoktu!
Birlikte fotoğraflar çektirdiler. Manevî kardeşinin ziyaretini, fotoğraflarla birlikte, KİTAP MUTLULUK GETİRİR başlığı altında sosyal medyada paylaştı. Şunları yazdı:
“Kitap, bugün bana hayatımın en mutlu günlerinden birini getirdi. Yıllardır, sosyal medya üzerinden görüştüğümüz, haberleştiğimiz Ayperi Cömert kardeşimle bizi yüz yüze buluşturdu, tanıştırdı. Ayperi kardeşim, kitap fuarında bizi ziyaret etmek için, tâ Selçuk’tan kalkıp gelmiş. Zahmetine, ilgisine ve cömert desteğine çok teşekkür ederim. Var ol kardeşim. Dualarım daima seninle…”
Kitap Fuarı’nın son gününde, fakülteden sınıf arkadaşı Teoman Özseçkin ve eşi ziyarete geldi. Çağrı son derece memnun ve mutlu oldu. Çay eşliğinde sohbet edip hasret giderdiler. Teoman ve eşi, Çağrının iki kitabını aldı. Çağrı, arkadaşına ve eşine, ziyaretleri ve kitaplarına gösterdikleri ilgi için şükran duygularıyla doldu.
Yaklaşık bir yıl sonra, Teoman Özseçkin, TALYAZDER Genel Merkezi’ni ziyaret etti. Epey konuştu, dertleştiler. Çağrı, yeni kitabı, “Türk Kimliği”ni hediye etti, Teoman, cömert bir bağışta bulundu. O akşam, Çağrı, rüyasında, arkadaşının bağışının yüzlerce kez katlanmış bir değere ulaştığını gördü. O değerden, başta ortak arkadaşları olmak üzere, Çağrı’nın birçok tanıdığı yararlanıyordu.
Sabah uyanınca, rüyasının anlamını düşündü. Gülümsedi: Şu bir rüyaydı fakat arkadaşının ilgi ve desteğinin, Çağrı’nın gözünde, ne kadar önemli ve paha biçilemez bir yeri olduğunun kesin bir kanıtıydı.
* * *
Yılın sonu yaklaşıyordu. Altı ay önce, Haziran’daki yazışmalarında, Bazkara, “söyleşi”den bahsetmişti, “Kasım-Aralık’ta bir söyleşi vaadi” vardı, değil mi? Aralık ayı da hızla tükeniyordu. Çağrı acı acı güldü:
- Söyleşi, çıkmaz ayın on beşi!
Sınıf arkadaşlarının yaş ortalaması 65’ti. Bu yaşta bir oturaklılık, bir olgunluk, daha ince fikirli ve içten olmak hatta bir bilgelik beklenir insanlardan, öyle ya!
Peki, Bazkara’nın kutlaması, arkadaşının, bir çevre kitabı yazmasını hayranlıkla karşılaması, sonra da kendi şahsını geç, dernek kütüphanesine bile bir tane dahi kitap almaması nasıl izah edilmeliydi? Hayranlık duyduğuna göre, kitabı, hiç olmazsa, üstünkörü olsun karıştırması gerekmez miydi?
Hangisi doğruydu?
Kutlaması ve hayranlık duyması mı yoksa bunları söyledikten sonra Çağrı’yı da kitabı da söyleşiyi de unutması ve hiç umursamaması mı? Hayranlık duyduğunu söyleyip de hiç umursamamak, riya değil de neydi? İşte bu tutum, kişiyi, yüzüne karşı yüceltmenin, gıyabında ise küçümsemenin ta kendisiydi!
Çağrı, 80 Mezunları Derneği üyeliğinden ayrıldı. Bazkara, WhatsApp’tan, “abim hayırdır, bilmeden bir hata mı yaptık?” diye sordu.
Bu sorudan, Bazkara’nın özeleştiri yapmaya, kendini sorgulamaya ve hele kendisiyle yüzleşmeye hiç niyeti olmadığı anlaşılıyordu. Çağrı sözü uzatmadı… Ona Barış Manço’nun, “Kendimi Hıyar Gibi Hissediyorum” parçasını hatırlattıktan sonra,
- Valla, abim, derdim çok büyük. Öyle birkaç cümleye sığacak gibi değil. Uzun bir yazıda kendimi ifade etmeye çalıştım. Sıkılmazsan oku… Ama dikkatle sonuna kadar okumak lâzım. Riyanın binde birini yazdım, diye cevap verdi ve “Açıkça İlân Ediyorum” başlıklı yazıyı gönderdi.
Bazkara’dan herhangi bir cevap gelmedi.
* * *
Türk Kimliği’ni konu alan kitap, derneğe bağış karşılığında satılıyordu. Çağrı, elden verebildiği yakınlarına elden veriyor, bir araya gelemediklerine postayla gönderiyordu.
Kitap karşılığında en büyük bağışı, kızı Neslihan yapmıştı. Neslihan’ın bağışı, dernek binasının, hemen hemen iki aylık kirasını karşılıyordu.
İkinci en büyük bağışı, oğlu Günhan yaptı. Bir kitap için, 13 kitap parası vermişti.
Üçüncü büyük bağışı, kardeşi Tuğrul yaptı. Tuğrul, bağışını, doğrudan doğruya, Çağrı’nın verdiği dernek hesabına iletmişti. Ayrıca, her üç ayda bir bağış yapacağını söyledi ve bağışlarını hesaba gönderdi. Tuğrul’un, her üç ayda bir yaptığı bağış, derneğin Yönetim Kurulu Üyeleri’nin aidatlarının iki katına yakındı.
* * *
Çağrı’nın parti üyesi iken tanıştığı, Ertuğrul Boğaç adlı dostu, arada bir, 4-5 kişilik toplantılarla, Bornova’daki arkadaşları buluşturuyordu. Bu buluşmalardan, “Kovid salgını” öncesi yapılan birinde, Barış Doğangün adlı bir kişiyle Çağrı ve diğer katılımcıları tanıştırmıştı.
Barış Doğangün, kitap dostu bir kişi, “Yaşlar ve Başlar” adlı kitabın da yazarıydı. O tanışma esnasında, buluşmaya gelenlere kitabını hediye etmişti. Çağrı kitabı iki gün içinde okudu, görüş ve eleştirilerini Barış’a iletti. Kitabına bu ilgi, Barış’ı Çağrı’ya hızla ısındırdı ve yakınlaştırdı.
Barış, Toplumbilim Fakültesi mezunuydu. Büyük bölümü Fransa’da olmak üzere, hayatının 30 yılı Almanya ve Fransa’da geçmişti. Fransızcası anadili gibi, Almancası ise iyi seviyede, sorunlara duyarlı, toplum gönüllüsü, sorumluluk duygusu yüksek, ince fikirli bir kişiydi. Fransa’da emekli olduktan sonra Türkiye’de yaşamayı tercih etmişti. Sürekli geziyor, gözlemliyor ve fikir üretiyordu. Sorunlara çözüm yolları öneriyordu. Önerileri lafta kalmıyor, yazarak, çizerek ilgililere ulaşmaya çalışıyordu.
Çağrı’yla sık sık telefonda sorunları konuşuyorlar arada sırada buluşuyorlardı. İkisi de Bornova’da olduklarından, başlangıçta, buradaki mekanlarda bir araya geliyorlardı. Sonra, dernekte buluşmaya başladılar. Bazen saatlerce konuştukları, tartıştıkları oluyordu.
Aslında, Barış’la aralarında derin inanç ve görüş farkları vardı. Barış çok daha dindar, dinî mesele ve ibadetlerde çok daha hassas ve muhafazakârdı. Bununla birlikte, hemfikir oldukları önemli bir nokta vardı: O nokta, “dinin aslından saptırıldığı, din tüccarlığının yayıldığı ve Diyanet’in, bunlara sessiz kaldığı”ydı.
Barış çok görgülü, sakin, yardımsever, nazik ve cömert bir insandı. TALYAZDER’e sık sık bağışta bulunduğu gibi, derneğe buluşmaya gelirken, elinde muhakkak pasta, börek, gevrek-peynir gibi yiyecek ve neskafe gibi içeceklerle gelirdi. Çağrı, onu, hiçbir şey getirmemesi konusunda ikaz etmek zorunda kalırdı.
Barış, Çağrı’yla bir sohbetleri esnasında, Metehan adında bir psikoloji öğrencisiyle tanıştığını ve görüştüğünü söylemişti. Bunu öğrenince, Çağrı:
- Onun bilgilerinden yararlanalım, merak ettiğimiz konularda bizi aydınlatsın, dedi.
- Olabilir. Ne gibi konular?
- Meselâ, gündemde, Analitik Düşünce var. O konuda bize bir sunum yapabilir.
Barış, Metehan’ı derneğe davet etti. Metehan geldi. Çağrı, sunum ve söyleşi düşüncelerinden bahsetti:
- Verebilir misin? Metehan;
- Hazırlık yaparım, verebilirim. Dedi
Bir hafta sonra, dernek binasında Analitik Düşünce konusunda bir sunum yapmaya karar verdiler. Bu ilk sunum için, genç öğrencinin başarısından emin olamadıklarından, çok fazla kişiye haber vermediler.
Kararlaştırdıkları gün, Metehan, beş kişilik bir gruba sunum yaptı. 19 yaşında, üniversitenin birinci sınıfındaki bir öğrenci için iyi bir sunum sayılabilirdi. Çağrı, ona;
- Benzer sunum ve söyleşileri daha kalabalık gruplarla gerçekleştirmek istiyoruz. Kendini bu konuda geliştirmeye çalışmalısın, dedi.
- Bu işi sevdim, hocam. Çalışıp-çabalayacağım, daha iyisini yapabilirim, cevabını verdi.
O sunumdan yaklaşık olarak bir yıl sonra, Çağrı, Metehan’a;
- Beyin, Zenginlik, Huzur ve Mutluluk konusunda bir söyleşi düzenlesek, yapabilir miyiz? diye sordu.
- Yapabiliriz tabii de hocam, zenginlik ne alâka?
- Beyin, Tony Buzan’ın deyimiyle, “bir buçuk kilogramlık kâinat” Ben, o kâinatın bize zenginlik, mutluluk ve huzur getirebileceğine inanıyorum. Tabii doğru kullanabilirsek! Bu tasarladığımız söyleşide, sen beynin yapısı, işlevleri, yetenekleri hakkında genel bilgiler versen, sonra, uygun kullanıldığı takdirde, beynin bizi mutluluğa, huzura ve zenginliğe kavuşturabileceğini söylesen... Ondan sonra, soru-cevap şeklinde söyleşiyi başlatsak, nasıl olur?
- Soruları ben mi cevaplayacağım?
- Tabii soruların muhatabı sen olacaksın. Sorulara cevap veremediğin noktada, “bu konuda, Çağrı Hoca’nın belki bir söyleyeceği vardır” diye bana yönlendireceksin. Ben, bu konuları daha önceden araştırdığım ve bir çözümleme yaptığım için bildiklerimi açıklayacağım.
Metehan, biraz düşündükten sonra;
- Sıkı bir hazırlık yapmam lâzım!
- Ne kadar sürer?
- Beş-altı günümü alır.
- Tamam, bir hafta sonraya, haftaya çarşamba gününe, söyleşi etkinliği yapacağımızı çevremize duyuralım.
Çevre Gönüllüleri topluluğuna ve TALYAZDER’in etkin üyelerine, toplam otuz kişiye çağrı yapıldı. Söyleşi günü, konuya ilgi duyan 19 kişi salona geldi. Çağrı:
- Hoş geldiniz, değerli dostlar. Psikoloji Bölümü ikinci sınıf öğrencisi Metehan Türkoğlu, bize beyin hakkında bilgi verecek. Sonra soru-cevap şeklinde söyleşimiz sürecek. Metehan, başlayabilirsin.
Metehan, notlarını çıkardı, bilgisayarını katılımcılara doğru döndürüp sunuma başladı:
- Beyin yaklaşık olarak iki yumruk büyüklüğünde ve 1,4 kilogram ağırlığında bir organımızdır. Bir buçuk kilogramlık kâinat diyebiliriz. O kâinat bize neşe, huzur, zenginlik ve mutluluk da getirebilir, gam ve kasavet de. Bu, bizim beyni kullanma şeklimize bağlı!
Katılımcılardan emekli öğretmen Sermin Kaplı sordu:
- Kullanma şeklimize mi? Nasıl yani?
- Beynimizdeki nöronların yani sinir hücrelerinin sayısı yüz milyarlarca… Her nöronun birbiriyle iletişime geçmesi mümkün. Bu ise yüz milyar üzeri yüz milyarlık bir bilgi potansiyeli demektir ki ortaya çıkacak rakamı bilgisayarlarla bile hesaplamak neredeyse imkânsızdır. Bu devasa gücü olumlu yönde kullanan insana kaygı ve takıntılar gibi olumsuz duygu ve düşünceler pek yaklaşamaz.
Kızılay’dan Emekli Hemşire Çağla Bilekli söze girdi:
- Belki gençken böyle. Yaşlılıkta da aynı beyin gücü korunabiliyor mu? Biyerde okumuş veya duymuştum; insanın, 21 yaşından sonra günde ortalama 10.000 beyin hücresini yitirdiğini iddia ediyordu!
Metehan’ın açıklamaları bitmeden söyleşi başlamış oldu. Belki, böyle başlaması daha iyi, daha akışa uygundu. Çağrı müdahale etmedi. Soruyu Metehan cevapladı:
- Bu doğru değil. Eğer öğrenme yoluyla beyin çalıştırılırsa, tam tersi söz konusu… Hücre kaybetmek bir yana, beyin içinde daha da gelişmiş bağlantılar oluşuyor. Diğer bir yanlış inanış, yaş ilerledikçe genel zihinsel becerilerin gittikçe ve hızla gerilediği yönünde! Böyle bişey yok; tabii eğer insanlar yaşlandıkça kendilerini bırakmazlarsa…
Emekli Binbaşı Çağlar Köklü:
- Yaşlandıkça kendimizi bırakıyoruz, değil mi?
- Ne yazık ki öyle. Eğer insan kendini bırakmazsa, o yanlış inançların gerçekleşmediğini görecektir. Nitekim güzel Türkçemizde, bu yanlış inanışları çürütecek çok anlamlı bir kavram var: ‘Bilge.’ Bilge deyince aklımıza ne geliyor? Ak sakallı ihtiyarlar, değil mi? Yukarıdaki negatif inançlar doğru olsaydı, ‘bilge’ dediğimiz kişilerin hepsi de ihtiyarladıkça, birer bunak olacaklardı. Oysa bilge olmuşlar. Bu bize şunu gösteriyor: Öğrenmeyi sürdürürsen, beyin işlev ve yetenekleri artarak devam ediyor ve bilge oluyorsun… Öğrenmeyi bırakırsan, beyin tembelleşiyor ve bunamaya doğru yol alıyorsun.
