DÜŞÜNMEK SAVAŞMAKTIR...

Özgür DENİZ - 21.04.2008

 

Gücün sözüne değil, sözün gücüne ram olmak insanlık gereğidir.
Fikirler savaşında kitaplar silahtır.
Savaşlar önce kafalarda kazanılır.
Bu satırlar hak ile batılın hayali bir kavgasının yazıya yansımasıdır.

Bu makale kadim bir KOMÜNİST yoldaşa ithaf edilmiştir.

 

Bak dostum: insan, bu dünyada her şeyin karmakarışık olduğunu hissediyor, duyumsuyor ve bir sonuca ulaşamadığı zaman, anlamsızlıkta boğuluyor. Her şeyi absürt ve abes görüyor. Bütün varlık gözünde değersizleşiyor. Çünkü, her şeyi bu dünyayla sınırlıyor ve ölümü düşündüğünde bu sınırlılık yüreğini acıya gark ediyor. Zira, bağlandığı her şey ölümüyle birlikte yokluğun kurbanı oluyor. Öyleyse, sahip olmak aptalca ve ahmakça bir şey diyor. Sahip olduğum şey benimle sonsuza değin kaim olmayacaksa sahip olmanın özelliği, anlamı nedir diyor ve çıkmaza düşüyor. Nerden baksan tutarsızlık, nerden baksan çıldırtıcı. Bu durum, hakikatte, mutlu kalabalıklardan ziyade, düşünen adamın sorunu. İnsan, hayal eden, hisseden, düşünen, yapan, seçen bir canlıdır. Her şeyden öncesinde soran bir canlı varlıktır. Yaşamın içindedir, merkezindedir. Toplumsal bir özelliğe sahiptir. Haddizatında toplum denilen devasa bir zindanın iflah olmaz tutsağıdır ve bu kendisinin özgürlüğünün en amansız düşmanıdır. Bu zindandan kaçışı da muhal ender muhaldir. Yaşama tutunması için gereksinimlerini tedarik etmesi var oluşunun gerçekleşmesi için mübremdir. Zira, gereksiniminin karşılanmadığı takdirde hareket etmesi, hareket etmediğinde ise var oluşunun gerçekleşmesi mümkün olmayacaktır.

 

İşte tam burada şu durum zuhur ediyor: insan, tensel ve tinsel gereksinimlerini temin edemediği zaman acı içinde kıvranıyor ve o an düşünmeye, sormaya, sorgulamaya başlıyor. Ama, bu tür zihinsel çabalarda sonuçsuz kalınca çıldırıyor. Münhasıran tensel ihtiyaçlarına yönelip giderdiği zaman ortaya felsefi bir acı çıkıyor. Artık, hakkımı nasıl alayım, ne yiyeyim, nasıl bir arabaya bineyim, nasıl bir evde oturayım ve nasıl para kazanayım gibi maddi sorular bu yönün doyuma ulaşmasından sonra anlamını kaybedip, yerini, ben kimim, nasıl, nereden ve niçin geldim, bu âlem nasıl bir şey ve nasıl tezahür etmiş, Tanrı nedir, kimdir, kader nedir, yaşamak ne demek, niçin yaşamak zorundayım, bu dünya saçma mı, ölüm ne ve niçin ölüyorum gibi metafiziksi sorular alıyor. Niye Camus ‘’ ben bir vahşetin içine düştüm’’ diyor? Camus, metafizik bunalıma saplanmıştı. Yaşama anlam verememişti. Kâinata ve insana bir gaye hamledememişti. Derin ve amansız bir boşluğun içine gömülmüş, evrenin, insanın, tarihin ve tanrının absürt olduğu düşüncesine ulaşmış ve sonsuz ıstıraba düçar olmuştu.

