Cazim GÜRBÜZ, YENİÇAĞ, 04.01.2011
“Şiir bizimle hayat
arasında bir bağ kurduğu vakit, bizim için var olmaya başlıyor.” der Mehmet
Kaplan. Peki şiir bizimle hayat arasında nasıl bağ kurar? Şöyle: O şiir ki,
bizim diyemediklerimizi, sanatsal bir biçimde, biz demiş gibi diyorsa; bizimle
hayat arasındaki bağları kurmuş demektir. O şiir ki şairin özel üzgülerini
yansıtır, o şiir ki anlaşılmazlık temelinde kurgulanmıştır (bununla şiirin
imgesiz, simgesiz, eğretilemesiz, kendini kolay ele veren avamî ifadelerle
yazılmasını kastetmiyorum), onun hayatla bağı, pamuk ipliğine bağlıdır ya da
kopuktur.
Ulusal Kanal’da Mesut Mertcan’ın okuduğu şiir klipleriyle, Aydınlık’ta her
hafta yeni ve güncel bir şiiriyle çıkıyor karşımıza Hüseyin Haydar. “Şiir
ölüyor mu?” diye sorulan, kaygılanılan bir dönemde, şiire hayat veriyor, şiirle
hayat arasında sağlam bağlar kuruyor.
Mecbur
doğdum. Kuma serili sert bir döşekte,
Hurmaların yüzüne renk
düştüğü ışıkta,
Doğduğum gece boğdum
nefsimi, ilahi beşikte.
Allahı gördüm Abdullah’ı
görmedim. Amine hayaldedir.
On yaşımda karıştı uykuma Babil ve gök burçları,
Ne haldedir şimdi Yemenin
yetimleri açları?
On iki yaşımda uzaklardaki Bahiraya gittim ve din,
Dinlenmedim bir an bile,
yoksullara yetişmek için.
Bir gecede geçtim Cebeli,
Endülüs ve Sevilla ve din,
Dinmedi ağrım ne Mekkede, ne Medine’de...
Yürüdükçe arttı beynime yürüyen kan ve kelam ve din,
Dingindi çöl, dingindi döl ve dingindi kervan...
Safa tepesine çıkıp haykırdım Mekke’nin boş kafasına:
Ayağa kalk! Ey örtüsüne bürünmüş temiz halk!
Aşkın reddinden başka varlık kalmamış burada ve din,
Dinledim göğün inleyişini, yerin dillenişini,
Ayaklarımın altına seyirtti Hıra. Dudaklarım hararette.
İkra bismi rabbiküm! Okudum isyanın ateşiyle.
Ağırdır emanetim, çekemezsin! Üç yüz deve yükü kadar.
İkra bismi rabbiküm! Okudum ölünün nefesiyle.
Dil döndükçe yıkıldı zulüm, doldurdu hendeği külüm.
İkra bismi rabbiküm! Okudum karıncanın sesiyle.
Okudukça yayıldı kıtaların
damarlarında gıda,
Okudukça açıldı gözleri
uyutulan çocukların...
Allah nurdandı. İnsan
çamurdandı. Kâbe taştandı.
Ama siz altına büründünüz, secde ettiniz uygar putlara,
Tanrıya teslim olduk, dediniz de alçaklara eğildiniz,
Salya sülük bezirgâna
kandınız, yandınız!
Onun dostu puştandır, kurusu yaştandır, yüreği haçtandır:
Boynunda hurma lifinden
bükülmüş kement,
Amerika’ya kadar gider de
Erzurum’a gidemez, neden?
Teksaslı çavuşa güvenir de Mehmetçiğe güvenmez?
Birden gürledi Asyanın en
büyük oğlu Muhammet Mehmet:
Zalime uşaklık eden, zalimden dilesin medet!
Hüseyin Haydar’ın Doğu Tabletleri’nin
kırkıncısıdır yukarıdaki şiir. Nice naatlar okumuşumdur, nice mevlidler
dinlemişimdir. Nice hocalar, nice sakalı şeriflere baktırtmış, “buyurun aşk
ile” komutu ile nice salavatlar getirtmişlerdir bana. Ne ki, yukarıdaki şiir
kadar derinden etkileyememişlerdir.
Sen bu dinin hayırlı oğlusun sosyalist Hüseyin Haydar. Muhammed-ül emin gibi
emin bir adamsın. Kırkıncı tabletten habersiz, sekiz yıldızlı, Mekke manzaralı
otellerde umre yapanlar, ziyandadırlar fena halde. “Büyük Doğu”dan “Büyük
Ortadoğu”ya sıçrayanları görmezlikten gelen şiir özürlü zamane vaizleriyse,
kırk kapıya kul olmak yerine, senin bu kırkıncı tabletini kırk kez okuyarak
tövbe edebilirler ancak.