Katılımcılar ilgiyle dinliyorlardı. Metehan devam etti:
- Biraz evvel, beynin İki yumruk büyüklüğünde olduğunu belirtmiştim. Beynin, bir yumruk büyüklüğündeki her bir yarısına, sağ ve sol yarımküre veya “lob” denilmektedir. Temel beyin işlevleri bu iki yarımküre arasında bölüştürülmüştür.
Buna göre, sağ tarafın; sanat, bütünü görme, sezgi ve duygular, hayal gücü, renk, resim, sentez işlevlerini yerine getirdiği, zamanla ve mekanla sınırlı olmadığı tespit edilmiştir.
Sol tarafın ise; sayılar, sözcükler, çizgiler, analiz, listeleme, mantık, düzenleme işlevlerini yerine getirdiği, zamanla ve mekanla sınırlı olduğu anlaşılmıştır.
Sağ yarımkürenin, ‘Zaman ve mekanla sınırlı olmaması’ çok çarpıcı bir bilgi, değil mi? Bunun üzerinde uzun uzun düşünmek, bu kavram hakkında derin derin kafa yormak lâzım! İşte, zaman ve mekanla sınırlı olmayan beynimizin bu bölümü, hayal gücümüzle veya rüyalarımız vasıtasıyla, bizi istediğimiz veya bilinçaltının istediği yer ve zamana götürebiliyor.
Çevre Gönüllülerinden Berk Dalan:
- Şimdi, siz rüyalardan bahsedince, aklıma dün gece gördüğüm rüya geldi. Rüyamı anlatmayacağım, Rüya Tabirleri Kitabında yazanları söyleyeceğim: Kitap, gördüklerimin hayırlı şeyler olduğunu, önümüzdeki günlerde bana huzur, neşe ve mutluluk geleceğini yazıyor, dedi ve sordu:
- Rüyalar nedir, bu tabirler doğru mudur?
Metehan, Berk Dalan’a doğru bakarak;
- Bu konuda, doğrusu, pek bir bilgim yok, araştırmalarımda da denk gelmedim böyle bir konuya… Belki Çağrı Hocamın söyleyeceği bişeyler vardır, diyerek Berk’in sorusunu Çağrı’ya yönlendirdi.
Gözler Çağrı’ya döndü. Çağrı, tane tane anlatmaya başladı:
- Beynin yapısını ve çalışma şeklini bilince, bu tabirlere inanmak güçleşiyor, dedi. Biraz önce, Metehan, sağ ve sol lobu anlattı. Sağ lobun, rüyalarımız vasıtasıyla, bizi istediğimiz veya bilinçaltının istediği yer ve zamana götürebildiğini söyledi.
Rüyada gördüklerimizin her biri birer sembol. Onların neyi temsil ettiklerini iyi bilmeli, anlamalıyız. Yani rüyamızdaki kişi veya nesne dostluğu mu, otoriteyi mi, haset veya kıskançlığı mı, başarı veya başarısızlığı mı, zenginlik veya fakirliği mi temsil ediyor? Gördüklerimiz içinde cinselliği, neşeyi, huzuru simgeleyen bir şey var mı? Dolayısıyla rüya, bizim geleceğimizden haber vermez. Gördüğümüz kişilerin de ruh hallerini, duygu ve düşüncelerini göstermez. Gördüğümüz rüya, bizim ruh halimizi, beklentilerimizi, bilinçaltındaki arzularımızı, kaygı ve korkularımızı gösterebilir. Siz iyi, güzel şeyler, neşeli, mutlu insanlar gördüyseniz, bu onların değil, sizin ruh halinizi, ruhunuzun huzurlu olduğunu gösterir.
Berk, anlamış, inanmış ve açıklamalardan tatmin olmuş gibi gözüküyordu. Beyne ilgisi arttı:
- Peki, sağlıklı beyne nasıl sahip olabiliriz ve beyin sağlığını uzun süre hatta ömrümüzün sonuna kadar nasıl koruyabiliriz? diye sordu.
Metehan cevapladı:
- İnsan bedeni eğitildikçe, bu bedene ait beyin de gelişiyor. Beyin beden ağırlığının yaklaşık yüzde 2’sini oluşturduğu halde, aldığımız oksijenin yüzde 40’ı, kan dolaşımıyla birlikte doğrudan beyne gider. Spor yapan bir insan, yapmayan bir insanın iki katı oksijen işleyebilir. Buna ek olarak, spor yapan bir insanın ciğerleri, bedendeki zehirleri çok daha büyük bir etkinlikle dışarı atabilmektedir. İyi bir fizikî güce sahip olmak için; kalp atışlarımızı 120 civarına çıkaran ve bunun 30 dakika sürmesini sağlayan bir etkinliği her gün yapmamız gereklidir.
Bu açıklamalar, Berk’in aklına uyku sorununu getirdi:
- Sanırım, uykusuz kalmak, hele sürekli uykuyu alamamak beyin sağlığını olumsuz etkiler!
- Tabii. Uyku; beynin günlük faaliyetlerini bütünleştirdiği, düzenlediği, dosyaladığı ve sorunları çözdüğü bir dönemdir. Derin bir uykudan mahrum olan beden hep yorgun olacak, zihin kendisini toparlamakta güçlük çekecek, rüyalar vasıtasıyla gevşeyemeyen sinirlerimiz de hep gergin kalacaktır. Günde en az 7 saat derin bir uyku uyuyabilmeli, uyku problemi mutlaka çözülmelidir. Aksi halde insanın hayatı cehenneme döner. Ama bu sorun, mümkün olduğu kadar, ilaç almadan çözümlenmeli.
Dernek üyelerinden Bozkurt Dağcı;
- İlaç almadan nasıl çözeceğiz?
- Zihinsel tutumumuzun hem beden hem de beyin sağlığı ile doğrudan ilişkisi var. Korku, kararsızlık, katılık ve olumsuzluk içeren bir tutum gerginliğe, hastalığa, zihnî becerilerin bozulmasına, uykunun kaçmasına ve hatta zekânın körelmesine yol açıyor.
Açık fikirli, kendini adamış, esnek, cesur, meraklı ve olumlu bir zihinsel tutumsa; günlük hayatta sürekli karşılaşılan problemlerle daha kolay başa çıkabilen bir beyin yaratıyor. “Başımı yastığa koyunca uyuyorum” diyenler bence, böyle olumlu bir zihinsel tutumu benimseyen kişiler.
Emekli öğretmen Kayıhan Duman söz istedi:
- Söyleşinin başında, ‘beyin doğru ve uygun kullanılırsa insana zenginlik de sağlar’ dedin. Nasıl sağlar? Bunu açıklayabilir misin?
Metehan, gülümseyerek,
- Doğrusu bunu ben de merak ediyorum. Bu iddia Çağrı Hoca’nın iddiası… Kendisinden dinleyelim.
Gözler merakla Çağrı’ya döndü. Çağrı anlatmaya başladı:
- İnsanoğlu, ömür boyu, tatmin olmanın peşinde koşar. Doyuma ulaştığı oranda mutlu olduğunu hisseder. İnsanoğlu zengin olma arzusundadır. Çünkü peşinde koştuğu tatmini, huzuru ve mutluluğu zenginliğin sağlayacağını düşünmektedir. Deminden beri hünerlerini saydığımız, nöron ZENGİNİ beyin, bize zenginlik sağlar mı sağlamaz mı?
Çağrı sustu. Salonda, birkaç saniye süren bir sessizlik oldu. Kendi sorusunu, kendisi cevapladı:
- Eninde-sonunda sağlar!
Zekâ ve zenginlik kavramlarının birçok yönü ve boyutu var. Her şeyden önce, sabırlı olmak lâzım ki ‘sabırlı olmak’ zekânın en önemli niteliklerinden birisidir. Sabırlı olanın, olmayandan daha zekî olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ekonomik zenginlik, bazen erken, bazen geç gelir. Çabuk gelmemişse, geleceğinden emin olarak, sabırla doğru iş ve işlemleri yapmaya devam etmek gerekir.
Zenginliğin diğer bir boyutu, hangi aşamaya geldiğimizde zengin sayılacağımız meselesi! Fabrikalarımız, uçaklarımız olduğu zaman mı yoksa zarurî ihtiyaçlarımızı karşılayıp ötesine geçebildiğimiz zaman mı? Ben zenginliği, barınma, giyinme ve gıda ihtiyacını karşıladıktan sonra biraz da ‘verebilecek’ imkânlara kavuşabilmek diye tanımlıyorum. Ki beynini kullanan herkesin bu ölçüde bir zenginliğe ulaşabileceğine eminim.
Zenginliğin diğer bir anlamı ise, arkadaş-dost biriktirmek demek… Samimi, candan dostlar… Böyle samimi ve candan, cömert ve civanmert, ne kadar çok dostumuz varsa o kadar zenginiz demektir. Bize böyle dostları sağlayan da beynimizdir. Sizi buraya davet ettik ve bize inanarak, güvenerek, belki de hatırımızı sayarak evlerinizden çıkıp geldiniz. Çok teşekkür ederiz. Sizlere bakınca, kendimi dost zengini olarak görüyorum.
Salonda duygulu bir hava oluştu, uğultular içinde;
- Biz de seni en iyi dostumuz olarak görüyoruz. Bizi davet ettiğiniz için asıl biz teşekkür ederiz, sesleri geldi.
Uğultu kesilince, Çağlar Köklü;
- Olumlu zihinsel tutumun huzur ve mutluluk getirmesi nasıl oluyor? diye sordu.
Çağrı cevapladı:
- Sıkıntılar, problemler hatta bunalımlar her zaman kapımızı çalabilir. Olumlu zihinsel tutumun faydası; bütün bu olumsuz duygular ruhumuzu ve zihnimizi işgale kalktığında, onları kontrol edebilme yeteneği sağlaması. Paniğe kapılmadan, aşırı tepki vermeden üzüntünüzü, öfkenizi, gerginliğinizi atlatabilmeyi sağlamasıdır. Olumlu zihinsel tutumu içselleştirdiğinizde, çok derin problemler bile uykularınızı kaçıramıyor. Huzuru, yaşama sevincini, sükuneti daha kolay buluyorsunuz. Daha basit şeyler sizi mutlu edebiliyor.
Gözlerini, katılımcı dostların gözleri üzerinde ayrı ayrı gezdirdi. Gözlerinin içine baktı:
- O vakit, zengin, ünlü hatta başarılı olmamayı takmıyorsun. Tanrı’nın bu en büyük nimetini, mükemmel organımız beynimizi en etkili ve verimli biçimde kullanmanın yollarını bulmalıyız. İnanıyorum ki bu muazzam organ ne istiyorsak bizi ona ulaştıracaktır. Onu kullanmamak ne büyük günah ne büyük israf!
Açıklamalar, bütün katılımcıların hoşuna gitti. Söyleşi başlayalı bir saati geçmişti. Çağrı;
- Şimdi, bir ara verelim. Çay ve yiyecek hazırladık. Hem çaylarımızı içelim hem de sorular varsa, çayımızı içerken onları cevaplamaya çalışalım.
Dernek üyesi gençler ev sahipliği yaparak, misafirlere çay ve pasta ikram ettiler.
Çaylarını içerken, katılımcılar akıllarına takılan soruları sordular. Sorunun türüne göre, Metehan veya Çağrı cevapladı. Sonra, katılımcılardan, Sermin Kaplı, Çağla Bilekli, Kayıhan Duman, Çağlar Köklü ve 78 yaşındaki Eczacı Selen Özoğuz ki işgünü, eczanesini bırakıp gelmişti, Çağrı’nın ve derneğin kitaplarından almak istediklerini söylediler.
Kitapları seçtiler, Çağrı imzaladı. Cömertçe bağışta bulundular. Bazıları derneğe üye olmak için başvuru belgesini doldurdu.
Çağlar Köklü, Çağrı’nın kadim arkadaşlarındandı. Kitap kurduydu. Bütün kitap günleri ve fuarlarını mutlaka gezer, çuval dolusu kitap alırdı. Kitap günleri ve fuarlarda Çağrı’ya da muhakkak uğrar, varsa, yeni kitaplarını alır, sohbet ederlerdi.
Bu dostların asıl cömertliği, zamanlarını ayırmaları, hatır sayıp, Çağrı’nın çağrısına zamanlarını cömertçe vermeleriydi. Bu dostlardan çoğu, Çağrı’nın davet ettiği diğer etkinliklere de katılıyor, destek veriyor ve bağışta bulunuyorlardı. Bu dostlar, dostluğun emek demek olduğunu, emek istediğini biliyorlardı. Çağrı hepsine şükran duygularıyla teşekkür etti:
- İyi ki varsınız, iyi ki sizler gibi cömert dostlarım var. Sayenizde kendimi çok zengin, çok talihli hissediyorum.
* * *
İlbay Kömen, Çağrı’nın, ilk görev yeri olan Bornova’da, kirada oturduğu apartmandan komşusuydu. Kırk yılı aşkın bir süredir tanışıyorlardı. Çağrı’dan birkaç yaş büyük olan İlbay, o zamanlar teknik ressamdı. İşleri büyütmüş, şimdi iş insanıydı.
Türkiye’yi, tayinler dolayısıyla gezip dolaştıktan sonra, Çağrı, emekli olduğunda, tekrar Bornova’ya dönmüş ve İlbay’la buluşmuştu. İlbay, Çağrı’yı, Çağrı’dan birkaç yıl kıdemli olan emekli meslektaşı Alpaslan Başbudak’la tanıştırmıştı.
Ertuğrul Toksöz, Çağrı’nın hemşerisi ve hemen hemen akranıydı. Hepsinin ortak tarafı, Bornova’da oturmaları ve vaktiyle, aynı partinin üyesi olmalarıydı. İlbay, Alpaslan ve Ertuğrul hemen her gün buluşuyorlardı.
Çağrı’yla Ertuğrul’un evleri yakındı ve sık sık karşılaşıyorlardı. Onu, derneğe davet etti. Ertuğrul, geleceğini söyledi. Birkaç gün sonra, İlbay’dan Çağrı’ya bir telefon geldi:
- Dernekte misin? Seni ziyarete geleceğiz.
Çağrı hem şaşırdı hem sevindi.
- Evet, dernekteyim, bekliyorum.
Ertuğrul, Çağrı’nın davetini İlbay ve Alpaslan’a iletmiş, onlar da uzun süredir görüşmediğimiz Çağrı’yı yerinde ziyaret etmemiz çok iyi olur demişler.
