VARLIĞIN TEMELLERİ ÜZERİNE TEZLER...1...

Özgür DENİZ - 18.04.2011

Hissederek ve bizzat olabildiğince karmaşasında yaşadığımız hayatta, felsefe yapmak ve din dairesinin dışında bulunmak insanlara cazip gelmektedir. Din dairesinde bulunanlar, sıradan, basit, alışılmış karakterler olarak algılanmaktadır. Tıpkı dinin kitabının da, aynı algıyla, gereğince okunmaması ve üzerinde tefekkür edilmemesi gibi. Ama hakikatte, bu sonuç, kahpece bir planın ürünüdür. Hem de evrensel bir planın. Bu yüzden, din dairesinde bulunsanız bile diğer dairelerden esintiler sunmanızda, sizi aynı şekilde, tamamen dışarıda bulunanlar kadar olmasa da, farklı kılmaktadır. Hülasa, din semtine mesafenizin uzaklığı kadar alaka görmektesiniz, dine karşı iyice soğutulmuş toplum nezdinde. Bu yüzden, her zaman, insanlara, dışarıda ki insanlar çekici gelmiştir. Bir de, zevahirde az olmaları ve isyanda sınır tanımamaları, bu çekiciliği kuvvetlendirmiştir. Bu durum, bilinçli şekilde, zımnen aşılanmış aşağılık kompleksinin muazzam neticesidir. Toplum, bu nevinden insanlar karşısında büyülenmiş gibi durmaktadır. Kafaları karıştırmak para ediyor! Çok şey söyleyip ama hiçbir şey söylememek ya da illa belirsiz bir laf etmek bilinçsizlikle birleşince, göklere çıkarılıyor. Hani bazıları, bazen kendini bişey sanıp, üst perdeden ve çok büyük(!) filozoflardan iktibaslarla döktürüyor ya ve abuk sabuk konuşuyor ya, illa birileri nezdinde şirin görünmek ve bu adam gerçekten filozof olmuş abi dedirtmek için, işte o misal. Yani ben, niye senin boğuk felsefen içinde boğulayım? Yine felsefe yap ama daha sarih ifadeler kullan, daha net şeyler söyle diyen yok hiç. Hayır, illa büyük(!) şeyler söyleyecek ve büyüksün abi olacak! Kardeşim ben ömrümü senin büyük laflarının(!) şifrelerini çözmekle mi geçirecem? Ömür, bunun için mi bahşedildi bana? Ama burada ince bir oyun vardır: büyük(!) ve belirsiz laf etsin ki, kafalar karışsın ve insanlar o lafı çözmeye uğraşırken, asıl yapması gereken şeyden uzaklaşıp gitsin hatta saf hakikate karşı da şüpheyle bakar duruma gelsin. Bakınız bir filozof ne diyor: ‘’benim, filozofların anlattığı Tanrı’ya değil, peygamberlerin anlattığı Tanrı’ya ihtiyacım var.’’ Acaba bunu söylemesinin nedeni nedir? Şudur bence: ‘’Biz peygamberlerimizi kesin kanıtlarla gönderdik, insanlar arasında ADİL BİR DÜZEN kurulsun diye. Onlarla birlikte kitabı ve ölçüyü indirdik.’’ Hadid-25. Evet mutlak kesinlikte bir kanıtla gelmiş peygamberler varken, bunca belirsizliğin mahkûmu olmak ve o belirsizlikte kaybolup gitmek, bir ömrü heba etmek ve üstelik gönülden aradığına da kavuşamamak gerçekten akıllılık mıdır? İşte peygamberlere iman ve sonsuz güven, bitmeyen sadakat, kıyamete kadar sürecek bağlılık ve mutlak sevgi bu yüzdendir. Çünkü Onlar, asla kendi nefisleri ile konuşmazlar, insanları kendi hırsları için kullanmazlar, insanları aldatmazlar. Onların getirdiklerinde ve söylediklerinde, hatta yaşadıklarında insanların hayrına olmayan zerre kadar bir şeyi kimse gösteremez ve badema da göstermesi muhaldir.

