ALİ ŞERİATİ...1...

Özgür DENİZ - 29.04.2009

                     ÜST İNSAN-SOYLU DEVRİMCİ-BÜYÜK SOSYOLOG- BİR ŞEHİT VE ŞAHİT: DR. ALİ ŞERİATİ

 

Zaman mı? değil zaman/

akan zaman değil mesafelerdir:

Biz yeni bir hayatın acemileriyiz/

Bütün bildiklerimiz yeniden biçimleniyor/

Şiirimiz aşkımız yeniden/

Son kötü günleri yaşıyoruz belki/

İlk güzel günleri de yaşarız belki/

kekre bir şey var bu havada/

Geçmişle gelecek arasında/

Acıyla sevinç arasında/

öfkeyle bağış arasında/

(...)  Biz kırıldık daha da kırılırız.

Kimse dokunamaz bizim

suçsuzluğumuza...”

 

Cemal Süreyya

 

Düşüncelerin, sınırları tayin edilmiş muayyen bir vatanı yoktur. Bu yüzden, düşünceler, sınır mınır takmadan özgürce uçuşurlar oradan oraya. Her ülke, her insan yüreği, her insan beyni vatanıdır düşüncelerin. Binaenaleyh, düşünceye gem vurmak isteyenler, korkaklar ve sefillerdir. Ve hep kaybediştir bu tufeylilerin sonu. Sevmediğin düşünceye karşı düşünce üreteceksin arkadaş. Boğmaya yeltenmeyeceksin düşünceyi. Ve, yafta vurmaya tevessül etmeyeceksin düşünen kafalara. Zira, düşünceyi boğmaya yeltenirken ve düşünen kafayı koparmaya çalışırken bil ki; terakkiyi, bağımsızlığı, yaratıcılığı boğuyorsundur ve tereddinin mahkûmu oluyorsundur ağır ağır. Ve, boğuluyorsundur kendi ürettiğin karanlıkta. Kucağına oturuyorsundur esaretin, fark etmeden. Tabi, hakarette düşünce değildir asla. Zaten düşünce adamları da hakarete yeltenecek kadar sefil değildirler. Büyük şair Namık Kemal de demiyor mu: ‘’Barika-i hakikat, müsademe-i efkârdan doğar’’ diye.

 

Evet, sözlerimize kısa bir izahla başlamamızın hikmeti; evrensel bir düşünce devini anlatacak olmamızdır ve bu yüzden yanlış anlama ve anlaşılmaya geçit bırakmamak içindir. Yani düşünceye bakmak ve isimlere takılmamak gerekir. Tabi isimlerde önemlidir kuşkusuz ama bu gelişmiş beyinler için geçerlidir. Maalesef çoğumuza bu sığ bakış egemendir. Düşünceye bakmayız hemen damga vurur ve teğet geçeriz. Hâlbuki bizim kültür oluşturucu dinamiklerimizde böyle bir şey yoktur. Ne diyor güzel insan, sıddık halife Hz. Ali efendimiz: ‘’siz hikmeti alınız, geldiği yere bakmayınız.’’ Olay bu.

 

Şehit dr. Ali Şeriati, İranlı bir düşünürdür ama asla yerel değil evrensel boyut kesbetmiş bir düşünce devidir. Hatta Osmanlı devrini değerlendirmeye tabi tuttuğu zaman bile ülkesinin var olan yanlışlarını izahtan ve ifadeden gocunmayacak kadar onurludur. Ama bir o kadar da ülkesini seven biridir ki bu tabiidir.

 