Çağrı, Dernek Başkanı Seçkin Özgür’le beraberdi. Üç adet yeni kütüphane almışlar, onlara kitapları dizmekle meşguldüler.
Biraz sonra, üç arkadaş geldi. Onları Başkan’la, Başkan’ı onlarla tanıştırdı. Çağrı, bu şaşırtıcı ziyaretten çok mutlu olduğunu söyledi. Çay demleniyordu zaten. Çay ve dernekte her zaman bulunan bisküvilerden ikram ettiler. Konuşacak, ortak çok şeyleri ve tanıdıkları vardı. Çaylar birkaç kez tazelendi.
Sonra, derneğin kitaplarıyla ilgilendiler. Derneğin ve Çağrı’nın kitaplarından aldılar. Üçü de cömertçe bağış yaptı.
Ayrılırken, üçünün buluştuğu kahvenin adresini verdiler. Çağrı;
- En kısa zamanda geleceğim, diye söz verdi.
Birkaç gün sonra verilen adrese gitti. Üçü de yoktu. Ertuğrul’a telefon etti:
- Verdiğiniz adrese geldim, kimseyi bulamadım.
Ertuğrul yakın biyerdeymiş:
- Anayola çık, orada buluşalım, dedi.
Buluştular. Yakındaki bir çay bahçesine oturdular. Ertuğrul, çay-pasta ısmarladı. Çaylarını içerken, Çağrı;
- Hatırımı sayıp beni ziyaret ettiğiniz ve kitaplarımdan aldığınız için çok memnun oldum. Çok teşekkür ederim. Ben, üçünüzü birden Kemeraltı’nda bir lokantada yemek yemeye davete geldim.
- Benim vaktim var, ne zaman istersen gelirim de sen İlbay’ı ara, ona söyle, onların işi olabiliyor.
- Tamam, söyleyeyim, dedi, Çağrı.
Ertesi gün, İlbay’ı arayıp, yemek davetini iletti. İlbay;
- Teşekkür ederiz, bi düşünelim, dedi.
- Bekliyorum.
Günler geçti, Çağrı’ya cevap gelmedi. Kısa süre sonra Ramazan, ardından da yaz geldi. Yemek gerçekleşmedi.
Çağrı, bunun gibi, kitaplarına ilgi gösteren başka arkadaşlarına da yemek davetinde bulunmuş, hiçbiri reddetmemiş ama biri hariç kimse de gelmemişti. Herhalde, “hayat pahalı, Çağrı’ya külfet olmasın” diye düşünüyorlardı. Halbuki, birisi, sizi biyere davet etmişse, onu gerçekleştirecek gücü ve kaynağı da var demektir.
* * *
Şahane bir bahar günü öğleden sonrasıydı. Çağrı, can dostlarından Alp’le buluşacağı çay bahçesine girdi. Az önce çantasına su sıçramış, çantanın içine de sızmıştı. Kendi eseri olan iki kitabı, ıslanmasın diye çıkarıp çantasının yanına koydu. Bu arada çayı geldi. Çayını yudumlarken yanına birisi yaklaştı. Karşısındaki sandalyeye dayanmış sırıtarak tanıdık biri olduğunu kanıtlamaya çalışıyor, ağzında;
-Beni tanımadın mı? gibi bişeyler geveliyordu.
Çağrı,
-Tanımalı mıyım? diye sordu.
Karşısındaki kendini tanıttı:
-Ben Yaltacık Cardan, sen de Çağrı Cömert.
Çağrı, çaresiz, fakülteden devresi Yaltacık’ı tanımak zorunda kaldı. El sıkıştılar. Çağrı, yeni gelene, “otur” falan demediği halde, Yaltacık,
-İki dakika oturayım, dedi.
Çağrı, “iyi, çabuk kalkacak” diye içinden sevindi. Yaltacık, anlatmaya başladı. Durumu çok iyiymiş, çok çalışıyor, koşturuyormuş, bu koşturma onu mutlu ediyormuş. Çocukları yurt dışındaymış. Bu, onları keyiflendiriyormuş. Eşiyle, yılda en az bir kere çocukların yanına giderlermiş. Bilet paraları çok pahalıymış, yüz bin liranın üzerindeymiş ama sorun yokmuş.
Bir ara,
- Sen de boş durmuyorsun, kitaplar yazıyorsun, dedi.
Çağrı, acı acı güldü. Sessiz ve yorumsuz dinliyordu. Konuşmuyordu. Yaltacık, nadiren bişey sorarsa, kısaca cevaplıyor, yine susuyordu. Arada, can sıkıcı sessizlikler oluyordu.
Yaltacık, bir süre konuşmayı kesip cep telefonuyla meşgul oldu. Sonra yeniden anlatmaya başladı:
-Seninle en son Lalapaşa’da görüştük.
Bu görüşme üzerinden otuz yıl kadar geçmişti. Çağrı, hatırlattı:
-Burada da görüştük.
Çağrı’nın söylediği görüşme üzerinden bile yirmi beş yıl geçmişti.
-Onu hiç hatırlamıyorum, dedi Yaltacık.
Çağrı da,
-Boş ver, çok zaman geçti, diye üzerinde durmadı.
Lâkin Yaltacık anlatma arzusuyla kıvranıyordu. Şimdi, sağlık işinde ne kadar iyi olduğunu, çevresinin ne kadar genişlediğini, arkadaşlara ve çevresine ne kadar yararlı olduğunu, işinin kendisini ne kadar mutlu ettiğini anlattı, anlattı. Veeeeee,
-Bütün bunlar senin sayende, sen o günlerde beni yönlendirmeseydin, şimdi bu konumda olmazdım. Kim bilir nerede olurdum?
Çağrı,
-Bak, hatırladın, bunları burada, İzmir’de görüşmüş, bişeyler yapmıştık ama önemli değil, dedi.
Yaltacık,
-Öyle deme, senin yönlendirmen, senin desteğin sonucu buralara geldim.
Çağrı,
-Ben hiç öyle düşünmedim, dedi.
Yaltacık,
-Yok yok, yaptığın işi küçümseme, çok önemli bir destekti, dedi.
Yaltacık, destek konusunda bu kadar ısrar edince, Çağrı dayanamadı:
-Madem benden bu kadar destek gördüğünü söylüyorsun, kitap yazdığımı da biliyorsun, biraz önce, sen de dile getirdin, o vakit, gördüğün destek karşılığında kitaplarımı alarak bana destek vermeyi hiç düşünmedin mi?
-Düşündüm fakat nefes alacak vaktim olmuyor!
-Yani, alışveriş yapmaya zamanın mı yok?
-Evet, dedi Yaltacık, alışverişe zamanım yok.
Yaltacık öyle deyince, Çağrı, masadaki kitapları eline alıp, Yaltacık’a doğru uzatarak,
- O zaman benden satın al, dedi.
Yaltacık,
-Desteği parayla mı ölçüyorsun? dedi.
Burada, “Eeee, biraz önce, alışveriş yapmaya zamanım olmuyor diyen sen değil miydin? İşte kitaplar ayağına gelmiş!” demek Çağrı’nın aklına, gelmedi. Onun yerine,
- Tamam, ben sana vereyim, sen eleştirilerini ilet, dedi.
Yaltacık,
-Eleştiri benim işim değil.
Çağrı,
-Eleştirme, görüşlerini bildir.
Yaltacık, yeniden döndü:
-Desteği bununla mı ölçüyorsun?
Çağrı,
- Neyle ölçeyim, vefa duygun bu mu?
Yaltacık,
- Vefanın bunla ilgisi yok!
Çağrı,
-Deminden beri övüyorsun, destekten bahsediyorsun, sende vefa da yok, samimiyet de!
Yaltacık’ın oturacak, Çağrı’nın yüzüne bakacak hali kalmamıştı. Kalktı, kaçar gibi uzaklaşırken, “Yanına hiç oturmadığımı kabul et” dedi.
O kaçınca, Çağrı saatine baktı. “İki dakika oturayım” diyen, “nefes almaya vaktim yok” diyen Yaltacık yarım saatten fazla oturmuş, çene çalmıştı. Övünme zaafı yüzünden, kendi ağzıyla vefasızlığını ve samimiyetsizliğini itiraf etmese, Çağrı da onun vefasızlığını, ikiyüzlülüğünü açıkça, kayıtlara geçercesine kanıtlamak ve vurgulamak zorunda kalmasa, daha da oturacaktı.
Çağrı düşündü… 65 yaşlarında olmalarına, hayatlarının sonbaharı hatta kışını sürmelerine rağmen, bu çocukça mazeretler, ondan önceki çocukça övünmeler nasıl izah edilmeliydi?
Bu, çocukça bir kıskançlık mıydı?
Çağrı, kendisinde kıskanılacak hiçbir şey görmüyordu. Ama Anadolu’nun bağrındaki öğretmen arkadaşı Özgür Deniz, birkaç ay evvel uyarmıştı: Bizim toplumda kıskançlık korkunçtur, sonsuzdur.
Bu arkadaşlar, bir kitap satın alırsa, Çağrı’nın zengin olacağını, servet ve şöhrete kavuşacağını falan mı zannediyorlardı?
Belki… Fakat Çağrı’ya göre, asıl sebep, cimrilikti. Bu cimrilik, sadece, “cepten para çıkmasın” cimriliği değildi. Evet, o da önemli bir etkendi ve bu, yüz bin liralık uçak biletinden bahsedenlerde bile elli lira harcayamama hastalığı vardı.
Fakat başka bir cimrilikleri daha vardı: Kitabı hediye ediyorsun, onu da kabul etmiyor. Bu nasıl anlaşılmalıydı? Neden hediye edilen kitabı almıyordu? Çünkü eğer Yaltacık kitabı hediye olarak alırsa, Çağrı mutlu olacaktı. Bu küçücük mutluluğu ona kendi eliyle “vermek” istemiyordu.
Yaltacık, başka bir şey vermekten daha kaçınıyordu: Eğer kitaba elini sürerse, alıp çantasına koyarsa, o kitabı, köşeyi dönünce çöp kutusuna atsa bile Çağrı’nın bir kitap yazarı olduğunu kabullenmiş olacaktı! Ona bir yazar payesi “vermiş” olacaktı! Kendisiyle aynı eğitimi görmüş olan arkadaşına, kendisinde olmayan, “yazarlık” payesini, rütbesini “vermek” istemiyordu. Bu tiplerin kıskançlığı, cimriliği buydu: Verememek! Yakınlarına, arkadaşlarına hatta tüm insanlığa faydalı olacak hiçbir şey verememek… Aylık gelirlerinin binde birini bile cepten çıkaramadıkları gibi, yüreklerinden mutluluk, neşe, sevinç de çıkaramıyorlardı. Bunlar mebzul miktarda hüzün, kasvet, gam, keder verebilirlerdi. Ama “vefa” veremezlerdi, hatırşinas olamazlardı, haz veremezlerdi, keyif veremezlerdi.
Bunları düşünürken, Çağrı’nın buluşmak için sözleştiği can dostu Alp Sarıbatur geldi. Hal-hatır sorduktan sonra, yukarıdaki konuşmayı anlattı. Yaltacık’a, “sende vefa da yok samimiyet de!” diyerek bitirdiğini aktardı. Alp:
-İnsaniyet de yok, deseydin ya, dedi.
Alp’le sohbete başlayınca, Çağrı, Yaltacık’ı unuttu. Alp, Çağrıdan iki yaş küçüktü. Ta çocukluğa uzanan derin dostlukları vardı. Çağrı’nın Alp’te sevdiği en önemli özelliği, ince fikirli, görgülü olmasıydı. Buluşmaya gelirken hiç boş gelmezdi. Yanında sık sık mevsim meyvelerinden biri veya birkaçı bulunur, yanında taşıdığı bıçakla onları çabucak soyar, ikram ederdi. Meyve yoksa, kuruyemiş hatta bazen, Sandıklı’nın iyice kurutulmuş peyniri bulunurdu. Becerikliydi. Çok cömertti. Yemeyi içmeyi, yedirmeyi içirmeyi severdi. Saygılı, görmüş geçirmiş, kalender meşrepli bir dosttu. Çağrı’yla aralarında, ödeme konusunda, paranın lafı asla olmazdı. Dostluğa, arkadaşlığa, bilgiye, bilime değer verirdi. Çağrı’ya,
- Senin psikolojiye merakın olduğunu biliyorum. Çok okuyor, araştırıyorsun. Seninle tartışmak istediğim bişey var, dedi.
- Nedir? Buyur!
- Zaman zaman bişeylere çok kızıyoruz. Bazen öfkemiz kendimize zarar veriyor. Öfkenin bu zararından nasıl korunacak, kurtulacağız?
Çağrı gülümsedi:
- Bu öfke duygusu, bazen bana da rahatsızlık veriyor. Ondan korunabilmek için ben de kendi kendime telkinlerde bulunuyor, öfkenin köken ve sebeplerini, zararlarından korunma yollarını ilgili yayınlardan öğrenmeye çalışıyorum. Öğrendiğim, bildiğim kadarıyla izah etmeye çalışayım.
- Dinliyorum.
- Şimdi, her şeyden önce, öfke normal ve sağlıklı bir duygu. Çocuklarda öfke duygusu çoğu kez bağırma, kendini yere atma, tekmeleme, itme gibi saldırgan durumlara yol açar. Yetişkinlerde saldırganlık, çocuklarda olduğu gibi her zaman doğrudan değil, çoğu kez dedikodu yapma, laf atma, ima etme, iğneleme gibi dolaylı yollarla ifade edilir.
Alp söze girdi:
- Bunları yapamazsak ki çoğu zaman mümkün olmuyor, içimize atıyoruz. Öfkemizi yutuyoruz!
- Doğru, çünkü beynimizde, kızgınlık duygusunun oluştuğu bir merkez ve bir de bu duygumuzu süzgeçten geçiren bir başka merkez daha var. Eğer kızgınlığımızı olduğu gibi yansıtırsak bu yıkıcı olur. Süzgeçten geçiren merkez, çoğu zaman bizi durdurur. Bu, “durdurma”, öfkemizi yutmamız şeklinde kendini gösterirse, kendimize büyük zarar veririz. Oysa öfkemizi mantıklı, bilinçli hatta faydalı, yapıcı bir biçimde de ortaya koyabiliriz.
- Yapıcı ve faydalı biçimde mi?
- Evet, öfkenin saldırganlığa dönüşmesi, yutulması veya bastırılması sağlıksızdır, yıkıcıdır.
- Saldırganlık, evet, feci bişey… İnsan, insanlığından çıkıyor.