 

Halbuki, maddi cihetten tam bir doyum içindeydi, hiçbir sıkıntısı yoktu, konfor içinde bir yaşam sürüyordu. Makamı, şöhreti, çevresi iyiydi. Fakat, şunu idrakten yoksundu: bir nesne münferit olarak bir şey ifade etmezdi ve ona anlamı ancak biz katabilirdik. Her şey ancak bize hizmet için vardı ve bizimle anlamlıydı. Yaşama bir artı değer katmayan her şey anlamsız kalmaya mahkûmdu ve yaşama dâhil olmayan bir şeyin varlığı saçmaydı. Bir nesne istimal edildiği müddetçe bir anlam ifade ederdi. Misal, bir bardak düşünün, hiç kullanılmıyor ne anlamı olur, hiç. Ama, onu biz bir gaye için kullandığımızda ona bir anlam yüklemiş oluruz. İşte bu bizim nesnelere etkimizdir. Yine, bir araba düşünün, o araba ancak kullanıldığı zaman bir anlam kazanır, yoksa, işlevsizdir ve maksatsızdır, dolayısıyla anlamsızdır. Binaenaleyh, Exsiztansiyalizm tam bir bunalım felsefesidir. Şayet, çok derinlere dalınırsa insanı uçurur. Peki, insanın uçması mı iyidir? Nesnelere az çok anlam katarak mutlu bir şekilde yaşaması mı iyidir? Ya da sormayı, sorgulamayı bırakıp bir dogma bataklığında çırpınması mı iyidir?

 

            Evet dostum, yaşam biteviye bir arayıştır. Exsiztansiyalizmin en belirgin terimi ‘’yürek titremesi’dir.’’ Yani, yaşamın karmaşıklığı karşısında duyulan dehşetli ürpertinin sarih bir halde tebeyyün etmesidir. Stresliyiz, sıkıntılıyız, ne yapacağımızı bilmiyoruz, ateşliyiz, hareketliyiz. Tanrımız yok, geleneğimiz yok, ahlaki ilkemiz yok, maksadımız yok. Evet dostum, bu nasıl bir çıkmaz sokak. Bu nasıl bir başıboşluk. Bu ne dehşetli bir mantık yoksunluğu. Böyle bir yaşam amansız ve daimi bir işkenceden başka nedir ki? Sartre, dine istinat eden ahlakı reddeder. Bir şeyin ahlaklı olup olmadığını insanın kendisinin belirlediğine inanır. İnsanın seçimini ahlaki temel olarak görür. Peki dostum, bu şekilde ortaya insanlar adedince bir ahlak mecmuası çıkmaz mı? Ve herkesin ahlak kurallarını kendisinin oluşturduğu bir dünyada yaşamak bile isteye bir zulüm değil de nedir? Gaye mutlu olmaksa, böyle bir durumda mutluluk mumla aranmaz mı?

 

 Evet dostum, bir diğer mesele, Marks’ın dine getirdiği açıklamalarsa Feurbach’ın düşüncelerinin şerhi ve dipnotlarıdır. Zira, burada şu mühimdir: dine tevcih edilen ve en büyük itham olan ve Marksizm’in büyük keşfi, derin fikri olarak sunulan, tam ifadesini bilmiyorum, ama, galiba şöyleydi: ‘’din, insanı kendi kendine yabancılaştırmıştır.’’ Eğer, Feurbach’ten aldığım notlara ulaşırsam sana sunarım dostum. Hıristiyanlığın Özü kitabının müellifi olan bu adamdan, ünlü Marksistler kesinlikle derinlemesine etkilenmişlerdir. Marks der ki: ‘’din insanı değil, insan dini yaratmıştır.’’ Faraza böyle olmuştur, peki niçin böyle bir şeye gereksinim duymuştur. Çünkü; insan dinsiz yaşayamaz dostum. Bu kadar kesindir dostum. Bir alternatif imkânsızdır. Ünlü ateist John Locke bir ahlak kitabı hazırlamasını söylerler ve şu cevabı alırlar: ‘’İncil var ya!’’ konuş dostum mecalin varsa, ne susuyorsun?

