‘’Bembeyaz gelinliğe bürünmüş, tertemiz yüce dağ başında ölümsüzlüğe-sonsuzluğun sahibine uçan şehit reise-başkana sonsuz rahmet diliyorum ölüm yıldönümünde. Gönülden sevenlerine de saygı ve muhabbetlerimi sunuyorum. Başta çok kıymetli eşine-yenge hanımefendiye ve sevgili-biricik evlatlarına muhabbetlerimi, sevgi ve saygılarımı sunuyorum’’
Rahmetli reisin Rahman’a kavuştuğu vuslat gününde 112 acil serviste o anlardaki görev değişimi durumlarını kontrol ettiniz mi sayın büyükler? Zira benim kafam karıştı. Yani o kadar konuşmak ve üstelik anlamsız konuşmak niye? Zira şarj bitebilir, kontör bitebilir. Şehidi o uçağa binmeye zorlayan birileri vardı galiba o kişi kimdi bulundu mu? O kişi kendisi uçağa bindi miydi? Binmediyse o kişi tespit edilip sorgulandı mı?
Ey yüce Rabbim, o insanı şehit eden şerefsizi, o şerefsize yardım eden sütü bozuk şerefsizleri, o şerefsizleri bilipte ifşa etmeyen sütü bozuk soysuzları şu hissederek yaşadığımız dünya yüzünde kıvrım kıvrım kıvrandır ve bunu kullarına göster ne olur. Kahret, perişan et. Vücudunu lime lime yap öyle derman bulunmaz bir hastalık verde. Yarabbi ona-onlara bir salise bile gülmeyi nasip etme. Bu vatanın en harbi çocuğu olan güzel başkanı, büyük birliğin temel taşını yürekleri sızlamadan şehit edenleri kahret, mahvet, rezil et, bir it gibi havlat, bir domuz gibi böğürt. Âmin âmin âmin. Sizlerde âmin deyin lütfen sevgili dostlar.
Bu satırları kanalahaber.com daki belgeseli seyrederken hıçkırıklar eşliğinde yazıyorum. Ve samimi olan bütün vatan çocuklarını, siyaset edicileri bu güzel adamın temiz ve soylu siyasetinde ittifak etmeye çağırıyorum. Cenazesindeki büyük birliği siyaset kulvarında da sağlamalarını istiyorum. Evet, onun partisine katılmayabilirsiniz belki ama partisinin ismini mahfuz tutarak bir araya gelip bir siyaset tarzı oluşturabilir ve sonrada o ismi verebilirsiniz. Zira çok güzel bir isim. Büyük Birlik. Zaten büyük bir birlik sağlamayınca da bu vatan çocuklarına huzur ve saadet asla helal değildir ve mümkünde değildir.
Bir pazarda –bu herhangi bir malın pazarı olabilir, söz pazarı da olabilir- her mal ve her tür kişi bulunur. Hülasa, herkes bir şeyle bulunur. İyi malda gelir bu pazara, kötü malda. Hem iyi hem kötü mal birliktede gelir. Bu bir realitedir. Buradan ideal olana gidilir. Kötü olan ya zamanla kendiliğinden tasfiye olur ya da otoriteli bir devlet tesis olunursa o devlet tarafından tasfiye edilir. Ama tasfiye olana dek mevcut koşullarda var olmaya devam eder. Hiçbir kimsenin, her şeyin bulunduğu bir ortamda, mevcut koşullarda, bir şeyden şikâyete hakkı yoktur. Zira isteyen istediğini seçmekte özgürdür. Her şey göz önündedir ve cebri hareket yoktur. Siz sağlam üretin, getirin pazara, sunun seçimlere. Yoksa birisi çürük getirmişse bırakın onu alacaklar düşünsün. Tabi ideal durumda kötünün olmaması gerekir. Ama ne yapalım var ve mevcut durumda olmaya da devam edecek. Şunu da bilmeliyiz ki, ideal olana reel koşullar içerisinden süzüle süzüle gidilir. Başka çare yok. Öyleyse herkese ve her mala eyvallah çekmesini bilmeliyiz. Korkmamalıyız başkalarının varlığından, başka ürünlerden. Tabi kendimizin ve ürünümüzün varlığını tehlikede görmüyorsak. Zira kendi varlığından emin olmayanlar ancak başkasının varlığından ürkerler. Biz işimize bakalım. Yoklukları değil, varlıkta güzellikleri isteyelim. Düzeltelim ama ortadan kaldırmayalım.