- Kızgınlığımızı dışa vurmamız ama bunu sağlıklı bir biçimde dışa vurmamız gerekir. Çünkü kızgınlığımızı bastırdığımızda; yüksek tansiyon, baş ağrısı, mide ağrısı, ritim bozuklukları, depresyon gibi rahatsızlıklar yaşamaya başlarız. Alp kardeşim, çok ilginçtir, ben bu rahatsızlıkları memuriyetim zamanında, yani gençken, 35-40 yaşları arasında çok yaşadım, baygınlıklar geliyordu. Bende rahatsızlıklar, yüksek tansiyon değil de düşük tansiyon şeklinde kendini gösteriyordu ki biliyorsun daha tehlikelidir. Tansiyonum düştüğü için iki kez düşerek başımı yere vurduğum ve yardığım vakidir. Emekli olduktan sonra bütün bu şikâyetlerim geçti. Demek ki o dönemde öfkemi yutuyor, bastırıyormuşum! Sağlığıma zarar verecek kadar bastırıyormuşum.
Alp, üzüntüyle başını salladı. Sonra, Çağrı’ya bakarak:
- Üstelik öfkeyi bastırmak, kızdığımız kişiyle iletişimimizde de hiçbir işe yaramıyor. Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış, hesabı.
- Öyle, ne yazık ki öyle!
- Ama bastırmadan veya saldırmadan da öfkemizi göstermenin bir yolu olmalı, nasıl yapmalı?
- Öfkemizi ifade etmemizin sebebi, karşımızdaki kişiyi değiştirmek değildir. Bizim duygumuzu ve beklentimizi görmesine yardımcı olmaktır. Dolayısıyla kimsenin kimseyi değiştiremeyeceği gerçeğinden hareketle, ifade biçimimizi değiştirerek kızgınlığımızı göstermek daha sağlıklı bir dışavurumdur. Bunun yolu da “ben dili”ni kullanmaktır.
- Ben dili ne demek? Nasıl kullanılır?
- Anlatmaya çalışayım… Dikkati karşımızdaki kişinin yanlış davranışlarına çekmek, o kişinin savunmaya geçmesine ve kendi payına düşen sorumluluktan kaçmasına yol açıyor. Bunun yerine, sorunun ne olduğu, bizi nasıl etkilediği ve sonunda nasıl bir durumun ortaya çıktığı açıklanırsa, savunmaya geçme tehlikesi olmaksızın karşı tarafı iş birliğine çekmiş oluruz. Örneğin, “sürekli sözümü kesiyorsun” yerine, “sözümü kestiğinde kendimi önemsenmemiş hissediyorum ve bütün anlatma hevesim kaçıyor” diyebiliriz. Bu yaklaşım, bizim çatışma istemediğimiz, iş birliğine hazır olduğumuz, kendimizi açtığımız mesajlarını vermektedir. Bu, dostça, iyi niyetli ve güçlü bir ileti göndermek demektir.
- Güzel, etkili bir yaklaşım.
- BEN dili, duygu ve düşüncelerimizi İÇTENLİKLE ifade etmemizdir. Başkalarıyla ilgili yorumlarımızı değil, kendi duygu ve düşüncelerimizi açıklar. Suçlama olmadığı için BEN mesajıyla gönderilen duygu ve düşünceler, genellikle GÖNÜLLÜ bir farklı davranma çabasına zemin hazırlayabilir. BEN dilinin en önemli yararı ise, karşımızdaki kişiye, suçlanmadan kendini gözden geçirmesine imkân tanımasıdır.
- Yahu, insan neler öğreniyor. Öğrenmenin yaşı yok. Bu ben dili ne güzel bir iletişim biçimi. Bize hâkim olan anlayış, sen, sen, sen diye hep hüküm verme, hep suçlama…
- Hah ha… Suçlamaya gelince, sen, sen, sen… Övmeye, daha doğrusu övünmeye gelince, ben, ben, ben! İnsanoğlunun bencilliği sonsuz!
- Hah hah ha… Kendinden başka herkesi suçlama yeteneği de!
- Suçu hep karşımızdakine yükleriz. Sen, sen, sen deriz. Oysa SEN mesajı iletişimi engeller. Bizim hakkımızda bir ileti göndermez, odak hep karşımızdaki kişidir.
Suçlama, yargılama ve tehdit içeren SEN mesajı, karşımızdakini sinirlendirir, savunmaya ve çoğu zaman karşı saldırıya geçirir. Bu durumda konuşulan konu önemini yitirir. Dikkat et; KONU ÖNEMİNİ YİTİRİR! Hangi tarafın yeneceği, kimin üstün geleceği yarışı başlar. Böylece, iletişimdeki amaç, “sorunu çözmek” ekseninden kayar, karşı tarafı kırarak, inciterek, galip gelmek haline dönüşür. Taraflar, düşmanca duygularla iletişim kurmaya çalışır ve başarısızlık kaçınılmaz olur.
- Hıh, televizyonlardaki tartışma programlarında olan, tam da bu. Sorun çözmeye odaklanmak yerine, herkes birbirini suçlama yarışına giriyor.
- Evet, o programları seyretmek zaman kaybı… Üstelik sinirlerimiz geriliyor, gece seyretmişsek uykularımız kaçıyor. O tür programları zararlı buluyorum.
Alp, düşünceli düşünceli:
- Aslında, bu ben dili konusunda, vaktiyle, işyerinde bir sunum aldık, bu konuyu ben de çeşitli kaynaklardan okudum. Şimdi hatırladım. Fakat bir uzmandan dinlediğimiz, kendimiz de konuyu okuduğumuz halde, niçin uygulayamıyoruz?
- Konu hakkında bu kadar okuduğum hatta sırası gelince şimdi olduğu gibi anlattığım halde ben de çoğu zaman ben dilini unutuyorum. “Ben” dilini kullanmak hemen ve her zaman aklımıza gelmeyebilir. Anadolu’da çok kullanılan bir ifade biçimi var: “Senin yerinde olsaydım, öyle yapmazdım, öyle söylemezdim. Senin yerinde olsaydım şöyle şöyle yapar, böyle böyle söylerdim.” Ben, yumuşak bir şekilde ifade etmek şartıyla, “yerinde olsam, böyle yapar, böyle söylerdim” yaklaşımının “bilgece” bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Anadolu bilgeliği…
- Doğru. Yerinde olsaydım diye başlamak çok daha kolay ve her zaman aklımıza gelebilecek bir ifade biçimi. Kimseyi kırmayacak, incitmeyecek bir yaklaşım. Düşündürücü… Hitap ettiğimiz kişiyi düşünmeye sevk edecek bir yaklaşım biçimi… Evet, bilgece!
- Bu arada, bir gözlem, tahmin veya tecrübemi aktarmak ve onunla ilgili bir uyarıda bulunmak istiyorum!
- Nedir?
- Öfke ve kızgınlığın bedenimizdeki etkisini hemen görmeyebiliriz. Yani, öfkelendiğimiz anda, birine kızdığımız günde, baş ağrısı, ritim bozukluğu, mide kasılmaları olmayabilir. Ne zaman olur? Öfke ve kızgınlık içimizde birikince… O yıkıcı duygular birikir, birikir, bardak iyice dolar ve taşmaya başlar… Vücudumuzun en zayıf noktalarında kendini gösterir: Midemiz yanmaya başlar, kalp ritmi bozulur, uykularımız kaçar, öfke birikmeye devam ederse, depresyona yol açar ve daha ağır hastalıklara da davetiye çıkarır.
- Bardağı taşıran son damla, örneği… Tabii burada son damla, asla son damla olmuyor… Damlalar, damla damla sürüyor! Sele dönüşüyor ve sağlığı sürükleyip götürüyor, öyle değil mi?
- Evet, ne yazık ki öyle! Bir de ilgi meselesi var. Hepimiz ilgi görmek ve önemsenmek isteriz. Karşımızdakinin, “seni çok seviyorum”, “sana ilgi gösteriyorum”, “seni çoooook önemsiyorum” sözleri bizim için hiçbir şey ifade etmez. İsteriz ki bu güzel sözleri söyleyenler, eylemleri ile bunu kanıtlasınlar, bizi, önemsediklerini, sevdiklerini hissettirsinler.
- Evet, seviyorum, özlüyorum, önemsiyorum diyorlar, boş söz. Seviyorsan, önemsiyorsan göster bunu! Seninle, bir yıl kadar önceki buluşmamızda, bize üç kilometre mesafedeki, yarım asırlık arkadaşımızı, bize katılması için aramıştık. O gün, “diş hekimiyle randevusu varmış” gelemedi. Peki, o günden bugüne hiç mi boş vakti olmadı? Ne seni aradı ne de beni! Arkadaşsan, dostsan, önemsiyorsan, gel, buluşalım, arkadaş, çay-kahve içelim, sohbet edelim. Hiç olmazsa, telefonla konuşalım! Dostluk emek ister. Emek çekmeyi, emek harcamayı gerektirir.
- Evet, emek harcamalı, emeksiz dostluk kurulamaz ve sürdürülemez. İlgi, sevgi eylemle gösterilmeli. Karşılıklı ziyaretler yoksa, birbirini desteklemek yoksa, gerektiğinde yardımlaşma yoksa, iletişim kesilmişse hangi ilgi ve sevgiden, hangi dostluktan bahsedilebilir?
- İlgi, sevgi deyince, karşımızdakini övmek, methetmek gibi de anlaşılmamalı. Dost acı söyler, yüzümüze karşı gerçekleri söyleyebilmek de ilgidir, sevgidir, dostluktur.
- Tamamıyla katılıyorum. Pek çok arkadaşım, yazılarımı eleştirirse, bozulacağımı, kızacağımı sanıyor. Tam tersi… Eğer sen benim yazılarımı eleştiriyorsan, yazdıklarımı didik didik etmişin demektir. Yazımı, kim didik didik eder? O yazıyı önemseyen arkadaşım, dostum… Elbette didik didik edenin de dibine kadar eleştirme hakkı doğar. Her fırsatta söylüyorum: Eleştiri aynadır, nimettir. Eleştiri aynası, kendimizle yüzleşmek için büyük bir fırsattır. Sadece, eleştiri sonucu hatalarımızı düzeltir, eksikliklerimizi giderir, fazlalıklarımızı atarız. Sen, hemen hemen her yazımı eleştiriyorsun. Çok teşekkür ederim. Şükran duyuyorum.
- Sağ ol abi, estağfurullah. Ben arkadaşlarımızın, hemşerilerimizin paylaştığı metinleri de eleştiriyorum. Çünkü arkadaşımın paylaşımını önemsiyor ve o metni didik didik ediyorum. Kendi duygu ve düşüncelerimi iletiyorum.
- Bak, önemsiyorum, dedin. İnsanlar, her şeyden önce ve her şeyden çok önemsenmek isterler. Bu, varlıklarının kabulü için çok hayatîdir. Önemsenmediğini hissetmek insanda büyük öfke yaratır. Ne yazık ki önemsenmeme davranışıyla çok sık karşılaşırız. Önemsenmediğimizi sıklıkla, hemen her gün, her saat hissederiz, fark ederiz.
- Peki, buna karşı ne yapabiliriz?
- Önemsenmeme karşısında yapabileceğimiz fazla bişey yok. Ancak benim bir umudum ve buna yönelik bir uygulamam var: “Ben önemsersem”, “beni de önemserler” diye umuyor ve her bir arkadaşımı, dostumu önemsediğimi “eylemle” göstermeye çalışıyorum.
- Neler yapıyorsun?
- Misal, seninle yaptığım gibi, iletişim kuruyorum, arıyorum, davet ediyorum. Ziyaret ediyorum.
- Benim gibi… Çok teşekkür ederim.
Saatlerdir oturuyorlardı. Çaylar, kahveler, maden suları içilmiş hatta arada birer de künefe yemişlerdi. Artık çay bahçeleri, “kafe” adını almış, lokanta gibi, yiyecek hizmeti de veriyorlardı.
Hava kararmaya başlamıştı. Hesabı ödeyip kalktılar. Otobüs durağına kadar birlikte yürüdüler. Tekrar buluşmak dileğiyle ayrıldılar.
Çağrı eve vardı. Başını yastığa koyduğunda, aklına, öğleden sonra yaşadıkları geldi, bir riyakârın, riyakârlığını kendi kendine itiraf ettiği sahne geçti gözlerinin önünden… Şükran duygularıyla dolu olarak, “Allah’ım, ne büyüksün!” diye düşündü ve uykuya daldı.
* * *
Bornova’da, Ege Üniversitesi Toplum Bilimleri Fakültesi’nin işletmesini üstlendiği bir sosyal tesis vardı. Asırlık ağaçların altında, çok güzel çiçek ve bitkilerle düzenlenmiş bakımlı bir bahçesi, kapalı mekânları da olan bir tesisti. Yiyecek, içecekler hem güvenilir hem de gayet hesaplıydı. Tesis, üniversite yerleşkesinin hemen yanındaydı. Ege Üniversitesi mensuplarına açık olduğu gibi, ülkedeki bütün Toplumbilim Bölümü mezunlarına da kapısını açmıştı.
Özellikle bahar aylarında çok talep görüyor, Çağrı da fırsat buldukça gidiyordu. Güzel bir bahar gününde, eşiyle beraber oturuyor çay içiyorlardı. Tesis, “kendine hizmet” sistemiyle çalışıyor, herkes kendi yiyecek ve içeceğini kendisi alıyordu. Çayları bitmişti. Çağrı, tazelemek için kalktı.
Çay ocağından çayları aldı. Yerine gitmek için döndüğünde, karşısında birisinin mahcup, neredeyse suçlu bir ifadeyle gülümseyerek kendisine baktığını gördü: Karacık Emin!
İzmit’te oturan Karacık, ara sıra İzmir’e geliyordu.
- Çağrı mı? diye sordu.
Demek ki emin değildi. Veya suçluluk psikolojisiyle yumuşak bir giriş yapmak, reddedilme ihtimaline karşı bir açık kapı bırakmak istiyordu!
- Yok, dedi, Çağrı. Ben senin bildiğin Çağrı değilim.
Yürüdü, masalarına gitti. Karacıklarla ailece tanışıyorlardı. Karşılaşmayı eşine söyledi, ardından, yaklaşık bir yıl önceki yazışmalarını, Karacık’ın, “kitabı, çevresine tavsiye ettiği ve alacağım dediği halde almadığını”, kendisinin, Karacık’a, “sonuç: sıfır” diye rapor verdiğini, onun da iletişimi, “üzücü” diye bitirdiğini hatırlattı. Seçil, biraz durdu, düşündü, kocasının gözlerinin içine baktı, her hecesini ayrı ayrı vurgulayarak;
- Üzücü, dedi.
Çağrı koptu! Sonra, kendini toparlayıp;
- Ona karşı güvenim feci şekilde sarsıldı. Benim yüzüme nasıl bakıyor, bakabiliyor? Ben onun yüzüne, hiçbir şey olmamış gibi nasıl bakarım? Nasıl oturup sohbet edebilirim?