 

 Bak dostum, şunu sarih bir şekilde ifade edeyim: sorgulanacak bir hayatım yok. Ama, sorgulayacağım binlerce hayat var. Ben laf olsun diye bir yola çıkmam. Çıkıyorsam bir maksadım vardır. Sona mülaki olduğumda da bir ödülüm vardır ve olmalıdır. Olumlu ya da olumsuz hayatta bedeli olmayan hiçbir şey yoktur ve olamaz. Sebepsiz sonuç olmaz. Her sonucu doğuran bir sebep mutlaka mevcuttur. Yoksa, o yolunda, yoldaki yolcunun da, yolcunun maksadının da bir manası olmaz, bu ise saçmadır. Şimdi fikir namusu diye bir şey vardır. Ve düşünce savaşında her asil savaşçı bu değere yaslanmak zorundadır. Gizli bir hakikat vardır ve zevahire göre meçhuldür. Ve fikir namusu dairesinde kalarak o müteal varlığa mülaki olmaya ikdam ederiz. Şimdi, ben kısa hayat serüvenimde, gerek bireysel gerekse toplumsal olarak darvinizmi ve fikirsel tezahürlerinin her türünü yaşam düzeyi olarak en zirvesinde ve her veçhesiyle yaşadım. Bu cihetlerdeki fikirsel ve yaşamsal mücadelem tarihin kayıt defterinde mevcuttur. Hafızamın derinliklerindedir. Şiirlerimle, nesirlerimle bu sabittir. Neyse bunlar artık tarih olmuştur ve tatsız birer anı yığınından ibarettir.

 

Dostum, insanlara, hiçbir varlığa verilmeyen harikuladelikler verilmiştir. Şayet insan hayvanlar derekesinde kalacak ve o minvalde yaşam sürecekseydi niye halk edildi? Bu sence de absürt değil midir? Bu mantıksal bir paradokstur. Hem de çıldırtacak bir tenakuz. Binaenaleyh, insan gayesiz, başıboş yaratılmamıştır ve insan bilinçli bir tasarımın ürünüdür. Ve bütün varlığı ihata eden bir kudret tarafından halk edildiği muhakkaktır. Yani, ölümle hiçliğe ve yokluğa mahkûm olacak olan saçma ve aptal bir yaratık değildir asla. Şayet, öyle olsaydı, bu dünyada tasasız, sıkıntısız, mücadelesiz, ahlaksız bir hayat insan için daha güzel olurdu. Zira, ahireti olmayan bir dünya da bir değer uğruna mücadele vermek ahmakça, aptalca ve mantıksızca olurdu. Bir kere gelinen ve yokluğa gidilen bir âlemde niye rahatsız olunsundu ki? Öyle olacaksaydı niye bunca sıkıntıya, zahmete katlanıyor ki? Bu ne kadar gülünç ve acı. Ne kadar kahredici bir durum. Yer, içer, giyer, gezer, sevişir, gününü gün eder. Bunu yapabilecek zamana, zemine ve sermayeye az çok sahip. Öyle değil mi dostum? Haydi, itiraftan imtina etme. Korkma gerçekten be dostum. Gerçek seni kabuklarından çıkarıp özgür kılacak. Yoksa, özgür olmak sorumluluk getirir diye mi korkuyorsun?

 

Unutma dostum! İnsan sorumluluk aldığında insandır ancak. Ancak hayvanlar sorumluluktan muaftır be dostum. Ama onlarda çizilmiş sınırlarının idrakindedir. Yani bir yerde onlar bile başıboş değillerdir. Ne kadar ince tasarlanmış ve muazzam bir denge üzerinde bina edilmiş bir âlemdeyiz öyle değil mi dostum? Hadi itiraf et. Bunca ıstıraba tahammül edeceğine hiçbir sınır tanımadan yaşasın ve mutlu olsun. Gayet olabilir. Tabi her halükarda, tarih, doğa, toplum zindanlarından ve kendi zindanından kurtulması yine de imkânsız. Ama, bu zindanlar içinde bahtiyar esir rolünü de oynayabilir. Lakin, olmuyor be dostum olmuyor. İnsanı rahatsız eden derin ıstırapları var. İşte o endişeler, ıstıraplar insanı harekete sevk ediyor, ağzının tadını kaçırıyor, tinsel acılara gark ediyor, tensel konforunu bozuyor. Yaşamda yaptığı seçimlerin sorumluluğundan istese de kaçamıyor. Kendine, ailesine, çevresine, toplumuna, milletine, ülkesine ve insanlığa karşı sorumluluğu var insanın. Bilen ve inanan bir varlık olduğu ve bedeniyle değil beyniyle insan olduğu aşikâr, insanın. Filhakika, hayatta böyle olunca bir mahiyet kesbediyor ve zevk alınır hale geliyor. Çünkü; uğruna gerekirse canını bedel kılabileceğin değerlere malik olduğun an her şey dümdüz oluyor ve bir mana kazanıyor. Bu ulvi muhteva, insanı bunalımdan, saçmalığın derin çukurundan çekip alıyor. Oh! Ne büyük saadet. Ne sonsuz huzur. Ne muhteşem dinginlik.