Şimdi, her insan, düşüncesini ve bu düşünceye uygun yaşamını seçmekte özgürdür. Tabi, tercihinin sonuçlarına da katlanması gerekir. En azından kendisine etkide bulunan düzenin tercihleri karşısında bir belirleme olmalıdır. Misal, ülkemizde bazı hanımefendiler kara çarşafı tercih ediyorlar ve edebilirler ki, gayet tabidir. Zira, burası-sevgili Türkiye’m- onlarında ülkesi ve üstelik bu ülkenin kazanılmasında en büyük pay belkide onlarındır kimbilir. Zira, fotoğraflar yalan söylemez ki, o döneme ait bütün fotoğraflardaki kadınlarımızın görüntüleri malumdur. En azından savaş bitinceye kadar ki görüntüler. Ama bu düzen kurumsal boyutta buna muhaliftir. Şimdi şayet bu düzende yer almak istiyorsanız bu tercihinizden vazgeçmek zorundasınızdır. İstediğiniz düzen olursa takadabilirsiniz ve orası ayrı bir şey. Ama yer almak istemiyorsanız tercihiniz doğaldır ve hakkınızdır. Tabi bu tercihinizden dolayı hiçbir kişinin de-kurumun da size hakaret edecek kadar müptezelleşmeye hakkı yoktur. Zira tercihlere saygı esastır. Mustafa Kemal’in bu mevzuya dair bir sözünü anımsayın. Ve aslında sizin ki çok zor bir tercihtir ve bu yüzden de takdire şayandır. Namuslu her insan bu hakkı teslim eder. Zira bir taraf olabildiğince zevk-ü sefa içerisinde dünyayı yaşarken bu insanların kendilerini tahdit etmeleri ve bunu köklü bir temele dayandırarak yapmaları kesinlikle haysiyetli bir iştir. Herkesin harcı değildir. Tabi siz tercih etmezsiniz o başka. Zaten iki seçenek vardır ve her seçeneğinde bir sonucu vardır. Kimse, ben böyle yaşarken diğeri niye öyle yaşıyor diyemez. İki taraf içinde geçerlidir bu durum. Aydınlık Türkiye için salya akıtıyorlar güya. Bu hayâsızlık yapanlarda aydınlığın ve zarafetin zerresini gören varsa beri gelsin.
Diyarbakır Belediyesi, Trabzon’a bir itfaiye aracı hediye etmiş. Çok güzel bir jest. Ama bazıları rahatsızmış. Geçin bunları ya. Sanki Diyarbakır gâvur. Ulan gâvura gösterdiğimiz dostluğu kardeşimize gösteremiyoruz. Başkanın şahsi hediyesi değil ki, belediyenin hediyesi. Ve belediye başkanın tapulu malı değil. Başkan gâvurluk yapıyor olabilir. Ki yapıyorda. Lanet okursun ama belediye adına yapılana da eyvallah çekersin. Bomba ihbarı yapılmış güya. Onu yapan bilinçli değilse namussuzum. Birileri ajite etmiştir, yapanda yapmıştır. Geçelim. Aptalca şeyler.
