Kalem feryâd eder, ağlar
mürekkep,
“Beni cahil eline verme Ya Rab!
Lütfunla âlime çevir yolumu,
Kırma n’olur kanadımı, kolumu.”
Lâedri
Selcan TAŞÇI, YENİÇAĞ, 14 Eylül 2010
Yüzde 42, yenilginin değil camiyle kışlanın,
imanla ilmin, akılla vicdanın, hak ile hukukun, devletle
milletin arasını açan sinsi tezgahı bozmak için yola çıkan Kuvayı
Milliyecilerin yaktığı ateşin derecesidir...
Bakmayın gazetelerin birinci sayfalarına, televizyon ekranlarına, girdiğiniz
hemen her internet sitesinin açılış sayfasına, belki bugünden-yarından itibaren
sözüm ona “demokrasinin zaferi” diye ilan panolarına çarşaf gibi serilecek o
“ak”a boyanmış “karanlık” haritalara... Düşmanı denize döktüğümüz yer, efeler
gibi doğrulduğumuz yer değilmiş gibi sanki, -“sahiller” diye küçümsenen o
“hat”tın- giyindiği “kahverengi” üniformaya dikkat kesilin... O, Kocatepe’de
ayaklarımızın altından kaymayan, sapasağlam duran toprağın rengidir; Dumlupınar
siperlerinin, Conk Bayırı’nın, ayağa kalkan Sakarya’nın... Müdafaayı vatan
sathına yayan “hat”tın rengidir o “kahverengi”, kanımızın o denize karıştığı
andaki tonudur!..
Anadolu Kuvayı
Milliye’yi bekliyor
Hem sadece “sahiller” mi?
Tokat’ta, “yıpranmış üniformaları”yla, hakkında idam fermanı bulunan Mustafa
Kemal’i karşılayarak, Anadolu’yla Kuvayı Milliye ruhunu buluşturan o 19
neferin, o cesur binbaşının, o kahraman çavuşun esamesi okunmaz mı sanıyorsunuz
Anadolu’da artık? Bir gün bu ülkeyi silkelemeye kalkışırsa bir avuç “aydın”,
bir avuç “siyasetçi”, bir avuç “hukuk adamı”, bir avuç “öğretmen” , bir avuç
“sanatçı”, bir avuç “genç, yaşlı, çoluk, çocuk, kadın...” Bir gün,
mezalimi yaşamış dedelerinin kalpakları, ninelerinin yazmaları başlarında,
şimdi onları “sahillerde yan gelip yatanlar, keyif erbabı” diye ötelemeye
çalışan iktidara inat, pazen etekleri, lastik ayakkabıları, “yüklük”lerinde
sakladıkları Selanik işi setreleriyle, zulmün ve kıyımın ne olduğunu anlatmak
için yeniden yollara düşerlerse Trakya’dan bir avuç “mavi” bakışlı Mustafa,
Kemal, Zübeyde, Namık... Onlara yeni bir “Mesudiye”nin kapılasını açacak Ali
Baba’lar çıkmaz mı Havza’dan? Efe’ler “hayda bre” çekerlerse bu ülkenin
namusuna göz dikenlerin üzerine doğru, çiçek çiçek, üzüm üzüm oyalı “kızıl” başlıklarıyla
onlarla yanyana yürürse Zeynep’ler, Elif’ler yeniden... Bir Rıfat Efendi çıkmaz
mı buyur edecek Tokat’taki evinde? Diyarbakır’dan bir Ziya, ses katmaz mı
seslerine?
Hadi oradan...
Direnişin zaferi
kazanıldı
Aylardır neredeyse bütün televizyon kanallarının, neredeyse bütün
radyoların, neredeyse bütün gazetelerin, dergilerin bir ağızdan yürüttüğü
“Evet” kampanyasına rağmen... Hep bir ağızdan pompaladıkları
“demokratikleşiyoruz” yalanına rağmen... “Hayır” kampanyası yürüten muhalefet
partilerinin temsilcilerine, sanatçılara, aydınlara uygulanan haşin ambargoya
rağmen... Sandığa gidenlerin yüzde 42’sini “hayrın hayırda” olduğunu
görebilmişse...