 

             Dinle dostum: sana bu mevzularla alakalı dehşetli ve manalı bir örnek sunayım: çocuklardaki fıtri din konusunda çoğu bilimci araştırmalar yapmış. Tıpkı William James gibi. Bu zat çocuğa cemiyetin müdahalesi olmaksızın çocukta meydana gelen tabii dini duyguları yakalamak için Ballard adındaki galiba on bir yaşına kadar hiçbir eğitim öğretim faaliyetiyle irtibatı olmayan sağır ve dilsiz bir çocuğun hatıralarını ve davranışlarını incelemiştir. Daha sonra iyi bir eğitimden geçen bu çocuk, eğitim öncesi durumuyla ilgili fizik ötesi düşünce ve duygularını şöyle özetlemiştir: ‘’-ailemle gezintiye çıktığımda tabiat manzaraları beni etkiliyordu. Konuşma ve yazmayı bilmiyordum. Konuşamıyordum ama düşünebiliyordum. Beynimde, beni rahatsız eden, dehşete düşüren sorular vardı. Soruyordum sürekli. Dünya nasıl var oldu? Ben nasıl var oldum? Hayat nasıl başladı? Bitkiler, canlılar nasıl oluştu? Ay ve Güneş gerçekte nasıl bir şey acaba? İlk insan, ilk hayvan, ilk bitki nasıl oluştu tohumsuz? Niçin varız, niçin buradayız, nereye bu gidiş? Bir türlü sonuca ulaşamaz, acılar içinde kalırdım. Düşüncelerim neticeye varamayınca vazgeçerdim. Ama daha sonra aynı duruma tekrar düşerdim. Bu böylece sürerdi. Ama her durumda bir yaratıcının varlığı hakikatini duyumsardım ruhumun derinliklerinde.’’ Evet dostum, insanın bitmeyen serüveni bu ve bu arayış biteviye sürecek. İnsan bu istikamette ilerleyen ve sürekli tekâmül içerisinde olan bir varlık.

 