Manga denilen bir müzik grubu varmış. Ülkemi erevizyonda temsil edecekmiş. Güya. Ülkemin hiçbir değerinden iz barındırmayan bu grup ülkemi nasıl temsil edecek acaba. Ulan, tipler Türk’e uymaz. Sözler Türk’e uymaz. Kültürleri Türk’e uymaz. Nesi Türk ki bunların Türk’ü temsil edecek. Böyle rezillik olmaz beyler. Kendinize geliniz. Buna yetkili organlar el atmalı. Artık katılıyorsak devlet bu işi yapmalı. Ülke adına birileri katılmalı. Bunlar gibi yozlaşmış, yabancılaşmış tiplerde kendi başlarına katılabilirlerse katılmalılar. Yiyorsa.
Zihniyet dönüşümü, Zihinlerini dönüştürerek bir hayata alıştırdığımız ve kaybettiğimiz insanlarımızı kurtarıp kazanmaya çalışırken, tekrar zihinleri dönüştürmeyelim beyler. Zira kurtarmanın nasıl güç ve sancılı olduğunu bizzat yaşıyoruz. Hepimiz buna şahidiz. İnsanımıza yazık, hakikate ihanet etmeyelim. Klişe zihniyet sözcülerinin-düzen baronlarının dönüştürdüğü ve benliğine yabancılaştırdığı insanımızı şimdi de Fetullahçılar, demokrasi ve liberalizm hapıyla dönüştürüyorlar. Bozanlarda pozitivizm hapıyla dönüştürmüşlerdi. Yazık oluyor, uyanalım. Bunlar sanıyor ki, bozulan insanlar kendi ellerine geçecek ve yeniden düzeltecekler vay ahmaklar vay. Ulan zaten siz bozuksunuz bir de bozuk olanı mı düzelteceksiniz. Görmüyor musunuz bozulanların nasıl sancılar çektiklerini en ufak bir değişimde?
İranlı sinemacı Majid Majidi Yüce Önderimiz (sav) ile ilgili bir film çekecekmiş galiba. Bence, bu filmin senaryosu ve detayları üzerinde, en az bir yıl, çok ciddi ve sıkı çalışmalar yapılmalıdır. Hiçbir detay kaçırılmamalıdır. Çok görkemli bir film olmalıdır. Sanki önderimiz şu an hayattaymış hissine sebep olacak kadar görkemli ve canlı olmalıdır. İşte bu dedirtecek çapta olmalıdır. Düşmana bile. Kesinlikle öyle yüzeysel ve kısa olmamalıdır. En az 4 saat sürecek bir film olmalıdır. Yani, hiçbir kimse, şurası eksik kalmış dememelidir, diyememelidir. Bütün dünyayı sarsmalıdır. Görsellik maksimum düzeyde olmalıdır. Oyuncular tıpatıp benzer olmalıdır. Tabi önderimiz ayrı. Misal, Çağrı’daki Hz. Hamza (ranh) gibi. Ne heybet ve ne duruştu o öyle. Yemin ediyorum sanki Hz. Hamza (ranh) yaşıyormuş gibiydi. Bana öyle geldi en azından. Ülkemizdeki gerçek aydınlarımızda bu konuda desteklemeli. Hatta bütün Müslümanların işbirliği içinde olmaları ve asla ölmeyecek bir esere birlikte imza atmaları ne de hoş olmaz mı? Yemin ediyorum bu film için trilyonlarca servetim olsa harcarım. Ve bütün dünya Müslümanlarının zenginleri bu filme servetlerini akıtmalıdır gerekirse. Şayet vicdandan nasipdarsalar.
Kendi adamlarını ve adamlarının görüşlerini zaman eskittiği ve ıskartaya çıkardığı için, muhaliflerinin zamanın eskitemediği adamlarını ve adamlarının düşüncelerini farklı yorumlama ve böylelikle farklı tanıtma ve buradan kendilerine pay çıkarma kurnazlığına-düşüklüğüne-acizliğine yelteniyorlar. Bu oyun kâh Cemil Meriç, kâh Nurettin Topçu, kâh Mehmet Akif Ersoy üzerinden oynanıyor. Ama yenmeyecek şeyler tabi. Boş gayretler. Lüzumsuz iştigaller. Anadolu kendi çocuklarını iyi tanır beyler. Siz hiç yeni olmadınız ki. Hep eskiydiniz ve metazori kabullenildiniz. Şimdi zorlamadan meydanı terk ediniz. Yoksa gülünç duruma düşüyorsunuz. Sizin insanlığa umut olmanız zaten hayaldi. Çünkü benliğiniz çürüktü. Siz buradan değildiniz. Siz, sizi besleyenlerin varlığı kadar vardınız. Ve onların yokluğunda da olmayacaksınız. Hani, bu konuda, Soner Yalçın denilen birine bir cevabımız olmuştu kapak niyetine üstat Nurettin Topçu için yazdığımız yazının sonunda.