 

Bu meyanda yabancı kitaplardan iktibaslar da bir şey sanılıyor. İşin içine kompleks giriyor. Bak ya, adam büyük adam, kimleri okumuş oluyor! Bunu gerçekten günlük hayatta yaşıyoruz. Oysa bunlar bir hiç, basit şeyler. Yani asla çok okumak değer ifade etmez, yabancıların kitaplarını yutmak seni mutlaka insan kılacak diye bir şey yoktur. Bir değer ifade eden şey; okuduklarını idrak edebilmek, düşünce süzgecinden geçirip tahlil edebilmektir ve bütün bunları bir hedef yönünde ve kendi köklerin üzerinde yapabilmektir hatta yaşama dönüştürmektir. Hem, hiçbir kimse, yabancıları okuduğu için daha kaliteli insan olmuyor. Var mı böyle bir şey sahiden? Bilakis daha da çaptan düşüyor, değersizleşiyor kahir ekseriyetle. Çünkü yabancıları okuya okuya, kendine ve toplumuna yabancılaşıyor. Zira hayatın içindeyiz. Huxley ne diyordu: ‘’hayatın gerçek amacı bilgi değil eylemdir.’’ Keza Heraklit’in de dediği gibi: ‘’öğrenmek başka, anlamak çok daha başkadır.’’ Esas sıkıntı da buradadır. İnsanlar sadece öğreniyorlar asla anlamıyorlar, anlamayınca da hissiyatları tesirsiz kalıyor ve kuru mantıkçılığın kurbanı oluyorlar, nihayetinde de eylemsellikten uzak duruyorlar. Eylem olmayınca da hiçbir şey olmuyor. Zira yaratımın köküdür eylem. Yani bilinenler, beyinden kalbe inmedikleri müddetçe boştur, anlamsızdır ve sonuçsuzdur. Çünkü ancak kalbe inen bilgiler eyleme dönüşürler.

 

                ‘’İman ettik demekle kurtulacağınızı mı zannediyorsunuz.’’ İlahımız (azze ve celle).

 

                ‘’İman amel ister.’’ Önderimiz (sav).

 

                Bizlerde, çok konuşmak var ama yaşamak yok. Laf bol ama yaşam az. Bir kurtuluş istiyoruz ama samimi olmayı beceremiyoruz. Kurtuluşun kaynağına yönelemiyoruz, kaynağı bulunca da derinliğine inemiyoruz. Korkuyoruz. Kaçıyoruz. Kendi kaynaklarımızı hor ve hakir görüyoruz, terk ediyoruz. Yabancı kaynaklara sığınıyoruz ama orada da kendimizi kaybediyoruz ve böylece tükenip gidiyoruz. Fakat sürekli kurtuluş istemeyi de ihmal etmeyerek muazzam bir sahtekârlık örneği sergiliyoruz. Kendi kaynaklarımızdan beslenenleri kınıyor, küçümsüyoruz, basite alıyor ve öteliyoruz ama yabancı kaynaklardan beslenmiş olanları gözümüzde büyütüyor, övüyor, üstün nitelikler vehmediyor ve beriliyoruz. Aslında bizim tarihimiz, birazda bundan ibaret. Yabancı karşısında ki aşağılık kompleksi. Şahıs olarak, toplum olarak, devlet olarak ve eserler olarak. Ve bu trajik durum, kendini tanımamaktan doğan, rezil ve sefil bir telakkinin neticesidir.

 