             Mesela, şu sömürü olayına girelim ne dersin dostum? Üstat Şeriati’nin de ifadesiyle bu mevzuyu tahlilde batılı Marksistler bile acze düşmüşlerdir. Haddizatında, sömürgecilik kendine özgü bağımsız diyalektik ilişkisi olan bir olgudur dostum. Proletarya-Komprador ilişkisi ve sınıf ilişkisinin tezahür ettiği kapitalist düzende meriyette olan kriterler sömürgecilikte geçersizdir. Zira, sömürgeci, proletaryanın emeğini değil, işgal ettiği yerin zenginliklerini sömürmekte ve öylece güç kazanmaktadır. Anlayacağın dostum, sermaye terakümü doğal kaynakların ve zenginliklerin sömürülmesinin neticesidir, proletaryanın emeğinin gaspının neticesi değil. Doğal kaynaklar malum insan emeğinin ürünü olan şeyler değildir, her halde biliyorsundur değil mi benim zeki dostum?! Bu tahlil derindir. Yanaşmak zordur. Bu kısa izah yetmez mi dostum? Her halükarda yine de anlamadıysan ve anlamakta samimi isen sana ismini vereceğim esere başvur ve dürüstçe incele. Üstat Ali Şeriati’nin Öze Dönüş isimli kitabını bul ve oku. Ayrıca diğer kitaplarını da bul ve oku. Sana ufuk açacağı ve karanlığını aydınlığa çevireceği muhakkaktır. Ama cesaretli, samimi ve dürüst bir savaşçıysan ve hakikati kabullenecek büyük ve engin bir yüreğe sahipsen. Yine, üstadın Marksizm isimli bir eseri de mevcut. Sen demiyor muydun ‘’bir şey görünümünde ki gibi olsaydı bilim olmazdı’’ diye? Ha sahi bunu sen değil de Marks söylüyordu öyle ya. Sen bunu söyleyebilseydin hakikati de pekâlâ görebilirdin. Gerçi, Marks görememiş ama olsun, senin yaşadığın çağ daha farklı. En azından Marks’ı sıfırlayan bir çağın çocuğusun. Binaenaleyh, olayların görünen yüzüne mukabil bir de görünmeyen yüzleri vardır ve keşfedilmeyi beklemektedir. Mesela, gülün fiziği ona sahip olan bahçıvanınsa, metafiziği onun ruhuna dokunan şairindir, sanat erbabınındır. Zaten, sanatta; ‘’nesnelerin görünmeyen ama duyumsanan, hissedilen taraflarının ortaya çıkarılması işi’’ değil mi aslan dostum? Bizim arzularımızın hilafına da olsa berrak, duru ve saf hakikati örtmeye tevessül etmeyelim be dostum. Sen zekisin bunu yapmazsın bilirim.

 

              Bak aziz dostum! Gerçek can sıkıcı da olsa, can yakıcı da olsa kabullenmeyi bilmeliyiz. Zira, her oyundan, eğlenceden sonra gerçekle beraber yaşamak alın yazımız. Yoksa hep acı çekeriz. Değer mi sence? Sahi, şu Hıristiyanların tekfir ettiği Ernest Renan ne demişti? ‘’İSLAM, İNSAN’IN DİNİ’DİR.’’ Umarım acı yoktur dostum?