İnce bir gönül. Güçlü bir beyin. Keskin bir zekâ. Kudretli bir ruh ve irade. Çileli ve fırtınalı bir ömür. Duygusal ve düşünsel yalnızlığın yoldaşı. Yegâne gayesi: insanoğlunun, üzerinde yaşanılan dünyada, insan şerefine mütenasip yaşaması. Kendi fıtratına uygun ve kendi seçimi yönünde. Bütün kirlerini kusarak temizlenmiş ve cennet nitelemesini hak edebilecek bir âlem tasavvuruna sahipti. Bireysel bazda kendi olmayı başarmış ve toplumsal bünyede arınmayı ikmal etmiş olan bir birey ve toplum önderliğinde, bireysel ve toplumsal bünyede muazzam bir devrim yaratmak ve böylece yeryüzünde bir diriliş ve direniş ateşi yakmak istiyordu. Yürekli ve dürüst bir savaşçıydı. Mutlak ve muhakkak olarak iman ettiği ulviyetlere yabancı olan yüreklerin teveccühünü kazanmıştı. Egzistansiyalizmin kurucusu sayılan Jean Paul Sartre: ‘’şayet bir dine inanırsam bu Şeriati’nin dini olur’’ demekten kendini alamamıştı. Bu yürekli bir itiraftı ama bu itirafın açık edilmesine vesile olan sebep sonsuz önemliydi. Neydi bu? Yüce din İslam’ı öz mahiyetine uygun idrak etmek ve idrak ettiği muhtevaya mütenasip şekilde bir pratik ortaya koymak. Yani dincilik değil dindarlık. Hidayete erdiyse ne mutlu o yüreğe.

 

Girilmeyen kalelere girmişti. Dizginlenemeyen nefislere gem vurmuştu. Keşfedilmeyen iklimleri keşfetmişti. Bütün düşünce şişelerinden içmiş, bütün düşünce vadilerinden geçmişti. Bütün sahte düşün saraylarını sarsmış ve o sarayların sahte krallarını yerin dibine geçirmişti. Güvenen gelsin. Korkusuzca açılsın bu fikir denizine. Ama hakikatten ve sadakatten şaşmadan. İhanete bulaşmadan. Ahlakçı bir insandı o. Namusluydu, ihanetsizdi. Onurlu bir vatanseverdi. Gerçek ve samimi bir adaletçiydi. Tevhit eri aziz bir muvahhiddi. Hülasa; mümtaz ve muazzez bir devrimcide bulunması gereken özellikleri haizdi.

 

Anlam sevdalısıydı. Sığlığa, yozluğa, yobazlığa, kesin inançlılığa sonsuz muhalifti. Statükoların iflah olmaz ve susturulamaz düşmanıydı. Hayatın bütün yönlerinde anlamın temel ölçüt olmasından yanaydı. Zira anlamsızlık insanı yoruyordu, boğuyordu, tutsak ediyordu. Bütün güzellikleri ve yüce zevkleri zehirliyordu. Anlam, medeniyetinde mihenk taşıydı. Anlamsızlık fırtınasının âlemi sardığı yıllarda mana yüklü sözcükleri delici bir ok gibi fırlatıyordu tefessüh etmiş âleme ve paslanmış ve körleşmiş vicdanlara karşı. Kesinlikle korkusuz ve pervasızdı. Müthiş bir stratejistti. Fikri mücadelenin her tür inceliğine vakıftı. Bu yöndeki ince zekasını, peşinden salınanlarla olan diyaloglarında göstermişti.

 

O paramparça edilen, acımasız tuzaklarla karşı karşıya olan, her parçası zalim eller tarafından insafsızca ve şerefsizce suiistimal edilen insanı bütünlemeye çalışan sanatkâr ruhlu bir devrimci idi. Aldatılışı bizatihi müşahede ediyor, beyninin ve ruhunun derinliklerinde hissediyordu. Bu zillete dayanamıyordu güzelliklerle, erdemlerle yüklü asil yüreği. Manen aldatılıyordu insan, madden aldatılıyordu. İnsanın karşı karşıya olduğu tuzakları ‘’insanın dört zindanı’’ isimli muhteşem eserinde mükemmel şekilde izah etmişti.

 

İnsanoğlu önüne hazır konulan her ne olursa olsun asla kontrol etmeden almamalıydı, kullanmamalıydı. Paramparça edilmiş insanın her parçasına hitap edecek söz cellâtları ve bu cellâtların söz kalıplarından müteşekkil sahte ideolojileri de hazırdı. Bunlar, insanı parçalamayı başarmış vahşi ve katil emperyalizmin ideolojik ajanlarıydı. Toplum tarlasına süzülmüşler, derinliklere sirayet etmişler ve kendilerine layık buldukları parçaları alıp götürmüşler ve ideolojilerinin kör kuyularında tutsak etmişlerdi. Vahşi, ilkel ve katil emperyalizmdi bu, hiçbir teferruatı düşünmeden asla bir sunumda bulunmazdı. Tabanı hazırlamıştı ve sunumunu yapmıştı. Başardı da. O insanların tutsaklığını devam ettirmek için ne gerekiyorsa yaptı ve yapıyor insanlarda kurtulmak için sonsuz bir mücadele veriyor. Ve bu soluksuz mücadele insanın kazanımıyla hitam bulacak inşallah. Ve sınıfsız, sınırsız, sömürüsüz, bağımsız bir dünya kurulacak ve insanlığın her parçası buluşacak ve kardeşlik ikliminde herkes mutlu yaşayacak. Son tahlilde, Tevhit tahakkuk edecek.