Çaylarını bitirip kalktılar.
Eve varınca, Çağrı derin derin düşündü: Allah Allah, bu nasıl işti? Yüzlerce sınıf arkadaşı varken, kendileriyle hiçbir problemi olmayanlarla, yıllardır görüşmedikleriyle veya şurada komşu olanlarla karşılaşmıyordu da karşısına, bir hafta arayla, biri, vaktiyle ondan destek gördüğünü dile getirip sonra da ikiyüzlülüğünü kendi ağzıyla itiraf eden, diğeri, destek vaat edip de yan çizen ikisi çıkıyor.
Bu, Allah’ın nasıl bir hikmetiydi?
Bu karşılaşmalar, dost gözüken riyakârlara vicdan azabı olsun, suçluluk duysunlar diye Tanrı’nın kaza ve kaderi, ilahî buluşturması değil de neydi?
Bu, Yüce Yaradan’ın bir uyarısı, kendini bu riyakârlardan koru, çevreni de ikaz et, çağrısı değil de neydi?
Ulu Tanrı’nın bu mucizesi, Çağrı’ya içini dökme ve bütün riyakârlara seslenme fırsatı vermişti. “Riya, Himalaya” başlıklı kısa yazısında hem içini döktü hem de Karacık Emin’in şahsında, riyakârlara seslendi:
“Bana yıllardır diyor ki benim için yok hükmündesin!
Yazdıklarının, emeklerinin, eserlerinin benim nazarımda hiçbir değeri, hiçbir önemi yok! Seni yok sayıyorum!
…
Çaresizim! Aldım, kabul ettim. Görüşüne saygı duydum... Saygıyla karşıladım.
Arkamdan, beni yok sayarken, yüzüme karşı, şimdi, seni var sayıyorum, benim için küçük de olsa bir değerin var diyor! İyi ama bilader, yıktın ‘güven’imi… Yok ettin ‘güven’imi…
Şimdi, sana nasıl inanayım? Tekrar hayal kırıklığına uğratmayacağına nasıl ‘güven’eyim? Nasıl ‘emin’ olayım?
Ne yazık ki dedim! Senin nazarında yok olduğuma göre, benim seni görebilmeme imkân yok!
Bilmiyorum, şimdi de sen kendini, ‘yok hükmünde’, değersiz ve önemsiz gördün mü?
Gördüysen, onu gösteren senin aynan!
O ayna senin eserin!
Ayna, riya! Riya, ayna!
Riya, binalar, gökdelenler inşa etmiş!
Riya, tepeler, dağlar gibi…
Riya, olmuş Himalaya!”
Yazı, köşesinde yayınlanınca, arkadaşı Alp’ten yorum geldi:
“Riyakârlar, Sivas yöresinde, ‘iki yüzlekçi’ diye adlandırılır.”
Çağrı, bu riyakârlar için, “vicdan azabı”, “suçluluk” duysunlar falan diyordu da onlarda, acaba, vicdan var mıydı? Suçluluk duyacak bir duygulanma yeteneği var mıydı? Suçluluk duymak için, önce, insanda bir “sorumluluk duygusu” bulunması gerekmiyor muydu?
Bunlar, Hüsnü Mahalli’nin dediği gibi, suçluluk duygusundan, vicdan azabından ve kendileriyle yüzleşmekten kaçmak için hemen seni suçlamıyorlar mıydı? Hemen seni KÖTÜ ve SORUNLU BİRİ olarak ilân etmiyorlar mıydı?
Bunları düşününce, suçluluk duygusu, ona, Allah’ın bir lütfu, bir nimeti gibi görünmeye başladı. Öyle ya, suçluluk duyabilmen, bunu içselleştirebilmen için bir vicdanının, bir sorumluluk duygu ve şuurunun olması gerekiyordu. Vicdan ve sorumluluk duygusu ise en insanî erdemlerdendi.
Bunlarda bu erdemleri aramak doğru muydu? Bulmak mümkün müydü?
Belki! Kim bilir?
* * *
Yaz mevsiminin bunaltmaya başladığı günlerde, üçüncü yurtdışı seyahatleri için İstanbul’dan İsviçre’ye uçtular. Bu gezide, artık dört buçuk yaşına gelmiş olan Öykü de yanlarındaydı. Gezi planını, daha önce İsviçre’yi görmüş olan Neslihan ve Çağatay birlikte yapmışlardı.
Cenevre’ye inmişler, bu şehre yakın bir Fransız kasabası olan Ferney-Voltaire’deki bir otelde yer ayırtmışlardı. Çağrı ve Seçil, İsviçre’ye seyahat, Fransa’da otel, “yani her giriş çıkışta pasaport kontrolü mü olacak? Sınırda bekleyecek miyiz?” endişeleri yaşarken, gördüler ki iki ülke arasında sınır falan yok. Vaktiyle gümrük gibi bir geçiş noktası yapılmış fakat artık kullanılmıyor ve giriş çıkışta da hiçbir engel yok. Aynı ülkenin bir şehrine girip çıkar gibi her iki tarafa da girip çıkabiliyorsun. Böylece, her iki ülkenin de görmeye değer yerlerini hiçbir sınırlama olmadan görebiliyorsun.
Bu seyahati aylar önceden planladıkları için, Cenevre’de oturduğunu söyleyen, dolayısıyla oraları bilen mukaddes kardeşi Gökçe’ye, gezmeye değer yerleri sormuşlar, onun verdiği bilgilerden de yararlanmışlardı.
İsviçre’ye indikleri akşam, Gökçe aramıştı. Nerede kaldıklarını sordu. Çağrı, Ferney-Voltaire’de kaldıklarını söyledi. Meğer o da orada oturuyormuş.
- Bi akşam muhakkak misafir etmek isterim, dedi. Çağrı;
- Sizinle bu uzak diyarlarda buluşmaktan çok memnun oluruz. Fakat söz vermeyelim. Vakit bulursak uğrarız, cevabını verdi.
Gökçe, adresi ve konumu attı.
Ertesi gün hem Fransa hem İsviçre topraklarında gezdiler. Akşam, bir çay içimlik vakitleri olacaktı. Birkaç saat önceden, Gökçe’ye, ziyarete geleceklerini bildirdiler. Gökçe;
- Bekliyoruz, dedi.
Akşama doğru Gökçe’nin evindeydiler. Gökçe, beş katlı bir apartmanın birinci katındaki bir dairede kız kardeşi ve üniversiteli oğluyla birlikte oturuyordu. Evin geniş, neredeyse teras gibi bir balkonu vardı. Buraya bir salıncak kurulmuştu. Salıncağı gören Öykü, balkondan içeri hiç girmedi.
Gökçe, çok büyük bir hazırlık yapmıştı. Pastalar, börekler, tatlılar, meyve ve kuru yemişler…
- Aslında, sizi akşam yemeğinde ağırlamak istiyordum ama istemediniz, dedi.
- O kadar vaktimiz olmazdı. Gezerken biyandan da yörenin lezzetlerine, damak tatlarına bakmak istiyoruz. Yedik geldik. Fakat sizin hazırlığınız da akşam yemeği kadar olmuş, dediler.
Çaylar, yiyecekler eşliğinde sıcak, uzun bir sohbet oldu. Türkiye’den binlerce kilometre uzakta, böyle bir buluşmanın, böyle bir dostluğun ne kadar büyük bir önemi ne kadar büyük bir değeri vardı! İnsanların birbirlerinin hatırlarını saymaları ne güzel ne mutluluk verici bişeydi!
Dostlukları biraz daha pekişmiş olarak Gökçelerden ayrıldılar. Çağrı, Gökçe’ye, kardeşine ve oğluna tekrar tekrar teşekkür etti. Bu misafirperverliklerini ömrü oldukça hatırlayacaktı.
Ertesi gün Lozan’ı ziyaret ettiler. Meşhur Lozan Antlaşması’nın yapıldığı otele gittiler. Leman Gölü manzaralı otelde, Atatürk ve İsmet İnönü’nün ruhunu bulmaya çalıştılar, o manevî ve tarihî havayı hissettiler, yaşadılar. Çağrı otelde kısa bir video çekti. Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusunun dünyaya, dünya devlerine tescil ettirilen tarihî mekandalardı. Videoda, Atatürk ve İnönü’ye rahmet ve minnet duygularını dile getirdi. Youtube’daki kanalında paylaştı.
Tarihî mekanlarda birer kahve içip otelden ayrıldılar. Leman gölünün kıyısına inmiş geziniyorlardı. Denizle karanın birleştiği noktada, bir direk üzerinde bulunan levhadaki bir kelime Çağrı’nın dikkatini çekti: “Ouchy”! (Okunuşu, “Uşi”!) Lozan’ın Uşi semtindeydiler.
Uşi’nin bizim için önemi neydi?
Bir “Uşi Antlaşması” vardı, öyle ya!
1912’de, İtalyanlarla yapılan bu antlaşmaya göre, İtalya, işgal ettiği Rodos ve çevresindeki on iki adayı Osmanlı devletine bırakacaktı. Ama İtalyanlar bu maddeye hiçbir zaman uymadı. İkinci Dünya Savaşı bitince, adalar Yunanistan’a bırakıldı. Bunu hatırlayınca, Çağrı acı acı düşündü: Güçlüysen, haksız olsan bile haklı gibi üste çıkabiliyor, antlaşma maddesine uymayabiliyorsun. Zayıfsan, haklıysan bile hakkını alamıyor, uyulmayan antlaşma maddesini de uygulatamıyorsun!
Aynı gün, arka arkaya, birinin sonucu, modern Türkiye Cumhuriyeti’nin tescili, ötekinin sonucu, adaların kaybı olan iki tarihî antlaşmanın mekânlarını görmüş oldular.
Gezinin üç günü Cenevre ve çevresine, üç günü de Başkent Bern’e ayrılmıştı. Trenle Bern’e geçtiler. Bern’e giderken, orada kalacakları otelden bir mesaj geldi:
- Size iyi haberlerimiz var. Bern’de kaldığınız süre içinde, şehir içi yolculuklarınız otel yönetimi tarafından ödenmiştir. Üç gün boyunca, şehir içinde sınırsız seyahat edebilirsiniz.
Mesajla birlikte, Neslihan’ın cep telefonuna bir kod gelmişti. Kontrollerde bu kod gösterilecekti. Bu çok önemli ve değerli bir hizmetti. Çünkü ulaşım, şehir içi bile olsa gayet pahalıydı. Üç gün boyunca, şehrin görülmeye değer her yerini gezdiler.
Çağrı, gezdikleri, gördükleri yerleri, sosyal ve ekonomik hayatı dikkatle gözlemlemeye çalışıyordu. Dikkatini çeken durumlardan biri, sanki İsviçre’de zengin-fakir farkı yok gibiydi. Herkesin vaziyeti aynı ve herkesin hali-vakti yerindeydi.
Başkentin içinden meşhur Aare nehri geçiyordu. Bern’e, “şehir ve nehir” diyorlarmış. Tertemiz akan nehir şehre doğal bir güzellik verdiği gibi, yüzme etkinlikleri için de kullanılabiliyordu. Nehrin kenarına birçok tesisler yapılmıştı. Onlardan birine gittiler. Burada, iki tane olimpik ölçülerde yüzme havuzu vardı. Bunlardan biri, tramplenle atlamak isteyenler için ayrılmıştı. Küçükler için, ikisi oldukça büyük, üç tane çocuk havuzu. Havuzların çevresi yemyeşil, bakımlı çimlerle kaplı… Havuzların çevresinde güneş banyosu yapabildiğiniz gibi, çevredeki büyük ağaçların gölgesinde piknik de yapabiliyordunuz. Ayrıca, Aare nehri kıyısından yukarıya doğru yürüyerek, oralardan biyerden nehre atlayıp, akıntıyla birlikte yüzerek, tesisin bir yerinden veya bunun için yapılmış havuzdan çıkabiliyordunuz.
Havuzların biraz gerisinde, binlerce kişinin güneşlenebileceği ahşaptan şezlonglar var. Salıncaklar, kaydıraklar ve hepsi ahşaptan yapılma başka oyun aletlerinin olduğu bir çocuk bahçesi… 7 adet masa tenisi… Tertemiz tuvaletler… Bu muhteşem tesise girmek serbest… Havuzlardan, çimlerden, şezlonglardan ve diğer imkânlarından yararlanmak ücretsizdi. Tamamıyla ücretsiz… Tuvaletler bile!
Çağrı burada da bir video çekip, bu bilgileri Youtube kanalında paylaştı.
* * *
Egemen Türksever, Çağrı’nın TALYAZDER’de tanıştığı güzel insanlardan biriydi. Tanıştıklarında, 72 yaşındaydı ve eşini birkaç ay önce kaybetmişti. Egemen, çok hareketli, dinamik, enerjik bir kişiydi. Bitkilerle uğraşıyordu. Gençliğinde, Almanya’da dört yıl bitki bilimi eğitimi almış, tam bir bitki uzmanıydı. Onun yanında, bir hastalık veya bir rahatsızlıktan bahsederseniz, muhakkak bitkisel bir çözümü bulunurdu. Çağrı’ya da bazı önerilerde bulunmuş, bunları tatbik eden Çağrı faydalarını görmüştü.
Aynı zamanda, Egemen, çok çalışkan, çok yardımseverdi. Çağrı, dernek için bir harcama yapacak olsa hemen katkıda bulunur, bir iş yapılacak, bişey taşınacak olsa hemen gönüllü olurdu.
Eylül’ün sonlarında, Bornova Kitap Günleri başladı. İzmir’de sıcaklar devam ediyor. Bu sıcaklar, yazlıkçıların şehre dönmesini geciktiriyor, cadde ve sokakların tenha, Kitap Günleri’ne katılımın da düşük olmasına yol açıyordu. Bereket versin, okullar açılmıştı. Çocuğu olanlar, mecburen yazlıklardan dönmüşlerdi.
Çağrı’nın, vaktiyle üyesi olduğu partinin Bornova İlçe Başkanlığı’nda tanıdığı, kendisinden on yaş kadar büyük bir meslektaşı vardı: Bahadır Kılıç. Ara sıra görüşürlerdi. Geçen yılki Kitap Günleri’nde, Çağrı, sergilikte tek başına otururken, Egemen Türksever, Bahadır’la beraber sergiliğe geldi. Egemen, Bahadır Kılıç’la çok eskiden beri arkadaş, dost olduklarını anlattı. Bu ortak tanışıklığa Çağrı çok memnun oldu. Oturup, çay eşliğinde sohbet etmişler, Bahadır Abi, Çağrı’nın Çevre kitabından satın almıştı.
