Cemil Meriç
Vâhâ dediler. Gözlerinde çöllerin kumu diken dikendi. Gönlü ve dudakları da çatlamıştı. Asâsı çoktan kırılmış, abası çoktan yırtılmış, tabanları çoktan yarılmıştı. Önce yıldızlar sönmüştü, sonra güneş ve çöldeydi. Vâhâ dediler. Ne vâhâsı? Vâhâda serabın cazibesi bile yoktu. Rüyası güzeldi suyun, kendisi değil. Bu, göğsünde yıldızların uyuduğu bir pınar değildi ki, terdi, gözyaşıydı, sidikti. Veyl, veyl seraba inanmayanlara! Zâhit asırlarca diz çöktüğü mabette Tanrı’yı bulamadı. Demek boştu mabet. Her heykelin göğsünde bir kalp çarpmaz. Göğsünde kalp çarpmayan heykel mumya kadar soğuktur. Tutunduğu bütün dallar koptu Tantal’ın. Ve meyveler avuçlarında izmaritleşti. Kayayı tepeye çıkaran Zifis ne bahtiyar! Oyunun kaidesi bu. Senin zirvelere kanatlandıracağın bir kaya bile yok. Boşsun. Yılların kemirdiği bir kafatası kadar boş. İçinden ne çıkar diyordun, geceler ebedî. Ama alevli dudaklar var. İçinden, hayat soğuk diyordun. Evet, hayat soğuk! Soğuyan sensin belki de… Kerem için her dişi bir Aslı değildir. Auguste Comte için Clotilde’den başka kadın yoktu. Neden? Yarımdılar. Ve Atman ikiye bölündü. Yarısı Leyla oldu Atman’ın, yarısı Mecnun. Tendeki yangını bir şişe sıvı kömüre çevirebiliyor. Tendeki ve ruhtaki yangını. Hayır. … Maddenin zamana meydan okuyan huzuru, madenin ve maddenin kahkahalarla gülmekten, sefaletimize, hamakatimize kahkahalarla gülmekten kaskatı kesilen çehresi. Kayalar ezelden beri denizi dinler ve bütün canlılar salaş tiyatrosundan defolup gittikleri zaman kayalar yine denizi dinleyecek.ölüm bile istemiyor seni. Postacı kapını çaldığı zaman evde yoktun. Acaba postacı mıydı kapıyı çalan. Hangi postacı? Beklediğin mektup kaldı mı? … Bir şair intihar etmek isteyen bir kadına dur diyordu, daha senin için bir şiir bile yazılmadı. Zavallı Nedim! Damdan düştü. Nedim’in divanında kadına dair tek mısra yok. Bir mektup var yalnız, bir hezimetin itirafı.
…
Garip bir gece bu. Ne sâki gitti, ne meclis dağıldı. Sadece kitaplar secdeye kapandı. Ve bazı vehimlere güle güle dedim. Ağlayarak güle güle dedim. Garip bir gece bu, ve üç beş saatlik bir güle güle. Sülamit Süleymen’ı sevmiyordu. Ne başına taç arıyordu Sülamit, ne ayaklarına halhal. Dufour ilk kerhaneyi Süleyman açtı diyor. İnsan eti para ile satıldığı gün köpek leşi kadar haysiyetsizleşiyor. Neden? İnsan eti daima para ile satıldı. İzdivaç da bir alım satım muamelesi değil mi? İnsan ya Tanrı olmalı ya goril. Sen hiçbir zaman goril olamadın. Orta mektepteyken lâkabın orangutan’dı. Sen kim orangutan kim! Vâhâdan çakallar su içmeyecek. Vâhâya bedeviler işemeyecek. Hurma ağaçları gölgeleyecek kıyılarını. Dua et ki bu vâhâya rastlamayasın. Samson’un kuvveti saçlarındaydı, seninki mahrumiyetlerinde. Demek susamamışsın.