                Oysa bir Karl Marks’ı, bir Sartre’ı, bir Niçe’yi, bir Albert Camus’u ve güya dünya klasikleri olarak adlandırılan romanları okumak zorunda mıyız ve okuyunca göklere mi uçuyoruz? Başka biri mi oluyoruz? Hemen üstün yeteneklerle mi teçhiz oluveriyoruz? Dünyanın en mesut ve bahtiyar adamı biz mi oluyoruz? Allame-i cihan mı sayılıyoruz? Okumadığımızda da aptal, şapşal ve zırcahil mi oluruz? Eksik mi kalıyoruz? Hayattan anlamayan zavallılar mı oluyoruz? Yani ne oluyor Allah aşkına? Bugüne kadar bu ülkeye egemen olanlar kimlerdi sahi? Kimleri okumuştu bu egemenler? Medyaya hâkim olan zümre, zihniyet olarak, kimin çocuklarıdır? Bu topluma kimleri empoze etmişlerdir biteviye? Peki, insanımızın, milletimizin, devletimizin hali pür melali nasıldır? Bu tür şeyler bizlerin zavallılığımızın en keskin hüccetidir haddizatında. Söylediğimiz gibi, bunları okuyan birini gördük mü hayret ediyoruz, onları çok bilen olarak tavsif ediyoruz, her söylediklerinde bir hikmet arıyoruz. Kendi özümüze yönelenleri ise kınıyoruz, sıradan olarak tavsif ediyoruz. Çünkü öyle aşılanmışız. Peki, bundan ne elde ediyoruz? Ve sonra da dünyamızı saran kötülüklerden el-aman çekiyoruz. Çok sahtekârız çok. Kolaycılığa kaçıyoruz. Gerçek çözüm yolunu görmezden geliyoruz. Çünkü o yol çok sıkıntılı ve zor bir yol. Ve biz zorluktan, sıkıntıdan kaçıyoruz. Daha doğrusu bedel ödemek istemiyoruz. Bedavaya meftunuz. Oysa bedelsiz ne verebilir ki hayat bize? Çok cahiliz. Gerçek cahilliğimizden bihaberiz. Ama başkalarını cehaletle damgalamaktan zerre utanç duymayız. Bizler gerçekten adalet, ahlak ve özgürlük meftunuyuz ve bu arayış içindeyiz ha! Külahıma anlatsanız külahım acıdan kıvranır be! Bu aşağılık bir riyakârlıktır bebeğim! Dürüst olacaz dürüst. Ben Marks’ı, Sartre’ı, Niçe’yi, Sophenaur’u vb. hayatımın hangi yönünde kullanacam Allah aşkına? Yani yersiz ve temelsiz isyan etmek, intihar etmek, delirmek için mi? Ya da kendime ve toplumuma yabancılaşmak, kendi değerlerimi red ve inkâr etmek için mi? Kendi tarihime küfretmek için mi? Oysa hayatımız çok kısa ve kullanmamız gereken bilgi çok az aslında. Ve bizim bu yolda ihtiyacımız olan her şey vallahi Kur’an da var. Sahi Önderimiz (sav)bize neyi bırakmıştı ve bunlara sımsıkı sarılırsanız yolunuzu şaşırmazsınız demişti? Sahi ‘’Kur’an ve Sünnet’’ değil miydi bıraktıkları? Ve biz niçin bu gün çürümenin eşiğindeyiz, niçin sefaletin şarkısını terennüm ediyoruz? Niçin ahlaksızlık ve adaletsizlik girdaplarında bir çıkış arıyoruz? Niçin insanlarımızın kardeşlik bağları kopma derecesinde? Bir düşünelim bakalım! E canım, bütün yabancı kitapları yuttuk, bütün klasikleri hatmettik, herhalde böyle olmamamız lazım değil mi? Ha bunları okumayalım mı? Elbette okuyalım ama mübalağa yapmayalım, sonsuz önem atfetmeyelim, bunların içinde boğulmayalım. Bu insanları ve eserlerini yüceltmeyelim. Bunlar yüzünden kendi köklerimize, kimliğimize küfretmeyelim. Toplumumuza yabancılaşmayalım. Kendi kitabımızı ötelemeyelim, kendi insanlarımızı hakir görmeyelim. E, hayır yani, söyleyin okuduk mu noluyor? Hayatımızın hangi evresinde bunları gerçekten işimize yarar şekilde kullanabiliyoruz? Hiçbir yönünde bence. Ki ben kullandığımı hatırladığım bir alan görmüyorum. Okumuş olmakla kalıyoruz. Ha, elbet, bakış açılarımıza etkide bulunuyorlar ama sadece o kadar. Şayet temelsizsek yolumuzu şaşırıyoruz. Buyurun başka bişey oluyorsa söyleyin. Haddizatında, hayatın olanca karmaşıklığı içinde bir basitlik gizli arkadaşlar. Ama biz orayı yakalamakta çok zorlanıyoruz ve kayboluyoruz.

 

                Ha bu okumalar neticesinde olan bişeyler yok mu? Var. Nedir? Sokaklarda bombalar patlıyor, bigünah insanlar katlediliyor. Kundakta ki bebekler delik deşik ediliyor, gaye önünde engel diyerek. Terör üretiliyor, toplumlar parçalanıyor. Fitne ve fesat tohumları ekmek kolaylaşıyor. İnsanlar birbirilerinin kurdu oluyorlar, cennetleri olacak yerde. Devletler zayıf düşüyor, küresel güçlerin ağına yakalanıyorlar. Özgürlükler gasp ediliyor. Adalet hayal oluyor. Kardeşlikler yerini düşmanlıklara bırakıyor. Babayla oğul, anayla kız birbirlerine uzak düşmeye başlıyorlar. Aileler yıkılıyor. Zulüm kasıp kavuruyor insanlığı. Kaynaklar yağmalanıyor. Sevgiler yok oluyor. Nefret, gönül otağımızı kasıp kavuruyor. Milliyetimize, dinimize ve tarihimize düşman nesiller haline geliyoruz. Atalarımıza saygısızlıkta sınır tanımıyoruz. Devlet ve ülke düşmanı oluyoruz. Evet, olmayan bişey yok ama olan çok şey var, tabi aklediyorsak ve idrak ediyorsak!