              Bir insan hiçbir şeysiz yaşayabilir belki, ama, asla
ALLAH sız yaşayamaz. Çünkü; ALLAH demek anlam demektir. Anlamı idrakte, insanı saadete vasıl kılar, yüceltir. Bu durum, o kadar sarih ki, göremeyen göze şaşarım. Bendeniz, bu durumu vazıh olarak tespit ettim. Bu derin meseleyi çıldırırcasına tezekkür ettim. Ve, bu derin tahlil nihayetinde eriştiğim düşünce muvacehesinde, muhtelif bütün düşüncelerim desteksiz kalarak iflas etti. Kalp ve beyin gibi, beden coğrafyasının iki muhteşem merkezinde, İMAN her türlü nefsanî ve şeytani düşüncelere galebe çalarak mutantan zaferini ilan etti ve hakikat sancağını zaferin yüce burcuna dikti. Bu zaferini keskin hüccetlerle tahkim etti. Artık, ALLAH a yönelerek İMAN hüccetimizle ebedi necatımızı imzalayalım. Bugünden geriye asla dönüp bakmayalım gayrı. Şu kesin ve kudretli bir hakikat ki, ALLAH sız bir insan tasavvuru ve dünya tasarımı muhal. Düşün ırmağı her halükarda İMAN okyanusuna akıyor dostum. Bu berrak, pak ve duru İMAN okyanusuna seninle mülaki olmak ve ölümsüzlük bilincine birlikte ermek ne büyük bir saadet ve bahtiyarlık. Artık, bu an dâhil, mazideki yaşadığımız olumsuz hatıralar ve irtikâp ettiğimiz şeytan işi pislik işler beyin merkezimizde iflas etmiş, geçerliliğini kaybetmiş olsun ve bu minvalde kalp başkentinde HAKK’IN ve BATIL’IN amansız mücahedesinde İMAN eşsiz ve görkemli zaferini elde etmiş, batılın her nevi devrilmiş ve yine bu istikamette ulvi hakikatin tezahürleri hayatımızda tebeyyün etmiş olsun. Gerçi, bunca zaman İMAN kulvarında, ömür atındaymışız da, bihabermişiz gözlerimizdeki perde hasebiyle. Bu andan itibaren, seni de İNSANLIĞIN ORTAK VİCDANI OLAN ULVİ HAKİKATE yani yüce İSLAM a davet ediyorum. Bilmelisin ki, nasıl eşya bize hizmet için mevcutsa, bizde ALLAH a hizmet için mevcuduz. Zira, senin DAR-I CEHENNEM’DE kızıl alevler içinde sonsuza değin kalman ve yanman hassas kalbimi gayet müteessir eder. HAKK’IN huzuruna muhteşem ikili olarak gitmeye ve saadet saraylarına girmeye var mısın? Evet biz yoldaşız. Zira, reddi muhal yolun yolcularıyız. Farklı kulvarlar da, farklı diskurlarla yürüyor olsak ta, SON TAHLİLDE, aynı sonsuzluğa kalkan tahta atın durağında buluşmak değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez, bozulamaz mukadderatımızdır. Bu mutlak ve muhakkak son bireysel irademiz dâhilinde değildir. Kesin ve kararlı bir dönüşümle, lekesiz, berrak bir hayata mukaddeme yaparak, bu yoldaşlığımızı DAR-I CENNET’TE daim kılabiliriz. Bu bizim irademiz dâhilinde yapacağımız bilinçli bir seçime merbuttur. Mukaddes, samimi ve içten davetime icabetinizi can-ı gönülden arzuluyorum. Bu kesin dönüşümün, hemen tahakkuku için dua ediyorum dinmeyen gözyaşlarıyla. Ama, ölümün demir yumruğu beynimizi parçalamadan, ömür sermayesi tükenmeden ölümsüzler kervanına dâhil olmalısın güzel yoldaş. Bu dünya fani ve bakileştirmek elinde. Bilinçli ve özgür seçimin kaderini tayin edecek. Haydi, uçalım sonsuzluğa. Bak bizi bekliyor inanan ruhların güneşli bahçesi. Mutlak ve muhakkak hakikattir ki, hepimiz öleceğiz ve ondan geldik yine ona döneceğiz. Evet yoldaş, hayat, malayani oyun ve eğlencelerden müteşekkil bir film gibi ekseriyetle. Lakin, aynı zamanda fırsatları ganimete dönüştürmek için de muazzam bir potansiyel. Ölüm ise, anlamlı, berrak, keskin ve değişimi muhal bir hakikat, bir kavuşma sahnesi. Artık, bundan böyle dönüp bakma geriye, karanlığa. İlerisi güneşli ve daha aydınlık. Işık daha parlak ötelerde. Muhabbetle, umutla, barışla, kardeşlikle, coşkuyla, sevgiyle, arkadaşlığın ve dostluğun dayanılmaz hasretiyle, ÖZGÜR BİR HAKİKAT DEVRİMCİSİ olarak selamlıyorum seni dostum. Hoşçakal.

Tarih: 21.04.2008 Okunma: 807

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?

Ne kadar haklı bir yazı...

01.04.2008 - 09:30

Ama dostum bence bu medya kendi kafasına göre seyirci imal etti. Baltayla kazmayla... Ve odunlarını kendileri tedarik ettiler.... İslah olasıcacalar... Tebrikler.

Celil TAŞ

01.04.2008 - 14:38

size katılmamak mümkünmü tebrikler

Ne kadar haklı bir yazı...

01.04.2008 - 09:30

Ama dostum bence bu medya kendi kafasına göre seyirci imal etti. Baltayla kazmayla... Ve odunlarını kendileri tedarik ettiler.... İslah olasıcacalar... Tebrikler.

Celil TAŞ

01.04.2008 - 14:38

size katılmamak mümkünmü tebrikler