Selma Aliye Kavaf bakanımız bir söz etmiş. Eşcinsellik hastalık demiş. Amanın, bunu diyen siz misiniz? Ne kadar eşcinsel yardakçısı, dostu ve meyillisi varsa saldırıya geçti. Güya özgürlükmüş. Ulan bu ülkenin evlatları kan ağlarken neredeydi sizin özgürlükçülüğünüz? Siz bu ülkeyi hastalandıran mikroplarsınız. Sizin genleriniz hasta. Sizin benliğiniz çürümüş, tefessüh etmiş. Siz, o, fıtratına müdahale edip bozan hasta insanları kurtarmaya çalışacağınıza tüm toplumu hastalandırmaya çalışan ahlak katilisiniz. Şimdi de sağlam gövdeleri çürütmeye çalışıyorsunuz. Oğlum hastalığınızla birlikte terk edin burayı. Gidin başkalarına satın. Bulaştıranlara geri iade edin. Bu ülkenin namuslu ne bir ferdi ne de bir kurumu sizin hastalıklarınızı almaz. Bünyeleri reddeder. Hatırlayınız aynı teraneleri bu ülkenin bir evladı ‘’akşamları Kur’an okuyun’’ dediğinde de okumuşlardı. Bu güzel şeylere karşı çıkanlar bu ülkenin ve bu milletin düşmanlarıdırlar. Hastalıktan beslenenlerdir. Ki ancak temiz bünyelerde yayılabildikleri kadar yaşarlar. Keşke her gövde sağlam kalmayı başarabilse! Sonra da diyorlar ki: nerede kaldı hoşgörü toplumu? Ulan pislikler bu millet ne zamandan beri mikropla-kavimleri helak eden hastalıklarla yaşamayı hoş gördü ki şimdi hoş görsün? Zaten sizin hoşgörü anlayışınız da, demokrasi düşüncenizde, liberalizm hapınızda bu toplumu hastalandırmak için kullandığınız şeylerdir. Sanıyorsunuz ki demokrasi demekle her şeyi kusacaksınız ve bu halk yutacak. İğrenç ve ahmaklık. Zaten hoşgörücü tayfasına bazı iç ve dış odaklarca arka çıkılmasının gerçek gayesi de bu. Böyle davransınlar ki, herhangi bir durumda o tayfa ses edemesin. Her tür hastalığın yayılmasına göz yumsunlar. Ve bu toplumun tedricen çöküşüne tepkisiz kalsınlar. Nasılsa keseler ve kasalar doluyor. Nisalarda bol ve bedava. Masalarda münhal. Öyleyse bırak hastalansın toplum biz düzeltiriz. Bre ahmaklar o kadar kolay mı? Bunların liberalizminin gerçek gayesi de bu dostlar. Hoşgörü deyip, demokrasi hapı yutturup bu toplumu köpekleştirmek, domuzlaştırmak istiyorlar. Yığılıp kalmasını sağlamaya çalışıyorlar, mücadeleye gerek kalmadan. Alçakları tanıyalım!
Futbol, ben olsam futbol maçına satır, bıçak, balta getireni olay çıkardığı anda alnından kurşunlatırım. Ulan ülke bu geri zekâlıların pislikleriyle mi uğraşıp duracak? Herkesin bir işi var. Adam gibi gel, izle ve defol.