Oy gizli, haber
kutsal, yorum hürdür.
Kimilerine göre altı bin yıllık, kimilerine göre ise yüz binlerce yıllık bir insanlık ve medeniyet tarihimiz var.
Ne demek insanlık ve medeniyet tarihi?
Yani, içinde yaşadığımız şu mekânı, zamanı ve cemiyeti “insanî” hale getirmenin tarihi…
Zamanı, mekânı ve toplumu daha yaşanılabilir bir hale getirmenin tarihi…
“Medenî” tabir ettiğimiz bir düzen kurmuş olmanın, bir kurallar bütünü yaratabilmenin tarihi…
Adaletin hâkim olduğu, özellikle zayıfın hakkının korunabildiği bir nizamı hâkim kılmanın tarihi…
Biz böyle medeni, adil, kuralların hâkim olduğu bir düzen içinde yaşadığımızı zannediyoruz.
Bu zannımızın tersine ufak tefek pürüzleri her gün yüzlerce defa, misal trafik kuralları ihlalinde, komşuluk, öğrenci, çocuk hakları ihlallerinde yaşıyoruz, küçük haksızlıklara, aşağılanmalara uğruyoruz ve umursamadan geçip gidiyoruz.
Çünkü bütün bu olağan(!) ihlalleri kanıksamışız. “O kadar olur” diyoruz.
Öyle
yaygın “o kadar olur” diyoruz ki; Türk Tiyatrosunun en büyük yeteneklerinden
Levent Kırca, bu sözü temel alarak, “Olacak
O Kadar” adı altında yıllarca televizyon programı yaptı. O programları,
güldürürken düşündürmek için ekrana getirdi. Fakat biz sadece gülerek
seyretmişiz, üzerinde hiç düşünmemişiz. Kaç aydır, kendi kendime soruyorum:
Leven Kırca neden yıllardır televizyonlarda yok? Ayrı bir konu…
Kanıksadığımız küçük pürüzlerle “o kadar olur” diyerek yaşayıp giderken, pat diye başımıza bir büyük hadise gelince veya bir kaza duyunca, aaaa, bu kadar da olmaz ki, diyoruz.
Hâlbuki bizim bu kadar da olmaz ki dediğimiz hadiseler de her gün oluyor. Fakat ya biz duymuyoruz veya birike birike hadise patlama yapıyor ve saklanamayacak bir hale geldiği vakit olaydan haberdar oluyoruz.
Böyle insanlık dışı büyük hadiseler olduğu zaman “burası dağ başı mı?” veya “orman kanunu mu, kardeşim?” diyoruz.
Hayır, efendim ne burası dağ başı, ne buralarda orman kanunu uygulanıyor?
Dağ başında da, ormanda da, okyanuslarda da
bir düzen vardır. İlahî bir işleyiş vardır.
Ormanda, ceylan aslanın avıdır, fakat ceylanın da hızlı koşmak gibi bir yeteneği vardır. Ceylan eninde sonunda aslana av olabilir ama aslan en azından karnı tokken başka bir hayvana saldırmaz.
Okyanuslarda büyük balık küçük balığı yer ama yine büyük balığın karnı tokken küçük balığa saldırmaz.
Ve biz ormandaki, okyanustaki düzene ilkel düzen diyoruz. Hayvanî düzen diyoruz. Onlar, oradakiler, kendi doğalarının gereği gibi yaşıyorlar. Biz elbette onlar gibi yaşamayı reddediyoruz. Bin yılların birikimiyle, Allah’ın insana bahşettiği zekâ ile “insanî” bir düzen kuruyoruz.
Ama bir bakıyoruz ki, bizim dört başı mamur
sandığımız düzen, aslında ormandan beter işliyor. Tehlikenin nereden, kimden,
nasıl, ne zaman geleceği hiç belli değil!
Şu adalet sistemine, şu cezaevlerinin haline bakın… Dün, “skandal” başlığıyla, bizim sitede de manşete çıkan haber:
“Ceylan
holding'in veliahtı Serkan Ceylan, 2005’te 1 kişiyi öldürmek, 4 kişiyi de
yaralamak suçundan tutuklanıp, Ankara
Şaşmaz’daki yarı açık cezaevine konmuştu.
Merhum ünlü işadamı
Ağa Ceylan’ın oğlu olan Serkan Ceylan, daha önce de halen kaldığı Yarı açık
Cezaevi’nde çıkardığı iki ayrı olaydan dolayı cezaevi yönetimince Sincan’daki Kapalı
Cezaevi’ne gönderilmek istendi.
Bakanlığın aldığı
karar gereğince dün Sincan L tipi Kapalı Cezaevi’ne gönderilmek amacıyla
tebligat yapılması için cezaevi 2. müdürü Ali Başekin’in odasına çağrılan
Ceylan’ın, tebligat sırasında belindeki silahı çekerek birbiri ardına
ateşlediği öğrenildi.
Silah sesleri üzerine
cezaevi görevlileri ile özel güvenlikçiler odaya girerek Ceylan’ı etkisiz hale
getirirken, her iki bacağının da diz kapağı bölümünden yaralanan Başekin
Etimesgut Devlet Hastanesi’ne kaldırıldı.
Ceylan ilk ifadesinde silahı cezaevi bahçesindeki otların arasında bulup taşımaya başladığını söylediği belirtildi.”
İşin hiç komik tarafı yok da, Levent Kırca, “Olacak O kadar” programında bir cezaevi sahnesi oynayacak olsaydı, herhalde bu kadarını düşünemezdi.
Cezaevlerinden sorumlu olduğunu tahmin ettiğimiz(!) Adalet Bakanlığından şu soruların cevaplarını bekliyoruz: 1 kişiyi öldürmek, 4 kişiyi yaralamak hafif bir suç mudur ki, bu suçu işleyen kişi yarı açık bir cezaevine konuluyor?
Cezaevlerinde, yerden otlarla birlikte
tabanca da mı bitebiliyor?
Daha, acaba, yerden ne kadar tabanca bitti ve kaç mahkûmun belinde geziyor?
Otların arasında sadece tabanca mı
yetişiyor? El bombası, makineli tüfek falan da yetiştiği oluyor mu? Onları kim topluyor?
Adı geçen mahkûm veya tutuklu nasıl bu kadar pervasız olabiliyor? Müdürü cezaevinde vurabilecek cüreti nereden geliyor?
Adalet Bakanı, yüksek yargı mensuplarına ve medyaya laf yetiştirmek dışında, başka görev ve sorumlulukları olabileceğini hiç düşündü mü, düşünüyor mu?
10 aylık bakanlık süresi içinde herhangi bir cezaevini gördü mü? Cezaevlerini, cezaevi haline getirmeyi hiç aklından geçirdi mi? Cezaevlerinin bir “ıslah edilme” ihtiyacı yok mu?
Hükümlü ve tutukluları “topluma kazandırmak” diye bir projesi var mı?
Yoksa bizim sorularımız da “dam üstünde saksağan” mı?
Üstatlardan
Şu “adil
bölüşüm” dedikleri nedir?
Zannedersem öğrendim bunca
senedir.
Fakir fukaranın payına düşeni,
Zengine vermeye kurmuşlar
düzeni.
Zengine verirken adalet
gözetmek,
Adil bölüşüm sözü bu olsa gerek…
Ekrem Şama, 01.12.2004
Önceki
yazıları görmek için aşağıdaki kutuya tıklayın