Bu yılın Kitap Günleri’nde de Bahadır Abi, yine Egemen’le sergiliğe geldi. Çağrı, Bahadır’ı gördüğüne çok mutlu oldu. Yine çay ikram etti. Bahadır Abi, Çağrı’nın son kitabı Türk Kimliği’ni almak cömertliğini gösterdi. Çağrı, kitabı imzalayıp, gösterdiği ilgi ve verdiği destek için Bahadır Kılıç’a teşekkür etti.
Kitap Günleri’ne, geçen yıl katılan, ülkenin büyük yayınevlerinden bazılarının alanda olmadığını gördü Çağrı. Ama yine de kitabı destekleyen ünlü bankaların, kadim bir gazetenin, TÜBİTAK’ın ve başka bazı ünlü kitabevlerinin sergilikleri açılmıştı. Fakat okuyucu ilgisi son derece düşüktü. Geçen yıl, hiç olmazsa, bu ünlü yayınevlerinin önünde kalabalıklar oluşuyordu, bu yıl, on gün boyunca, hiçbir yayınevinin önünde kalabalık oluşmadı.
Geçen yıldan farklı olarak, Bornova’daki okullar, etkinliğe, öğretmenler eşliğinde öğrencilerini göndermişlerdi. Öğrenciler, kitap tezgâhları önünden kalabalık kümeler halinde geçiyorlardı fakat kitaba ilgileri yok denecek kadar azdı.
Çağrı, sergiliğin önünden geçen bir öğrenci kalabalığına;
- Öğretmeninize haber verir misiniz? Ona bir çay ikram etmek istiyorum, dedi. Öğrenciler:
- Çayı belediye de veriyor. Hem de bedava, dediler. Çağrı:
- Veriyor ama plastik bardakta… Ben öğretmeninize cam bardakta ikram edeceğim.
Biraz sonra, 45-50 yaşlarında bir kadın öğretmen geldi. Çağrı, buyur etti, yanındaki sandalyeyi gösterdi. Öğretmen oturdu. Çevre duyarlılığı olan TALYAZDER’liler termosla getirdikleri çayı cam bardakta içiyor ve misafirlerine de ikram ediyorlardı. Öğretmene;
- Çay koyuyorum, dedi. Hocanım,
- İçerim, valla.
Çağrı, kendisine ve öğretmene çay koydu. Sohbet başladı. Öğretmenin görevli olduğu okul, Çağrı’nın, on beş yıl kadar evvel, sözleşmeli olarak derse gittiği liselerden birisiymiş. Okul ve okulun idarecileri hakkında konuştular, ortak tanıdıkları çıktı.
Hocanım, edebiyat öğretmeniymiş. Öğrencilerin okumadıklarından, kitaba ilgi göstermediklerinden yakındı. Çağrı, toplumun da kitaba ilgisinin çok zayıf olduğunu söyledi. Kitaplar, çevre sorunları hakkında konuştular. Çağrı, çevre hakkında ayrıntılı bilgiler verirken, öğretmen;
- Ben de çevreciyim, dedi.
Çağrı, İzmir’deki Çevre Gönüllüleri’nin kendisini başkan seçtiğini ve çevre konusunda bir kitap yazdığını söyleyerek, kitabı gösterdi ve “çevreciyim” diyen hocanın önüne koydu. “Çevreci öğretmen” ne kitabı eline aldı ne ilgilendi ne de yüzüne baktı.
Çaylar bitti. Bu arada, yarım saate yakın oturmuş, sohbet etmişlerdi. Edebiyat öğretmeninin elinde, başka yayınevlerinden almış olabileceği herhangi bir kitap olmadığı gibi, TALYAZDER sergiliğinde de ne var ne yok, siz neler yazıyorsunuz gibi, en ufak bir merak da göstermemişti. Çağrı, bir hatıra olsun diye, “İştah Korkunç” adlı kitabını imzalayarak öğretmene hediye etti. Edebiyat öğretmeni, kitabı ilgisizce, lütfen aldı.
Öğretmen ayrılınca, Çağrı acı acı düşündü: Çocukların kitaba ilgisizliğinden şikâyet eden edebiyat öğretmeninin kitaba ilgisi ortadaydı. Öğrenciler okumuyor diye yakınan sayın hocam, ne yakınıyorsunuz? Neye yakınıyorsunuz?
Öğrenciler mi?
Çok açık değil mi?
Öğrenciler, sizi örnek alıyor, hocam!
Sizden gördüğünü yapıyor! Sizden gördüğünü uyguluyor.
Azgelişmiş kişi ve toplumların özelliğiydi: Geri kalmışlıktan herkes sorumluydu ama şikâyet edenin, öğretmenlerin, aydınların, sanatçıların; öğrenciye, topluma örnek olacakların hiç kabahati, hiçbir suçu yoktu!
Sorunlar karşısında, hiç kimse kendisinde en ufak bir sorumluluk görmüyordu. Hatta bu sorunlar doğrudan kendisiyle ilgili olsa bile, misal, sağlığının bozulmasından bile başkaları, hükümet, çevre, hormonlu gıdalar sorumluydu ama kişinin kendisinin hiçbir sorumluluğu, hiçbir günahı yoktu! Kimse aynaya bakmak, gerçekle yüzleşmek istemiyordu.
* * *
Kitap Günleri’nde, Bornova’daki etkinlik alanında olacağını sosyal medyadan duyurduğu için, sergiliği, Çağrı’nın epeyce dostu ziyaret etti. Çağrı’dan birkaç yaş küçük olan meslektaşı, hemşerisi Serhat Tamtürk ve kitap kurdu eşi Hazal, Özdere’den ziyarete gelmişti. Bu ziyaretten çok memnun olan Çağrı, uzun süredir görmediği Serhat’a sıkı sıkı sarıldı. Çay eşliğinde uzun uzun sohbet etti, hasret giderdiler. En fazla kitabı onlar aldı ve o Kitap Günleri’ndeki en büyük bağışı da Serhat yaptı. Çağrı hatırını sayıp geldikleri için onlara çok teşekkür etti
Herkese açık olan sergiliğe, tabiatıyla, hiç tanımadığı insanlar da geliyor, bunlar içinde bir veya birkaç kitap alıp gidenler olduğu gibi, kimileri de yazarlarla diyaloğa giriyordu. Çağrı, bu şekilde konuşmak isteyenlere hemen yer gösteriyor, çay ikram ediyordu. Bunlardan bazılarıyla dostlukları, Kitap Günleri sonrasında da devam etti.
Bir gün, öğleye doğru, tek başına oturup kitap okurken, sergiliğe yetmiş yaşlarında bir adam yaklaştı. Adam, bir yandan yaklaşıyor, bir yandan da Çağrı’ya değil de onun önünde bulunan isimliğe bakıyordu:
- Çağrı Cömert, bu ismin Sandıklı’yla alakası var mı?
Adam, “Sandıklı” kelimesini yarım ağız söylemişti. Çağrı tekrar etti:
- Sandıklı mı dediniz?
- Evet!
- Tam isabet, evet, Sandıklı’yla doğrudan alakası var.
Çağrı, adamı buyur etti. Yan yana oturdular. Kendisi, Sandıklı’nın bir köyünden, eşi Sandıklı’nın içindenmiş. Eşinin evi, Hacı Ertuğrul Çeşmesi’ne yakınmış. Adının Çalkara olduğunu söyleyen hemşeri;
- Hacı Ertuğrul Çeşmesi’ni bilir misiniz? diye sordu.
- Bilirim. Siz onun adı nereden gelir bilir misiniz?
- Yok, bilmem.
Çağrı kısaca anlattı:
- Babamın dedesinin adıdır Hacı Ertuğrul. Oradan gelir adı.
Bu çeşme, yıllardır, belki yüzyıllardır sürekli akan, altında 3-4 hatılı olan, hem içmek ve kullanmak için su alınan hem de hayvanların sulanmasına yarayan büyük bir çeşmeydi. Uzun Çarşı ile Besihane arasında bir mevkideydi. Çağrı, Sandıklı’ya her gittiğinde onun yanından da muhakkak geçerdi. Daha bir ay evvel geçtiğinde, artık suyunun kesildiğini, kuru bir çeşmeye döndüğünü, üzülerek gördü.
Çağrı başka bişey konuşmadı. Çalkara anlattı da anlattı. Türkçe-Edebiyat öğretmeniymiş. Çok tutuluyormuş. İdarecilik de etmiş. Bakanlık çok severmiş. Kendisinin bir talebi olmadığı halde, en önemli okullara, yöneticiliklere bunun tayinini yapmışlar. Hemen hemen her tayinden sonra, “buraya seni atadık, senden başkası yapamazdı, senden başkasına güvenemezdik” derlermiş.
Yarım saatten ziyade kendisini övdü. Bir ara, Çağrı, nerede oturduğunu sordu. Aynı mahalleli çıktılar. Çağrı, mahallenin neresi diye sordu. Çalkara, aşağı tarafı, mahallenin güneyini tarif etti. Fakat kendisi, Çağrı’nın mahallenin neresinde oturduğunu merak etmedi.
Çağrı, dikkatle dinliyor, gözlemliyordu. Çalkara, tamamıyla kendine odaklıydı. Hiçbir şekilde başkasını, başkasının durumunu, meşguliyetini, işini, aşını merak etmiyordu. Çağrı, konuyu başka alanlara çekmek için sorular soruyor, Çalkara, kısaca cevapladıktan sonra, kendini methetmeye devam ediyordu. Dayanamadı:
- Hocam, dedi, kitaplara ilginiz, kitaplarla aranız nasıl? diye sordu.
Çalkara:
- İşte, kem küm.
- Hocam, bir edebiyat öğretmenisiniz. Bornova Kitap Günleri alanında, kitaplarla dolu bir parkta ve şu anda da bizim kitaplarla dolu sergiliğimizde bulunuyorsunuz. Biz ne yapıyoruz, nasıl bir derneğiz, ne yazıyoruz hiç merak etmiyor musunuz?
Çalkara hiç merak etmedi, hiç bakmadı ama bozulmuştu. Savunmaya geçti. Çağrı:
- Yahu, bir saattir kendinden bahsediyorsun. İnsan bir nebze olsun, nezaketen karşısındakiyle ilgilenir. Bu kadar ben merkezci olunur mu ya? İnsaf ya!
Çalkara hızla kalktı, sergiliği terk etti. Söylene söylene uzaklaşıyordu.
Çağrı’nın sinirleri allak bullak olmuştu. Yahu, etkinliğin adı; KİTAP GÜNLERİ! Kitap Günleri… Kitap Günleri… Kitap için buradayız, kitap için burada olmanız lâzım. O okullar, öğrencilerini, öğretmenler eşliğinde, Bornova Büyük Park’ta, Kitap Günleri etkinliği var diye, orada kitaplar sergileniyor diye buraya gönderiyor. Bu günlerde buraya gelen herkes, burada kitaplar var diye geliyor. Böyle bir ortamda, kitaplarla ilgilenmeyenlere Çağrı çok öfkeleniyordu. Kitap Günleri etkinliğine gelip de kitapla ilgilenmemek, en hafif tanımlamayla, “düşüncesizlik”ti. Kitapları sevmemekti. Yazarlara saygısızlıktı. Yazarları yok saymaktı.
Allah’ın hikmeti, adam gider gitmez, çevre etkinliklerinde, çevre eğitimlerinde yıllarca beraber olduğu ama aylardır görüşemediği, çok sevdiği ve saygı duyduğu çevreci öğretmen Bahar Danışan yanında peyda oluverdi. Eline şükranla sarıldı:
- Değerli Hocam, sizi Allah gönderdi, dedi.
- Ne oldu, hayrola, bişey mi oldu?
Çağrı, başından geçeni kısaca anlattı. Oturdu, dertleştiler. Bu arada, Egemen Türksever gelmişti. Çağrı hepsine çay koydu. Hem dertleşti hem sohbet ettiler. Bahar Hoca, Çağrı’nın bütün kitaplarını daha önce almıştı. Destek olmak için derneğin diğer yayınlarından satın aldı. Büyük cömertlik etti. Fotoğraflar çektirdiler. Bahar Hanım’la sohbet Çağrı’ya çok iyi gelmiş, sakinleştirmişti.
Aynı gün öğleden sonra, Çağrı sergilikte tek başına oturuyor, derneğin diğer görevlileri, karşı tarafta, bir misafirle meşguldü. Çağrı, telefonla konuşurken sergiliğin önünde birisi durdu. Fakülteden sınıf arkadaşı, Karçar! Parkın biraz ilerisinde oturuyordu. Evine doğru yürürken Çağrı’yı görmüş ve durmuş olmalıydı. Tatsızlık olacağını bildiği için Çağrı, önce görmezlikten gelmiş hatta belki diyaloğa girmeden gider diye telefon konuşmasını biraz uzatmıştı. Fakat Karçar bekleyip, elini de uzatınca, tokalaşmak zorunda kaldı.
Karçar şaşırmış gibi:
- Ne yapıyorsun? diye sordu. Çağrı:
- Kitap günleri var, bilmiyor musun?
- Yok, bilmiyordum.
- Peki, benim kitap yazdığımı biliyor musun?
- Evet, biliyorum.
- Biliyorsun da neden şimdiye kadar destek vermedin?
- Yav, çok işim, çok sorunlarım var.
- İyi, ben sana yardımcı olayım.
- Yok, benim çözeceğim iş, yalnız ben yapabilirim.
- Tamam, şuradan bir kitap alarak bize destek verebilirsin!
- Yav, paraya getirme!
- Nereye getireyim? Cebinden elli lira, yüz lira çıkaramıyor musun?
- Yav, kem küm. Bozuldu. Biyandan, elle ve başla selâm verir gibi yapıyor biyandan da uzaklaşmaya çalışıyordu. Kinayeli, alaylı;
- Çok memnun oldum, dedi.
Çağrı:
- Ben memnun olmadım.
Karçar, kaçar gibi uzaklaştı. Bu adam, sınıf arkadaşları içinde ekonomik olarak en iyi durumda olanlardan biriydi. Karçar hem yüksek bürokrat olarak emekli olmuş hem de kısa süre öncesine, 65’ine kadar astronomik gelir getiren bir işte çalışmıştı. Aylık geliri en az beş sıfırlı, banka hesabı en az altı, büyük ihtimalle yedi sıfırlı bir rakamdı.