Beğenmezsen çıkar gidersin diyor şair. Nereye? Neyi beğenmezsen? Sanat bir “ruh geçişmesidir”. Dev karısı bulut olur, sanat adamı kelime… biterek ölmek güzel şey. Başlamadan ölmek korkunç. Neye başlamadan? Absürde susamamak, özlememek, beğenememek. Ben ezelden beri susuzum. Kitaba susuzum, kadına susuzum, insana susuzum. Bedbaht bir petrol lambasının en karanlık geceyi yıldızlaştıran ışığı. Petrol lambası alev alev yandıktan sonra sönebilir. Ama hiç yanmadan küflenen, kırılan ve atılan bir petrol lambası olmak. Teller yerli yerinde. Bir tanesi biraz gerilmiş. Hayır dostum kopan tel yok. Senin tellerin daima gergin değil mi? İki gölgenin birbirine dokunuşu. Istırap ya kelimede ebedileşir ya sükutta. Yorgunsun ve sarhoşsun. Mavi sakalın kırkıncı odasını zorlamana lüzum yok. Mumyalarla yatağa girebilmek hacalet değil, şeref. Köpeklerle kemik yalayamayacağın için Tanrılara yumruk sallamak çılgınlık. Usancı, uykusuzluğu, utancı bir yumak ipek yapmak, sonra o yumakla nakışlar işlemek sayfalara, niçin?
KENNEDY’NİN ÖLÜMÜ
Koridorda bekleyen talebeler. Ve yıllardır kafama bir tokmak gibi inen iki kelime; sınıf yok. Gidişler, gelişler. Fuzuli anfisi… Ve yarım saat sonra hakkı olmayan bir koltuktan hakaretle kovulan insanların utancı içinde sığınacak yer aramak.kâbuslardaki, masallardaki hava.
İtisaf kompleksi. Boyuna tekmelenen köpeğin ürkekliği, isteksizliği, insandan kaçışı. Bu duygunun boğazıma sarıldığı, boğazımı tıkadığı anlar var. Ama zaman zaman ve şakaya benzeyen bir tasallut. Sonra şuurun ışığı alaca karanlıktaki bir hayaleti andıran bu ürkekliği yok ediveriyor. Hayat bu. Veremeyeceksin, kitabın basılmayacak, yani bahtiyar bir ağaç gibi dallarını göğe uzatamayacak, meyvelerle donanamayacaksın her mevsim. Her ağaç meyve verir mi?
Dünyamız ne kadar küçük. Mücessem bir küre. Ve bakışlarımız bir avuç içi kadar yeri kucaklayabiliyor. Lise, şuuru gölgelerle donatır. Kafatasının içinde aylarca hora teptikten sonra iz bırakmadan kaybolan yüzlerce çehre.
Bir özel isim kervanı. Eti yok, iskeleti yok. İsim ve rakam. Üniversite de öyle. İnsanlar gerçeği görmesin diye önlerine oyuncaklar sürülür. Saint-Simon’lar nerede okutulur acaba? Comte daha az yaşıyor, daha az tehlikeli, daha konformist. İyi işlenmiş bir mücevher kutusu. İçinde mücevher yok. Kaldı ki Comte’un üzerine eğilen de yok.
Kennedy’nin kellesine sıkılan kurşun akl-ı selimin, akl-ı selimlerin avizesini de parçaladı. Karışıklık, mağara insanının insiyakları için tam bir kültür ortamıdır. Homo sapişensin ne kadar az sapiens olduğu böyle zamanlarda anlaşılır. Ahmağın Amerikalısı, İngilizi, Türkü olmaz. Dreyfus davasını okurken sık sık şaşırmıştım. Bu ahmak, bu şerir, bu köstebek kafalı insanlar Jarues’in, Anatole France’ın soyundan mıydı? Hindi besler gibi kinleri palazlandıran madrabazlara gün doğdu.