 

“Yol kesenler, Kur’an okuyup öğrenince, yol gösterici oldular” Muhammed İkbal

 

‘’Yol göstericiler, ideolojileri okuyup öğrenince, yol kesen oldular.’’

 

                Çok okuyanda her şeyi kendisinin bildiğini sanıyor. Başkalarını beğenmiyor. Üstten bakıyor. Okumuş ya güya bizim oğlan ya da kız, artık her şey ondan sorulur, tek danışma merci odur. Bu da hikâye. Şöyle ki; Önderimiz (sav) ne diyor? ‘’Allah, dinde dilediği kulunu ince anlayış sahibi kılar.’’ Demek bütün ilmi yutmak kar etmiyor, beyine kitap istiflemek para etmiyor. Tabi ince anlayış sahibi olmaya layık olmak için de, herhalde derin bir hassasiyete sahip olmak gerektir. Zira Allah çabalara göre ödül vermektedir. Sen gösterdiğin çaba kadarsın aslında. Tıpkı Allah’ın sana yakınlığı, senin Allah’a yakınlığına bağlı olduğu gibi. Hiçbir çaban yoksa sende bir hiçsindir hayatta. Bu kaide, hayatın acımasız kanunudur. Çünkü emeğin kadar ürün alırsın. Emeğin yoksa ürünsüz kalırsın. Bu kadar, sadece bu kadar. Öyleyse diğer insanları nakıs, kendini tamam görme hastalığına yakalanmamalısın. Kendini müstağni, başkasını muhtaç olarak görmemelisin. Zira hiçbirimiz ne müstağni olabiliriz, ne de tamamız diyebiliriz. İhtiyaç sahibiyiz, muhtacız, ihtiyaçlarımızı gidermek için çalışıyoruz ve sürekli kendimizi tamamlamaya, kâmil insanlar olmaya çabalıyoruz. Olay budur.

 

                ‘’Siz içinizdekini değiştirmeden, Allah sizin durumunuzu değiştirecek değildir.’’ Rad-11

 

                ‘’Nefsini arındırıp yücelten kurtuluşa erecek, onu alçaltan ise kaybedecektir.’’ Şems, 9-10

 

                Yani şimdi bu ayetler ne demek istiyor? Sana mutlak kurtuluş yolunu gösteriyor. Ve aslında olanca karmaşıklığın içinden yüce basitliği faş ediveriyor. Demek boğuntular içinde boğulmaya, belirsizlikler içinde debelenmeye gerek yok. Seni karanlığa götüren adamların izini sürmene lüzum yok. Yol belli, yordam belli. İlah belli, Önder belli, pusula belli. Tabi gönlün varsa! E, her şey dilde kolaydır, önemli olan, şeylerin gönülde olmasıdır. Dostlarım samimiyet, samimiyet, samimiyet. Ve sebepsiz sonuç olmaz. Ve sebepler halk edilmiş, binaenaleyh sebeplere sarılmak gerekiyor. Sen değiş ki, değiştirilesin. Sen arın ki, yücelesin ve kurtuluşa eresin. Sen değişmezsen ve sürekli suçlu ararsan gerçekten samimiyetsizsindir ve sahtekârsındır. Sen arınmıyorsan, kirlerinden temizlenmiyorsan, toplumsal kirlilikten şikâyetçi olman ancak samimiyetsizlik ve sahtekârlık olur bebeğim!

 

                Son tahlilde; beyin ve kalp uyum içinde olacak bebeğim! Gerisi boştur. Belki hoştur ama kesinlikle boştur.

 

                Bu girizgâhı niye yaptığımı, yazının gelişim süreci seyrinde anlayacaksınız inşaallah sevgili dostlarım. Yorulduk ve yorduk, affola. Zira ilk adımı atmak kolay değil. Geçelim meseleye!

Tarih: 18.04.2011 Okunma: 660

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?