Bu arkadaşı, yukarıda bahsedilen, Toplumbilim Mezunlarına mahsus, evine üç yüz metre mesafedeki, o güzelim Ege Üniversitesi tesisinde gören yoktu. Orada, ülkenin her yerinden gelen meslektaşlarınızla karşılaşabilirdiniz ama tesisin hemen dibinde oturan Karçar’la karşılaşamazdınız. Bütün Bornovalıların hatta İzmirlilerin bir tanıdık bulsak da şu tesise girebilsek diye can attığı mekâna Karçar ve ailesi, girme hakları olduğu halde gelmezdi. Çünkü orada çay yedi buçuk liraydı. Karçarlar şöyle düşünüyordu: Biz evde çayı bir liraya mal ediyoruz. O tesise gidip de neden altı buçuk lira fazla ödeyelim ki? Hem maazallah, orada bir tanıdıkla karşılaşırsak, ona, Tanrı korusun, bir çay falan ısmarlamak zorunda kalırsak, halimiz nice olur?
Allah’ın hikmeti, yukarıdaki can sıkıcı karşılaşmadan hemen biraz sonra, Çağrı’nın yine çok sevdiği meslektaşı, Gökberk gelmişti. Oturup çay içtiler, muhabbet ettiler. Çağrı’nın keyfi yerine geldi. Gökberk de daha önce, Çağrı’nın bütün kitaplarını almıştı. O da derneğe destek olmak için, cömertçe diğer kitaplardan satın aldı.
Kitap Günleri’nin son günü, sergiliğe, hemşerisi, ikiz kardeşler, Aybike ve İlteriş geldiler. İkiz kardeşler, Çınar Dede’nin torunlarıydı. Seçil de sergilikteydi ve Aybike’yle yıllardır tanışıyorlar ancak uzun süredir görüşememişlerdi. Çay eşliğinde hasret giderdiler, uzun uzun Çînar’ı andılar. Çînar, ölümünden yıllar sonra bile anılarıyla onları güldürüyordu. İlteriş, Çağrı’nın bütün kitaplarından alarak cömertliğini gösterdi.
İlteriş’in, abisiyle birlikte çalıştığı işyeri, Çağrı’nın evine çok yakındı. Birkaç gün sonra, Çağrı, İlteriş’i, işyerinde ziyaret etti. Hatırını sayıp sergiliğe geldiği, kitaplarına ilgi gösterdiği için tekrar teşekkür etti.
Bornova Kitap Günleri’nden bir hafta sonra, Buca’da, TALAZDER’in, kitaplarıyla katıldığı Balkan Şenliği vardı. Çağrı’nın, bir önceki yıl Balkan Şenliği’nde tanıştığı, kendisine ve derneğe büyük ilgi gösteren Buğra Bey, yine hemen ilk gün kendilerini ziyaret etti. Yeni kitaplardan satın aldı.
Bir beden eğitimi öğretmeni olduğunu öğrendiği Buğra Bey, ertesi gün, öğle saatlerinde, tekrar sergiliğe geldi. Çağrı’nın elini öpmek için hamle yaptı:
- Bu el öpülür.
Elini tezgâhın öte yanından uzatan Çağrı, ayağa fırladı, elini kurtarmaya çalıştı;
- Katiyen öptürmem. Ben çocuklarıma bile el öptürmüyorum. Ama “çak” yapalım, dedi.
Bir çak yaptılar ki çıkan ses, herhalde bütün Buca’dan duyulmuştur.
Bu yılki Balkan Şenliği, kitap sergileyenler açısından sönük geçti. Bir önceki yılın kalabalığı, ilgisi yoktu. Bununla beraber, Çağrı’yı çok sevindiren bir buluşmaya vesile oldu. Yıllardır görüşmediği, sınıf arkadaşı Korkmaz Kesicioğlu ziyaretine gelmişti. Samimiyetle kucaklaştılar. Otururdular. Çağrı ikramda bulundu. Eskiden-yeniden, uzaktan-yakından uzun uzun dertleştiler. Korkmaz, Çağrı’nın üç kitabını aldı ve arkadaşına imzalattı.
Bu cömert dostların maddî cömertlikleri ikinci öncelikteydi. Asıl cömertlikleri, hatır saymaları, dostlarını hatırlamalarıydı. Uzaklardan kalkıp gelerek, arkadaşlıklarını, dostluklarını göstermeleriydi. Onların asıl cömertlikleri gönül zenginlikleri, bu zenginlikten bol bol harcamalarıydı. Gönül zenginliği, harcadıkça artan, verdikçe bollaşan tılsımlı bir zenginlikti. Ne mutlu gönlü zengin olanlara! Aslında, maddî cömertlikte de aynı ilahî kanun geçerlidir. Kişi verdikçe, parasının bereketi artar. Verdikçe, evrenin çekim kanunu gereği, hiç beklemediğin, aklına gelmeyecek kapılar açılır.
* * *
Hayatta, insanların bir buluşma, bir de ayrılma noktaları var. İnsan, anne-babasını seçemiyor. Doğuyor ve anne-babasıyla buluşuyor. Doğumuyla birlikte, doğal olarak, annesi ve babasının kan bağı olan yakınlarıyla buluşuyor. Onların akraba olduklarını öğreniyor. Tabiatıyla insan, akrabalarını da seçemiyor.
Çocuk, belli bir yaşa gelince okula yazdırılıyor. Okul arkadaşlarıyla buluşuyor, onları da seçemiyor. Sınavla kazandığı okul ve üniversiteleri seçse de orayı kazanan diğer öğrencileri seçemiyor. Aynı okullarda okumakla okul arkadaşı oluyor. O noktada onlarla buluşuyor.
İnsan, hemşerilerini de seçemiyor. Hangi köyde, ilçede, ilde doğmuşsa, orada doğan başkalarıyla buluşuyor, doğal olarak onların hemşerisi oluyor.
Askerlik hizmeti için, “askere gidiyor”, orada asker arkadaşlarıyla buluşuyor, “asker arkadaşı” oluyor. Bu seçemediği yakınlarından ömür boyu akraba, hemşeri, arkadaş diye bahsediyor.
Yıllar geçtikçe, olgunlaştıkça veya olgunlaşmayıp ham kaldıkça, görüşler, bakış açıları ve anlayışlar değişiyor. Meselâ, daha dindar oluyorsun, o vakit, daha az dindar olan akrabaların, hemşerilerin, arkadaşların önemini kaybediyor, genellikle hayatından da çıkıyor. Onlarla yollarınız ayrılıyor. Camiden, hacdan tanıştığın yeni arkadaşlar hayatına giriyor. Misal, yaşlandıkça cömertliğin hayatındaki önemi ve değeri artmışsa, cimrilerden ayrılıyorsun, yeni cömert dostlar ediniyorsun.
İnce fikirsen, hayatı sürekli sorguluyorsan, yaşlandıkça senin için, “zamanın değeri” artıyorsa, hele hele, “an’ın hakikatini” kavramışsan, artık dostlarını tek tek kendin seçiyorsun. Ne kadar yakın olursan ol, iki yüzlülerle, riyakârlarla ayrılma noktasına geliyorsun. Onlar hayatından ilelebet çıkıyor.
Ayrılma ve buluşma noktası sayesinde, âdeta, yeni bir hayata kavuşuyorsun. Âdeta, ikinci hayatını yaşıyorsun. Bu hayat, çok daha bilinçli, bilgili, bilgece bir hayat oluyor.
Demek Çağrı; Bazkaralarla, Karacıklarla, Yaltacıklarla, Karçarlarla, Dalvurlarla ayrılma noktasına gelmişti. Artık onlar hayatından çıkmıştı. Pek çok hemşerisiyle de ayrılma noktasına gelmiş ve onlar da hayatından çıkmıştı. Çağrı, düşününce, hayretle, pek çok akrabasıyla da ayrılma noktasına geldiklerini ve onların da hayatından çıktığını fark etti. Onların yerine, yeni hayatına; çevreciler, GÖNÜLLÜLER, kitap dostları, TALYAZDER’liler; Kömenler, Güvenirler, Taşezenler, Toprağınlar, Beceriler, Gökçenler, Aydınlar girmişti. Bu dostlarla samimi ilişkiler kuruyor, ailece görüşüyor, onlarla şehir içi, şehir dışı hatta yurt dışı gezilere katılıyordu. Balkan gezisi, dernek üyesi Kurter sayesinde ve onun rehberliğinde gerçekleşmişti.
* * *
Mengü Seçkin, Çağrı’nın liseden beri, yarım asırlık arkadaşıydı. Okullarda çalışkan bir öğrenci olduğu gibi, meslekte de en iyilerden biriydi. Arkadaş canlısı, herkesin sorununa ilgi gösteren, arkadaşları toplama yeteneği olan, lider özellikli bir kişiydi. “Yedi kralla barışık” tabiri, ona cuk oturuyordu. Bir yıl kadar önce karşılaşmışlar, kısa bir tartışmadan sonra, limonî bir şekilde ayrılmışlardı.
Son günlerde, Çağrı, “Mengü’ye haksızlık ettim” diye düşünüyordu. Buluşup, görüşmek istedi. Hem tatsız ayrılışı telafi etmek hem de arkadaşları temsilen, Mengü’ye, duygu ve düşüncelerini ifade etmek istiyordu. Çünkü kendisini en iyi tanıyanlardan ve anlayabilecek olanlardan biriydi Mengü. Herkesin gölgesinden korktuğu Ergenekon-Balyoz davası dönemlerinde, adalet arayışında birlikte etkinliklerde bulunmuş, Silivri’deki, İzmir’deki duruşmalara birlikte katılmışlardı. Arkadaşlarını ziyarete, Çanakkale’ye birlikte gitmişlerdi. Telefon etti:
- Çay içmek için buluşabilir miyiz?
Mengü, Urla’ya yerleşmiş:
- Öğleden sonra buluşabiliriz.
Bornova’daki tesiste buluştular. Oturur oturmaz Mengü;
- Kitabını aldım, okudum, dedi.
Çağrı, çok şaşırdı ve haliyle çok da sevindi:
- Ne zaman?
- Beş ay kadar önce.
- Eee, niye yazmadın, söylemedin şimdiye kadar?
Mengü, cep telefonunu çıkardı, WhatsApp mesajlarını gösterdi:
- Bişey yazmak hatta birine telefon etmek için cihazı açıyorum, bir bakıyorum, düzinelerce okunmamış mesaj… Onlara bakarken, bazılarına cevap verirken, telefonu asıl ne için açtığımı unutuyorum.
Güldüler! Mengü devam etti:
- İtiraf edeyim, kitabı, Çağrı’nın ne birikimi var, çevre konusunda benden fazla ne biliyor ki kitabında okumaya değer bişey olsun diye almakta geciktim ve o önyargıyla kitabı elime aldım. Fakat daha ilk sayfada şaşırmaya başladım. Bilgiler çok çeşitli ve derin. Cümleler çok yalın ve akıcı. Kitap insanı alıp sürüklüyor. Yanılmıyorsam, iki saat içinde bitirdim.
- Çok teşekkür ederim. O vakit, bana borçlusun. Bu kitap hakkındaki görüşlerini yazacaksın.
- Tabii onu yazacağım da şaşkınlık içindeyim; nasıl bu kadar düzgün ve güzel yazabiliyorsun? Bunun için özel bir eğitim mi aldın?
- Çok çalıştım, sevgili dostum. 30-35 yıldır, kendimi bu konuda eğitiyorum. 30 yıl kadar önce, Türk Hikâyeciliğinin zirvesi sayılan Refik Halit Karay’ın bir kitabını, baştan sona kadar, satır satır el yazısıyla deftere geçirdim. Ancak bir metni yazarken, noktasına, virgülüne, ifadenin şekline, paragrafın bütünlüğüne dikkat edebiliyorsun. Hâlâ, zaman zaman, bazı üstatlardan bir-iki sayfayı, olduğu gibi yazarım. Kendimi, yazmaya adadığımı söyleyebilirim.
Mengü, arkadaşına takdirle, saygıyla, sevgiyle baktı:
- Evet, başka türlü olmaz bu iş, herhalde.
Muhabbet derinleşti. Çağrı derdini döktü. Birlikte yaptıkları eylem ve etkinlikleri hatırlattı. Sonra, eskileri, yenileri, çocukları konuştular. Hoş, keyifli, samimi, sıcak bir sohbet oldu. Güzel günlerde buluşmak dileğinde bulundular. Ayrılırken sıkı sıkı sarıldılar.
Hemen o akşam Mengü, sosyal medyadaki sayfasında, gündüz, Bornova’da çekildikleri fotoğrafları ve Çağrı’nın çevre kitabının resmiyle birlikte şu metni paylaştı:
“İyi geceler arkadaşlarım. Bugün, devrem, arkadaşım, Çağrı Cömert’le, Bornova’da güzel bir sohbet ettik. Çağrı’nın, bir öğretmen gibi kaleme aldığı çevre kitabı üzerine değerlendirmede bulunduk.
Kitabın basıldığı tarihten hemen hemen bir yıl sonra, Trendyol alışveriş sitesi üzerinden geçtiğimiz mayıs ayı içerisinde kitabı aldım ve okudum. Başlangıçta Çağrı ne yazabilir ki düşüncesi ile hatta biraz daha ileri giderek ne alt yapısı var ki düşüncesi ile peşin hükümle okumaya başladığım kitabı okudukça, Çağrı kardeşime mahcubiyetim arttı ve bugün kendisinden de özür dileyip tebrik ettim. Gerek akıcı üslubu ile gerekse kısa makaleler şeklinde ele aldığı her konudaki hakimiyeti beni hayrete düşürdü. Gurur duydum arkadaşımla. Sizlere tavsiyem kitabı alıp okumanız. Hatta torunlarınıza kadar okutmanız.”
Ayrıca, Mengü, kitabın Trendyol’daki sayfasında da şu yorumu yapmıştı:
“Değerli arkadaşım Çağrı Cömert tarafından yazılmış bu kitabın inşallah bir gün ilkokullardan başlamak üzere tüm eğitim basamaklarında hatta üniversitelerde bile ders kitabı olarak müfredata dahil edildiğini görürüz.”
Çağrı, bu paylaşımları ertesi gün gördü ve arkadaşını telefonla arayarak teşekkür etti, onun gibi, bilgili, birikimli ve başarılı bir dostundan o sözleri duymakla onur duyduğunu söyledi.
O günlerde, Gaziemir’de, dokuz gün süren, İzmir Kitap Fuarı vardı. TALYAZDER de katılıyordu.
Fuar boyunca Çağrı oradaydı ve orada olacağını daha önceden duyurmuştu. Fuarın son günlerinde, fakülteden sınıf arkadaşı, uzun yıllardır görmediği Batur Beşok geldi. Tabii Çağrı çok duygulandı, çok mutlu oldu. Sarıldılar. Çay hazırdı. Karşılıklı çay içip, bunca yılda, birbirlerinin neler yaptığını, sağlıklarını konuştular. İkisinde de ufak tefek sorunlar dışında bir problem yoktu. Şükrettiler.
Batur, Çağrı’nın kitaplarını aldı. Çağrı, arkadaşı için imzaladı. Yakında buluşmak dileğiyle Batur ayrıldı.