Telefonlarının, internet yazışmalarının, evlerinin, işyerlerinin dinlenmesine;
hayatlarıyla, ideolojileriyle, dava arkadaşlarıyla, meslekleriyle, karıları,
kocaları, çocukları, dostları, sevgilileriyle aralarında “telekulak”ların cirit
atmasına, en mahremlerinin “ek klasör”lere dolgu malzemesi yapılmasına, tehdit
edilmelerine, tecrit edilmelerine, cadı avına, engizisyon rejimine, fiziksel ve
psikolojik işkenceye maruz bırakılacaklarını adları gibi bilmelerine, insanlar
az veya çok içlerine düşürülen korkuya, kaygıya, endişeye rağmen; hele de
Başbakan “hayırcılar”ı alenen “darbeci” ilan etmişken, “onlarla hesaplaşacağını”
duyurmuşken... Tam kapana sıkıştılar sanılan bir anda yani... Sandığa
gidenlerin yüzde 42’si bedenlerini ve o mangal gibi yüreklerini cumhuriyete
siper edip “haydi hesaplaş da görelim” dercesine çakabilmişse “hayır” tercihini
iktidarın suratına, “direniş” in zaferidir bu, hezimet değil!
“Sahiller” diyenler beri baksın, beri...
“Edirne eğilmiyorsa ben nasıl bükülürüm?” dercesine yükselen yüzde 45’lik
“hayır” çığlığı ne öyleyse Ardahan’ın? Burdur’un yüzde 47’sini “yok” sayıp,
düşürecek miyiz aklımızın, fikrimizin, inancımızın süngülerini? Iğdır’ın;
üzerinde oynanan bütün oyunlara, şakağına dayanmış terörist namlusuna rağmen,
adeta bir “kartal”gibi Anadolu’yu kucaklayan iki kocaman kanadını açmış ve
kafkaslardan yüzde 46 şiddetinde “yel” estirmiş Iğdırlıların mesajına kulak mı
tıkayacağız? O “ak”a boyanmış haritayı “gözümüze gözümüze” sokmaya
çalışanlara gelin yarından tezi yok birer büyüteç hediye edelim. 12 Eylül günü
“Türk Milleti” bütün sınır kapılarını sımsıkı tutmuştur vatanının! İçerde kalan
gözümüzü, ciğerimizi, beynimizi oymaya çalışan “düşman”ı mı soruyorsunuz? 1919
ruhunun nasıl doğduğunu, 1923 ruhunu nasıl doğurduğunu hiç unutmayın; O
başardıysa, biz de başarırız!
Din tacirlerine pabuç
bırakmadık
Şimdi bunlar kalkıp size “muhafazakar”lar ile “milliyetçiler” arasındaki
mesafenin açıldığını anlatıyorlar ya... “Allah rızası...” ile “Millet
rızası...”nı “kılıç yarası”yla iki karşı cepheye ayırmaya kalkışıyorlar ya...
80 yıllık kuyruk acılarını “darbe çilesi” diye ambalajlayıp “MHP’li, CHP’li,
BDP’Li, BBP’li, SP’li” kardeşleri“ni, devrimcileri, bağımsız ülkücüleri...”
diye başlayan uzunca bir listeyi, kendi intikamlarının “tetikçisi” olarak
kullanıp bir kenara attıktan sonra, ellerini kana bulamadan sıyrılmayı
hesaplıyorlar ya bu işten... Bugün onların yürüdükleri yollardan, sizin 400 yıl
önce nasıl döndüğünüzü hatırlayın... Vaktiyle bir Ebusuud Efendi vardı mesela;
Osmanlı’nın en “parıltılı” çağlarının “kudertli şeyhülislamı!” Derdi ki;
“Sultana isyan edenler dinsizdir, öldürülmeleri helaldir, bu kutsal bir
savaştır!” Böylece katlettirdi 40 bin Türkmen’i...
Bir Mustafa Sabri Efendi vardı vaktiyle; “İngilizlerin, Fransızların, ve sair
devletlerin İstanbul’dan çekilip gitmelerini ancak Kemalistlerin idam ettiği
Türk aklı kabul edebilir...” diye tepindi kapı kulluğunu yapmak için
“haçlı”nın, hem de “din” adına... Farz edin “salganyoz mahallesinde bir
AKP’li!” işte!
Bir Ziaddin Efendi vardı vaktiyle; “ahlaksız” demişti Cumhuriyet’e; belliydi
fermanı: Yıkılması vacip!