 

Her devrim ihanet zehrini bağrında taşır derler. Ve gün gelip sular durulunca zehrini kendini yaratan evlatlarına akıtır derler. Tabi bu devrimin asla olumsuz olduğu manasına gelmez ve gelmemelidir. Bilakis, devrim, yegâne kurtuluş yoludur. Bu ters idrak, devrimin zaman sürecinde hain ellerin tayin ediciliğine geçtiğinin göstergesidir. Ve gerçek devrimciler bunun önlemini daha baştan alırlar, almalıdırlar. Ve böylece bu terslik asla olmaz.

 

O, alçakgönüllülüğün mütemadiyen büyüttüğü bir devdi. Büyüdükçe insanlığın bütün katmanlarını şefkatle kucaklıyordu. Fakat ne hazin ki, kucakladıkça da yanlış anlaşılıyordu. Tabi bu onun doğal yükselişini kıskananların da eliyle oluyordu haddizatında.

 

İnsanı tanımadan insan namına bir şey yapmak kabil-i mümkün değildi. ‘’İnsan’’ isimli eserinde insanı bir anlatışı vardı ki ancak bu kadar olabilirdi. Bu kudretli eser her zaman muhalif düşüncelerin korkulu rüyası olmuştur. İnsan bünyesi kendisine dayatılan her nevi aykırılığı her zaman kusardı ve kusmuştu. Bundan sonrada kusacaktı. O, insanı çok iyi tanımıştı. İnsan tam bir kaostu, çelişki üzerine var olmuştu. ‘’Hubut’’ isimli muhteşem, gerçekten muhteşem, eserinde bunu işlemişti. Dolayısıyla toplum tarlasına da spontane (kendiliğinden) olarak kaos egemendi. Binaenaleyh, insanın her bir parçasına dokunan ve her bir parçasından müteşekkil bir bütün oluşturan bir yapının olması gerektiğini idrak etmişti ve öylede yaptı. Zira gerçek bir devrimci, gerçek bir tamamlayıcı olabilirdi ancak.

 

Bir şeyi bilmenin ölçüsü, bilinen şeyin izahıyla olurdu. Ve biteviye bildiklerini anlattı, izah etti, kardeşleriyle paylaştı. Okudu, öğrendi, anladı, inandı ve anlattı. Bu minvalde bitevi izah ve ikaz yaptı. Gerisi insanlara kalmıştı. Bazen kızdı anlamayanlara, ne halleri varsa görsünler dedi. Ama onları da çok iyi anladığı için bıkmadı ve yoluna devam etti. Anlamanın çok çetin bir iş olduğunu çok iyi idrak eden bir ruh ve beyindi.

 

Çok hassas bir yüreğin sahibiydi. Natürel ve özgür bir yaşama sevdalıydı. Ama öze uygun olarak. ‘’Öze dönüş’’ isimli mükemmel eserinde öze dönüş olayını fevkalade izah etmişti. Sonsuz özgür ama bir o kadarda insani bir yaşamın peşindeydi. Yani, altyapısı tevhit olan bir yaşamın. Eski tadların, eski kokuların özlemini duyuyordu. Bu yüzden bazen ardına bile bakmadan çekip gitmek istediği oluyordu. Hatta bu hayata veda etmek istediği. Bu ruhsuz, bu soğuk, bu donuk, bu duyarsız, bu tefessüh etmiş dünya ve bu çıldırmış, bu yönünü kaybetmiş, bu bilincini yitirmiş, bu özüne yabancılaşmış insanlık o’nu derinden sarsıyor, cidden sıkıyor, adeta boğuyordu. Kendisine dayatılan yabancılaşmaya direniyordu ve bilinçli bir birey olarak özbilinç-özdeğer eksenli yaşıyordu. Yaşadığı hayatın bedelini biliyordu ve bu soylu sona hazırdı. Zira şahadetin yüceliğini kavramış ve benimsemiş bir ruhtu. Zaten korkuyla bu yolda yürünemeyeceğini ve yaşanamayacağını çok iyi biliyordu. Korkusuzluğu içselleştirmiş bir aydındı, insandı. Buna da mütemadiyen vurgu yapmıştı. Halk limanında demirlemişti. Yoksa dirilişin ve direnişin ne anlamı vardı. Her şeyini halkı yoluna adamıştı. Ta ki canını bile. Anlaşılmakta zorlanmasına rağmen. Tutsaklığın gerçek sebebinin korku olduğunu çok iyi biliyordu. Bu derin gerçeği ‘’Kevir’’inde çok güzel izah etmişti.