Onun ayrılmasından beş dakika sonra, yine fakülteden sınıf arkadaşı Utku Güden geldi. Bugün, arkadaşları sözleşmiş gibi, Çağrı’yı arka arkaya sevindiriyor, duygulandırıyorlardı. Kucaklaştılar. Çağrı yer gösterdi. Oturdular. Çay koymak için hamle yapınca, Utku, arkadaşına engel oldu;
- Çayla aram yok, dedi.
Utku’yla da yıllardır görüşmemişlerdi. Birbirlerine, şimdi ne yaptıklarını, nasıl olduklarını anlattılar. Çok şükür, bir yaramazlık yoktu. Utku da Çağrının kitaplarını, imzalatarak aldı. Her iki arkadaşı da derneğe cömertçe bağış yaptılar.
Çağrı’yı asıl memnun eden, bu iki arkadaşın, zaman ayırarak, hatır sayarak kendisini ziyaret etmeleriydi. Batur’a da Utku’ya da bunu tekrar tekrar söyledi. Her iki arkadaşı, ilelebet Çağrı’nın gönlünü kazanmıştı. Çağrı onları, “en iyi dileklerim ve dualarım daima sizinle” diye uğurlamıştı.
Bu ziyaretin üzerinden bir hafta geçmeden, Çağrı, Utku’dan iki ileti aldı. Birincisinde, İştah Korkunç adlı kitabı bitirdiğini bildirerek, “az yemeyi ilke edinen bir kardeşin olarak, takdir ve teşekkürlerimi sunuyorum” demişti.
İkincisinde ise, Çevre kitabını bitirdiğini bildirdikten sonra, Çağrı’yı hem duygulandıran hem de ona onur veren şu satırları yazmıştı:
“Eden bulur demişsin, ben de bu gece, hediye ettiğin kitabın sonunu buldum.
Çevre duyarlılığı ancak bu kadar güzel anlatılabilir. Bence, çevre sorunlarına yönelik farkındalığı artırmak ve çevre bilincini geliştirmek için ortaokul ve liselerde okutulacak seçmeli bir ders kitabı olarak düşünülmeli. TEMA üst yönetimi, Millî Eğitim Bakanlığı’na bu konuda öneride bulunmalı derim.
Çevre bilincinin geliştirilmesine yönelik gayret gösteren yazar, sanatçı, devlet görevlisi ya da gönüllüler gibi liyakatli insanları takdirle satırlarına aktarman hoşuma gitti. Gülse Birsel’le ilgili satırları okurken, Tiyatrocu Demet Akbağ’ın şiirsel replikleri gözümde canlandı.”
Utku’nun iletisinde söz ettiği, okullarda ders kitabı olmalı önerisi, iki değerli arkadaşı tarafından, 15 gün içinde, ikinci defa dile getiriliyordu. Daha önce de çevre gönüllüsü, değerli uzman öğretmen Bahar Danışan tarafından dile getirilmişti. Bunları görünce, Çağrı, kendi kendine, “çevre kitabı yazmakla, ne kadar doğru bir iş yapmışım” diye düşündü.
* * *
Diyetisyen Cengiz Oğuz, bir yıl kadar evvel, kendisi gibi diyetisyen olan eşiyle beraber Almanya’ya göçmüştü. Bu süre zarfında, iki-üç defa mesajla haberleşmişler, bir de Ramazan Bayramı’nda, Cengiz telefonla aramış, bayramlaşmışlardı.
Kitap Fuarı’nın bitmesine iki gün kala Çağrı’ya bir telefon geldi. Arayan Cengiz’di, hal-hatır sorduktan sonra;
- Abi, İzmir’deyim. Sen Kitap Fuarı’nda mısın?
- Evet, iki gün daha buradayım.
- Tamam, pazar günü geleceğim.
Cengiz’le Çağrı’nın tanışıklıkları, dostlukları, topu topu 4-5 aylık bir dönemi kapsıyordu. Fakat birbirleri üzerinde nasıl bir etki, güven, saygı, sevgi ve samimiyet yaratmışlardı ki aralarına binlerce kilometrelik mesafeler, ülkeler, sınırlar girmesine rağmen dostluk bitmiyordu? Böyle bir yakınlık ancak gerçek kardeşler arasında olabilirdi.
Pazar günü, Çağrı, dernek üyeleri Hakan ve Egemen’le otururken Cengiz geldi. Hasretle sarıldılar. Cengiz’i arkadaşlarına tanıttı:
- Kardeşim ta Almanya’dan ziyaretimize gelmiş, dedi. El sıkıştılar, tam oturacakken, Kardeş bir ülkenin İzmir Başkonsolosu Asena Hanım geldi. Beraber oturup bir süre sohbet ettiler. Çağrı, Asena Hanım’a,
- Sizi, geçen yılki ziyaretinizden sonra, dernek olarak konsoloslukta ziyaret etmek için telefon ettik. Telefona çıkan görevliye, randevu talebinde bulunduğumuzu ilettik. Görevli, size bildireceğini söyledi. Ama bize geri dönüş olmadı, dedi. Asena Hanım,
- Çok üzüldüm. Bir daha böyle bir aksilik olmasın diye size direkt telefonumu vereyim, dedi.
Birbirlerinin telefonlarını kaydettiler. Asena Hanım’la hatıra fotoğrafları çekildiler. Biraz daha oturduktan sonra Başkonsolos, “başka sergilikleri de ziyaret edeceğim” diyerek ayrıldı.
Çağrı, Asena Hanım’a çay ikram etmek istemiş, o, “çok içtik” diyerek istememişti. O istemeyince kendilerine de çay koymamıştı. Başkonsolos ayrılınca çaylarını koydular. Cengiz, Almanya’dan çikolata getirmişti. Çağrı açtı, çayın yanında ikram etti.
Çağrı’yla Cengiz, öz kardeşler gibi samimi bir sohbete koyuldular. Sadece 4-5 günlük bir izinle gelmiş, ertesi gün de Almanya’ya dönecekmiş. Çağrı tekrar şaşırdı, bu kadar dar zamanda, İzmir’de kaldığı Çiğli gibi, şehrin ta öteki ucundan ziyarete gelmek, hemen hemen günün tamamını bu ziyarete ayırmak demekti. İşte, arkadaşlık, dostluk böyle olurdu. Dostluk emek isterdi. Emek harcamayan, ilgisini eylemle göstermeyen kimse, dostluktan da bahsedemezdi, bu konuda herhangi bir sözü, şikâyeti de olamazdı.
Çaylar birkaç kez tazelendi. Birçok hatıra fotoğrafı çekildiler. Çağrı, son kitabı, “Türk Kimliği”nden Cengiz’e bir tane, Almanya’daki Türklerin ulaşabileceği yerlere iletmek için de beş tane hediye etti.
Bunlar hediye olduğu, Cengiz, çikolatanın yanında, çok şık bir de dolmakalem hediye ettiği halde, cebinden kitap ücretlerini de aşan miktarda para çıkarıp vermek istedi. Çağrı,
- Katiyen almam, dedi. Cengiz,
- Bağış olarak veriyorum, diye ısrar etti. Öyle deyince, Çağrı, yine tamamını değil de bir bölümünü kabul etti. Sahneyi şaşkınlıkla izleyen dernek üyesi arkadaşlarına,
- Görüyor musunuz, kardeşimin cömertliğini? Benim dostlarımın ortak özelliği cömertlik. Çok teşekkür ederiz, kardeşim, akarsu gibi değil, sel gibi cömertlik ettin. Var ol. Dualarımız daima seninle…
Tekrar sarıldılar ve her fırsatta görüşmek dileğiyle ayrıldılar.
* * *
Başkonsolos Asena Hanım’ın, Gaziemir’deki sergilik ziyaretinden bir ay sonra, TALYAZDER başkanı Seçkin Bey, dernek üyeleri Av. Hakan Bey, Kağan Bey, Kıvılcım Hanım ve Çağrı, Asena Hanım’ı makamında ziyaret ettiler. Asena Hanım, onları çok sıcak ve samimi bir şekilde karşıladı. Çay eşliğinde derin ve neşeli bir sohbete daldılar. Çağrı, kendini çok yakın bir akrabasının yanında, evinde gibi hissetti. Bu akrabalık doğrudan doğruya Türklüklerinden geliyordu, ortak dillerinden, Türkçeden geliyordu. Çağrı büyük onur, gurur, mutluluk duydu, çok duygulandı.
* * *
Birkaç gün sonra, Çağrı, Sandıklı’ya, annesini ziyarete gitti. Bilge Hanım, kendi işlerini görebilmekle beraber, artık daha çabuk yoruluyordu. Çağrı, mutfağa giriyor, annesine yardımcı olmaya çalışıyor hatta bulaşıkları yıkıyordu. Fakat bunları görür görmez Bilge Hanım engel oluyor, oğluna mutfak işi yaptırmak istemiyordu. Yılların alışkanlığı, görgüsü, geleneği sonucu, mutfak işlerini oğullarına yakıştıramıyordu.
Bir gün, akşam yemeğinden sonra, karşılıklı oturmuş, çaylarını içiyorlardı. Bilge Hanım, akrabaların gittikçe birbirinden uzaklaştıklarından, aynı şehir hatta aynı mahalledeki kimi akrabaları aylardır görmediğinden yakındı. Özellikle, Cömertlerin, neredeyse hiç gözükmediklerini ekledi. Çağrı:
- Anne, dedi, galiba, babamın ölümüyle, son Cömert de öldü.
Bilge Hanım hüzünlendi.
- Öyle, öyle.
- Gerçi, senin tarafında da hatır bilmez, hatır saymaz, vefasız, samimiyetsiz çok ya!
Annesi sessiz kaldı. Konuyu değiştirdi. Eski hatıraları anlatmak, eskileri yad etmek daha hoş, daha cazipti! Çağrı’nın yüzlerce kez dinlediği, daha önceki ziyaretlerinde, annesi anlatırken, kimilerini videoya bile aldığı anıları, sanki oğlunun zihnine iyice kazınsın, hiçbir noktası unutulmasın, gelecek kuşaklara tam olarak aktarılsın diye bir daha anlatıyordu. Annesi, olayları anlatırken çok ince ayrıntılar veriyor, sesleri, vurguları taklit ediyordu. Bunlara dikkat edince, Çağrı, Bilge Hanım’da büyük bir hikâyeleştirme yeteneği olduğunu görüyordu. Çağrı, bu anıları, neredeyse hiç ses çıkarmadan dinlerdi. Çünkü her şeyden önce, annesinin konuşma, içini dökme ihtiyacı vardı.
Bilge Hanım, eskileri anlatır anlatır… Ki genellikle, acı olaylardır… Sonunda yorulur. Oğluna;
- Senin de başını ağrıttım, ya, derdi. Çağrı güler;
- Yok anne, başım niye ağrısın? Ama sen, acı anıları anlatınca, o anıları, o anları tekrar yaşıyorsun, tekrar tekrar asabın bozuluyor, kötü oluyorsun, bu hâl, sağlığını da olumsuz etkiliyor. Mümkün olduğunca, tatlı anılardan bahsetmeye çalış. Sağlığına iyi gelir, derdi.
- Doğru, acı anıları anlatırken öfkem kabarıyor. Evet, onları yeniden yaşıyorum. Karnıma ağrılar giriyor.
- İşte, olumsuz etkilerini kendin söylüyorsun.
Saat 10’a geliyordu. Cömertler, erken yatar erken kalkarlar. Yatma saati, gece 10’u nadiren geçerdi.
Birbirlerine, iyi geceler dilediler. Çağrı yatmak için yukarıya çıktı. Yatağına uzandı. 66 yıllık ömrü, hatıraları zihninden geçmeye başladı. Hatıraların resmî geçidi pek uzun sürmedi. Düşünceleri başka bir yöne, hayallerine ve hayal kırıklıklarına kaydı.
Mutluluk… Hayalleri gerçekleştirme mutluluğu, asla tek başına gelmiyordu. Genellikle, yanında bir de hayal kırıklığı getiriyordu. Bir hayalini gerçekleştiriyorsun, sonra, bir hayal kırıklığı yaşıyorsun. Misal, kitap yazma hayalini gerçekleştiriyorsun fakat beklediğin ilgiyi görmeyince hayal kırıklığı yaşıyorsun.
Hiç beklemediğin yerlerden, kişilerden destek geliyor, mutlu oluyorsun. Yanı başında, kolayca destek verebilecek yakınlarının ilgisizliğine kahroluyorsun.
Çok nazik, çok ince fikirli dostların olduğunu görüyor, şükran duygularıyla doluyorsun. Öte yandan, kaba zihin birisi sinirlerini geriyor, üzülüyorsun.
Hayat, böyle bişeydi. İnişli- çıkışlıydı. Gel-gitlerle doluydu.
Bununla beraber, Çağrı, iflah olamaz bir iyimserdi:
-Yine de üzücü olaylar daha az, mutlu edenler daha fazla, diye düşündü.
Aklına, yirmi iki yıl önce kaleme aldığı mısralar geldi:
YAŞ KIRK DÖRT
Otuz Beş Yaş’a nazire…
Yaş kırk dört, bir ömrün sabahındayım,
Kurulurken dünya şevkle, taptaze,
Elimde sabahın neşesi çayım,
Hayat bize sunulan bir mucize…
Tanrı der, oku onu dize dize…
Yine…
Tanrı der, doku onu dize dize…
Kendi kendine, “Okudum” ve “dokudum” diye fısıldadı. Gülümsedi. Kendini bahtiyar hissetti. Şükran duygularıyla doldu. Gözlerini yumdu.
YAZAR HAKKINDA
İsmail Hakkı Cengiz 1958 Sandıklı doğumlu, emekli binbaşıdır. Kuleli Askerî Lisesi ve Kara Harp Okulu’ndan mezun olan yazar, ekonomi alanında lisans derecesine sahiptir. Emekli olduktan sonra, bir süre, uluslararası ve ulusal kuruluşlarda çalıştı.
Cengiz, 2018’de, Anadolu Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi.
Eğitim, çevre ve toplum gönüllüsü olarak pek çok vakıf ve dernekte üye ve yönetici görevlerinde bulundu. Halen TEMA’nın, Türkiye Emekli Subaylar Derneği’nin (TEMAD) ve Uluslararası Balkan Yazarları Araştırma ve Kültür Derneği’nin (BALYAZDER) üyesidir.
Yazarın yayımlanmış olan;
Varoluşunu Duya Duya Yaşamak (2001),
Evrensel Düzene Müdahale Etmeyeceksin (2023),
Henüz İştahın Varken (2023) ve
Türk’ün Geleceği (2023) adlı dört eseri daha vardır.