Bir İskilipli Atıf Hoca vardı ki; “İkisi de bezdendir, Türk bayrağını kaldırıp
İngiliz bayrağı asarsanız ne olur?” derdi... Anadolu, hani şu Atilla İlhan’ın
dediği dip dalgasını fokur fokur kaynatırken derininde, doğrulmaya
hazırlanırken, o tuttu, tam da 12 Eylül gecesi kafamıza kazınmak istenen
haritayı yorumlayanlar gibi, “yaralandı” dedi Mustafa Kemal için;
“Korkacak bir şey kalmamıştı!”
Sonra mı? “Korktukları” geldi başlarına.
Kesilen başlarından kubbeler yapan zalimler ordusunun karşısına, bir mimari,
bir insani, bir askeri şaheser olan Cumhuriyet kalesini inşaa eden Türk
Milleti, Trabzon’un, Erzurum’un sokaklarında “Evet vermeyen kafirdir”
propagandası yapanlara pabuç bırakır sananlar varsa... Yanarım seleflerinin
sonlarından ibret almayışlarına...
Ona da “kafir”
demişlerdi
Saltanatın “Ulema”sı, Kuvayı Milliyecileri “kudurmuş haydutlar” ilan
etmişken, milletin imamını, müftüsünü, vaizini koluna takarak nasıl başardıysa
Mustafa Kemal biz de öyle başarabiliriz işte!
Hakimiyet-i Milliye, nasıl ilk sayısında (Ocak 1920) “Pazarcık Müftüsü Veli”nin
feryadıyla başlattıysa Milli Mücadele’yi, nasıl Kuvayı Milliye ateşi bir imamın
dudaklarının arasından ulaştıysa Anadolu insanının inanç dünyasına, bizim
-sindirilmek istenen milli kalelerinin basının- satırlarımız da işte öyle
ulaşabilir o insanlara...
O “dinsiz, kafir, zındık...” Mustafa Kemal nasıl çıktıysa Balıkesir’de Zagnos
Paşa Camii’nin minberine; kocaman bir yıl var önümüzde... İşte öyle
çıkabilir, sanki sınırdışı edilircesine “sahiller”e mahkum edilmek istenen
Kemal Kılıçdaroğlu da, işte öyle çıkabilir Devlet Bahçeli de... Nasıl Balıkesir
Hutbesi’nde “Efendiler! Camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak
için yapılmamıştır (...) Millî emeller, millî irade yalnız bir şahsın
düşünmesinden değil, millet fertlerinin tamamının arzularının, emellerinin
bileşkesinden ibarettir” diyerek, “Cumhuriyet’i kurmayı” ortak bir ülküye
dönüştürdüyse Mustafa Kemal ... Yine aynı yerde, Balıkesir’de; sahilde yani,
yani Ayvalık’ta, Yunan ordusuna karşı ilk direnişi başlatan, ilk kurşunu sıkan
Kel Ali’nin şehrinde “Cumhuriyet’i korumayı ve kollamayı” ortak bir ülküye
dönüştürebilir muhalefet partileri de...
Bidon kafalılar her
zaman olur...
Vaktiyle ne beyler, ne paşalar, ne ağalar, ne sultanlar geldi geçti
buralardan... Açın bakın Osmanlı Mühimme defterlerini... “Saray”lıların “gizli
imha” emirleriyle “hırsızluk ve haramilik eyledüler deyu iddia eyleyüb
haklarından gelinen” kimbilir ne çok Türk’ün trajedisi çıkar karşınıza...
Cumhuriyet’in işte o “haramiler”in omuzlarında yükseldiğini unutmayın
asla... Ege’nin ve Akdeniz’in, Toroslar’ın ve Kaz Dağları’nın o “haramiler”in
mayasıyla yoğrulduğunu da! Alerjilerinin Ege ve Akdeniz’in kumuna, güneşine
değil; işte o mayaya olduğunu da!
Unutmayın, 1918’de İstanbul’da yayınlanan 200’den fazla gazete ve dergi işgalin
devamını savunuyordu... İngiliz mandası evlaydı... Alemdar gazetesine
göre Kurtuluş Savaşı önderleri “serseri” ve “çete reisi”ydi mesela... Ve
bunlara inananlar, Kubilay’ın başını alan “bidon kafa”lılar yok muydu? Göbeğini
kaşıyan adamlar... Cahil cühela... Sırtının sıvazlanmasını milletin bekaasından
önde tutan asalaklar yok muydu?