 

Başıbozuk olanın süreç içerisinde düzelemeyeceğini, düzelmek ve düzeltmek için devrimin koşul olduğuna inanıyordu. Bilakis insan bozuluyordu, bozuldukça bozuyordu, bozdukça bozuluyordu. Bu böyle devam edip gidecekti. Bu olumsuz seyri durduracak yegâne yol devrimdi. Büyük bir devrim yaratmadıkça, insanlık adeta kokacak, çürüyüp gidecekti. Müstekbirler mustazafları her zaman ezecekti. Dünya bir bataklığa dönüşecekti. İnsan hep acıların tutsağı olacaktı. İdeolojilerin kör kuyularında yok olup gidecekti. Kimse ona el uzatmayacaktı. Arka teker daima ön tekeri takip ederdi. Ön teker aydınsa arka teker halktı. Aydınlar aydınlanmadan halkın aydınlanması muhaldi. Bir aydının esas vazifesi: önce uyanmak sonra da uyandırmaktı. Aydın peygamberi misyonun mümessiliydi. Zamanın ruhunu yakalamalıydı ve ona uygun teoriler üretmeli ve teoriyle mütenasip bir pratik kurabilmeliydi. Buna imanı muhakkaktı. Tarihin hiçbir dönemi bu keskin teşhisi yalanlayamıyordu. O eskiyi tekrar eden değildi. O atalarının peşinden giden değildi. O yeniyi arıyordu, soruyordu, sorguluyordu. Hakikatin peşindeydi.

 

Gerçekten büyük bir devrimciydi. Sanki devrimci doğmuştu, devrimci olarak yaşadı, devrimci gibi savaştı, devrimci kimliğiyle şahadet şerbetini içerek dar-ı bekaya, inanan ruhların güneşli ülkesine irtihal eyledi. Asla ama asla kesilmeyecek bir soluk, silinmeyecek bir iz, yenilmeyecek bir söz, değişmeyecek bir öz bıraktı fani âlemde ve ölümsüzleşti. Fedakârlıkla perçinlenmiş, muhabbetle süslenmiş, mücadeleyle bileylenmiş bir miras bıraktı. Kesinlikle unutulmayacak. Dünya ve insan ayakta kaldığı müddetçe hatırlanacak. Aziz hatırası haysiyetli kardeşlerince daima taze tutulacak ve yaşatılacak. Teoriyi ve pratiği en muazzam şekilde mezceden güzel devrimci.

 