Doğru, referandum yeni bir kazığıdır Cumhuriyet’e “göbeğini kaşıyan ve bidon ve
hatta düdüklü tencere kafalı o adam”ın... Ama Yakup Kadri’nin dediği gibi;
“Türk münevveri sebebi sensin! Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin.
Bir kafası vardı, aydınlatamadın. Bir vücudu vardı, besleyemedin. Onu,
behimiyetin, cehlin ve yoksulluğun ve kıtlığın eline bıraktın. O, katı
toprakla, kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti. (...) Sana ıstırap
veren şey, senin kendi eserindir...”
Mustafa Kemal, bir yabani ota döndürülmüş kitleleri, hem de arkasında “yüzde
42’lik” bir güç yokken, hem de kaçak göçek haldeyken nasıl Kuvayı Milliye’ye
dahil edebildiyse, nasıl onları “cumhuriyet nesli”ne dönüştürdüyse, sen de
aynısını başarabilirsin!
Mustafa Kemal gibi yapabilirsin, Alemdar’ın manşetine çıkmak için takla atmak
yerine, İradeyi Milliye’yle anlatabilirsin derdini... Mustafa Kemal gibi
yapabilirsin, Peyam-ı Sabah’a yaranmaya kalkışmak yerine, Hakimiyeti Milliye’ye
omuz verebilirsin... Önce kendi maskeni çıkarabilir ve sonra köy köy, kapı
kapı, ev ev gezerek Anadolu insanının kafasına geçirilen mankurt maskelerini
söküp atabilirsin...
Kırılma noktası Türklük
şuurunda
Kırılma noktası, Anadolu insanının kafasına o maskenin takıldığı, gözüne
milin çekildiği, aklına hatta vicdanına; kimi yerde bulguru-nohutu, kimi yerde
şeyhi-şıhı, kimi yerde ağayı-beyi kullanarak takılan prangadır çünkü! Kırılma
noktası CHP’nin veya MHP’nin tabanındaki kayma değil, Cumhuriyet’in kurucu
fikri olan Türk Milliyetçiliği’ni Anadolu’nun göbeğinden kaydırma anıdır...
Haliyle onarılması gereken o temeldir önce... 2011’de kadar, önümüzdeki bir
yılda yoğrulması, mayalanması gereken Türklük hamurudur...
1922’de bütün dünya nasıl “Sonu gelmiş gibi duran bu ülkenin, üstelik
yapayalnız kaldığı bir anda, en yüksek düzeyde bir örgütlenme yeteneği ve
doludizgin bir coşku sergilemesini” hayretle izlemeye mahkum olduysa... Sen,
ben, o hepimiz birlikte, sonu gelmiş gibi duran bir millet şuurunu, üstelik her
bir taraftan kuşatılmış olduğu halde yeniden enjekte edebiliriz damarına bu
milletin!. Atatürk’ün yaptığını yapabilir ve “Türk olmayı” suç
kapsamından çıkarabiliriz!
Cumhurbaşkanı’nın “Ülkem için yeni bir dönem başlıyor” diyor... Alman Die Welt
gazetesi, yeni döneme rıza gösterirsek eğer neyi kaybedeceğimizi ilan etti:
“Türkiye referandumla Mustafa Kemal Atatürk’ün mirasını geriye itti.” Madem bir
miras kavgası başlattı iktidar... O zaman Türk Milleti’ne, Türk
Milliyetçilerine, Türk Milliyetçileri’nin siyasi, fikri temsilcilerine düşen
bellidir; Miraslarına namusları gibi sahip çıkacaklar!.. “Türklüğü” 400 yıllık
sinsi bir mezhep tezgahıyla, etnik tuzakla Anadolu’dan sürgün etmek
isteyenlerin oyununu bozacaklar... Yüzde 42 referandumun kazanılmasına yetmez
ama öyle her kafasına esenin Türkiye’yi dönüştürmesine izin vermeyecek kalkan
olmaya yeter! Çünkü Atatürk’ün en büyük mirası, Şeyh Sait’ten de, İskilipli’den
de, Anzavur’dan da onların nifak tohumlarından yetişmelerden de daha güçlü olan
ve vakti geldiğinde yüzde 42’lik tokadı atmasını bilen Türk neslidir
Türkiye’ye!
Arşiv