Devrimci, hem hiçbir yerdedir hem de her yerde. Hakikat bölünmüştür ve her yöne saçılmıştır. Binaenaleyh, hakikat hem her yerdedir hem de hiçbir yerde. Bütün olarak hiçbir yerdedir, ama, parça olarak her yerde. Devrimci, parçalardan bütünü oluşturmaya çalışan bir üst insandır. Evet, o, bir üst insandı. İşte tamda bu yüzden yanlış anlaşılmıştı. Bazılarınca bilinçli bir yanlış anlaşılma tavrına maruz kaldı. Kıskanılıyordu. Yapılmayanı ya da doğru bir ifadeyle yapılamayanı yapıyordu. Tehlikeliydi. Halkın ruhuna dokunmamalıydı. Dokunduğu takdirde kumdan kaleler toz olacak, sahte saltanatlar sarsılacaktı. Yalancı kralların, onursuz şahların itibarı beş paralık olacaktı. Bu kahreden son, ‘’dünyaya alışmışlar’’ için feci bir yıkımdı. Yıkılmamak için yıkmak gerekiyordu. Bitevi yıkmaya çalıştılar. Hakikat ve halk, zorbaların kör kuyularında tutsaktı ve özgürlüğü bekliyordu. Hakikatin bölünmüşlüğü demek aynı anda insanında bölünmüşlüğü demekti. İşte tamda bu sebeple, insanın, kendi kör kuyusunda tutsak ettiği parçasına hitap eden ve onu aldatarak egemenliğine alan hiçbir zalim-zorba-tiran ya da Firavun-Karun-Haman onun ruhuna dokunamıyordu. Münhasıran bedenine hükmediyordu. Cebren ve hile ile metazori olarak maniple etmeye çalışıyor ve ondan nemalanıyordu. Hakikatte yenik olduğunu da biliyordu. Bu yüzden fasılasız zulmüne devam ediyordu. Ruha bir dokunuş bedene bin dokunuştan evla idi ve ruha dokunmayan her şey hakikatte yenikti, geçersizdi. Bu derin hakikat, zer-zor-tezvir şebekesinin sonsuz ve dayanılmaz kâbusuydu. Yenildikçe kuduruyordu. Kudurdukça vuruyordu. Vurdukça yoruluyor, yoruldukça duruyordu ama durması vazgeçmesi değildi. Lakin, durmak ürperticiydi ki, durmak sormak demekti, sormaksa düşünmek, düşünmekse yenilginin zihinde canlanmasıydı. İşte, zalim-mazlum, insanın bitimsiz trajedisi. Sonsuz tutsaklık ve azap bir yanda. Sonsuz zulüm ve sömürü diğer yanda. Bu tutsaklık, bu zulüm, bu sömürü nihayet bulmalıydı. İlânihaye idame ettirilemezdi. Ama bu nasıl olacaktı? Ne yapmalıydı? Nasıl yapmalıydı? Üst insan, büyük devrimci, güzel adam, dürüst aydın, büyük beyin bu yüce soruyla sarsılıyordu, ruhu yanıyordu, beyni kaynıyordu. Yandıkça da sakin göklerde ve ıssız çöllerde sükûnet arıyordu. Varlığın tecessümleriyle hemhal oluyordu. Bu güzel adam, yağmurla, rüzgârla, güneşle, yıldızlarla, ayla, çölle, dağlarla, taşlarla, kuşlarla, fırtınayla, hülasa; varlığın bütün tecessümleriyle konuşmayı, derinden iletişim kurmayı öğrenmişti. O kadar derinleşmişti, incelmişti. Zaten yoğun duygusallığı da bu yüzden değil miydi? Ama duygusal olduğu kadar rasyoneldi de. Yani dengeli bir ruhu vardı. Denge üzerinde yaşıyordu. Zira, dengesiz olunca her şey istikameti şaşıyordu. Bunu bizatihi müşahede ediyordu. Dünyada daralması, boğulması, sıkılması da bu yüzdendi. Devrimciliği de bu yüzdendi. Sığ değildi, kısır değildi, dar değildi. Varlığı bütün tecessümleriyle ve tecessümlerini bütün yönleriyle çok iyi tahlil, tetkik ve idrak etmişti.

 

Tarih: 29.04.2009 Okunma: 678

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?

İ.Hakkı Cengiz

31.07.2022 - 15:33

Bu büyük düşünürü bendeniz çok geç tanıdım. Genç yaşta şehit edilmesi büyük bir kayıp olduğu gibi yürekleri yakan bir yangın! Lâkin teselli edici taraf, eserleri… Fikirlerin ölümsüzlüğü… Bu büyük miras mutlaka değerlendirilmeli… Şahane özetlemişsin. Kalemine, yüreğine sağlık can kardeşim. Selamlar…

Özgür Deniz

31.07.2022 - 15:41

Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun. Yaşasaydı kimbilir ne fikirler üretip ne değerler katacaktı hayata. O insan cinsi içinden çıkmış insanüstü bir insandı. O farklıydı ve hayata farklılık katıyordu. Hayatın özünü süzüyordu. O anlayandı ve gerçek bir inanandı. Kahrolasıca ajanların konsorsiyumu ile şehit edildi. Onu tanıyan bilen okuyan anlayan mutlaka Kİ hayata ekstra bir katkı sunabilir. Kalben sonsuz teşekkürler ve bilmukabele inşaAllah saygıdeğer paşam saygıdeğer ağabey. Derin saygılar selamlar inşaAllah.