VARLIĞIN TEMELLERİ ÜZERİNE TEZLER...8...

Özgür DENİZ - 11.05.2011

                                  

Mülk Allah’ındır kuşkusuz ama mülkü insan kullanır dedik. Hayır yani arkadaşım, başka kim kullanacak, buyur söyle. Mülk bir nesne ve onun öznesi insan, tabiatıyla ona etkide bulunacak varlıkta insan olacaktır. Mülk, insanın kendini oluşturmasına aracılık eder. Öyle değil mi yani? Allah kullanmayacak herhalde ama kullanılmasına müdahale eder tabiatıyla, mutlak öğüt ve uyarılarla. Burada, insan ve hayvan temelinde, şöyle bir misal verelim; hayvanların boyunları niçin yere doğrudur? Öyle değil mi? Şöyle baktığımız zaman, sanki bütün hayvanların boynu hep yere yönelik ve fazla da esnek değil, sanki gövdeyle bitişik gibi. İnsanların başı niçin göğe doğrudur ve olabildiğince esnektir? Hayvanların içlerine yerleştirilen içgüdü ile yeryüzünde serbestçe otlamaları sağlanmıştır? Ve hayvanlar bunu aracısız yaparlar. Yani direkt ve müdahalesiz olarak ihtiyaçlarını giderirler, istemeleri gerekmez ihtiyaçlarını ve bir mücadele vermeleri de gerekmez. Ortak kullanırlar doğayı. Bu özlerine dercedilmiştir. Aykırı davranma imkânları yoktur. Çatışma imkânları yoktur. Çünkü bilinçten, özgür çabadan, sahiplenmekten muaftırlar. Ama insan farklıdır. İnsan, özne olarak, benzerlerinden farklıdır. Her biri, bir diğerinden farklı karaktere sahiptir. Doğa herkes için ortaktır ama herkes-her birey-her özne bu doğaya kendi çabası, bilinci ile ve sahiplenmek amacıyla müdahalede-etkide bulunur. Ve istemeden alamazlar. Allah’tan istemek zorundadırlar. Yani bir aracı ile ihtiyaçlarını gidermek zorundadırlar. Elbet bu, fiili ve sözlü dua ile istemektir. Çünkü bağımsız değillerdir. Haddini aşıp bağımsız olduğunu iddia edenler yoldan çıkanlardır.

 

Hülasa, hayvanlar da, sahiplenme diye bir varoluş çabası yoktur. Çünkü insan da ki bireysellik özü hayvanlarda yoktur. Onlar toplu öze sahiptirler. Yani içgüdüleri ile ve sürü halinde hareket ederler ve topluca otlarlar. Bir nevi özsel ve önsel kolektivizm vardır. Tıpkı üreme konusunda da aynı şekilde hareket ettikleri gibi, yani karşı cinslerini ortaklaşa kullanırlar. Son tahlilde, hayvanlar tür genetiklerine göre, yani içgüdülerine göre, varlıklarını idame ettirirler bütün yönlerde; beslenme, barınma ve üreme gibi yönlerde.  Akıl, irade ve ihtiyardan muaftırlar hayvanlar. Mutlak itaate tabidirler. Ortak karaktere maliktirler. Ama insan hayvandan tamamıyla farklıdır. Farklı değildir diyen buyursun ispat etsin. Bu yüzden insanlarda da, hayvanlarda ki gibi bir durumun oluşması için çalışanlar boşa kürek çekmektedirler. Bu fıtrata sonsuz muhaliftir ve mugayirdir. Bunu zorlayanlar, insanı insanın kurdu olarak görenlerdir. İnsanı hayvan derekesine indirgeyenlerdir. Ve insan Batı nezdinde hayvandır. Batı, bir nevi hayvan medeniyetidir. Bütün filozoflar, kahir ekseriyetle, insanı hayvan olarak tavsif etmemişler midir ve hayatı da bu temelde algılamamışlar mıdır ve nihayetinde de insan insanın kurdudur gibi, insan olmaklığa münafi bir çıkarımda bulunmamışlar mıdır ve işte tam da bu yüzden dünya bir çatışma alanı değil midir ve Batı, biteviye, hak gücündür ve güçlünündür telakkisiyle, insanlığın kanını dökmekte ve emmekte değil midir? Hadi yüreğiniz yetiyorsa aksini iddia edin.

 

İşte bu yüzden, Allah doğayı yaratmış ve halk ettiği insana istifade etmesi için lütfetmiştir ve bütün mülkte doğada münderiçtir. Ve insan bu doğa üzerinde muayyen bir emek sarf ederek dünyalık elde eder. Yani bütün gövdesini işin içine katarak, kan-ter-yaş akıtarak kazanır ve kazandığının da sahibi olmak ister. Fakat insan da emanet bilinciyle kullanmalıdır mülkü. Böyle bir telakki içinde, insanın nefsen eğitilmesi gerekir. Evet, insan mülkün sahibi olamaz belki ama kullanıcısı olabilir. Ya da sahibiymiş gibi olabilir. Bu kesinlikle sarih ve sabit bir gerçekliktir. Ama mülkü toplum yararına kullanmak zorundadır. Kafasına göre kullanamaz. Çünkü insan değersiz değildir ve müşrik olamaz, yalancı değildir kâfirleşip hakikati örtemez. Ya da cimri, bencil, stokçu, faizci, müsrif vb. olamaz. Şeytan değildir, çünkü bunlar şeytan işi pisliklerdir. Bunları yapıyorsa da, insan sayılamaz. Yahut bütün mülkü tekeline alıp, diğer insanlar üzerinde, bu yolla egemenlik kuramaz. Hakeza mutlak mülksüzlüğe de meyledemez; zaten bu, varoşluna münafidir, insan olmaklığına mugayirdir. Zira bu miskinliği ve ataleti tevlit eder, kesin köleliğin de sebebidir. Mala el koymanın kölelikten farkı nedir Allah aşkına? Bu bir cinayettir. Yani özgür olarak doğduğum âlemde, mevcudiyeti tavassutu ile varlığımı ispat ettiğim ve yaşamımı idame ettirdiğim bir şeyi, niçin mutlak olarak devlete devredip köleleşeyim ve insani yetilerimi öldüreyim? Ya da niçin birilerinin tekeline almasına izin verip, onların benim kaderimi tayin etmelerine ve beni köle gibi kullanmalarına imkân tanıyayım? Bunun mantıksal izahını kim yapabilir? Son tahlilde; İnsan=İslam’dır, kim ne derse desin boştur. Vallahi de, billahi de, tallahi de boş hem de bomboştur. Bu durum, akılları ıskat edercesine yüce bir geçekliktir. Saf ve berrak bir hakikattir. Aksini iddia eden, çürük ve temelsiz iddiasını sonsuza kadar ispat edemeyecektir. Kendi kendine gelin güvey olacaktır, o kadar!

                            

 

MÜSLÜMAN-TÜRK MİLLETİ

 

                BİR: Evet, bütün insanlar kavimler halinde yaratılmıştır. Birbirlerini tanısınlar diye. Bu gerçek mi? Şüphemiz yok. Kesin kanıtta var, manzarada malumdur. Geldiğimiz süreçte, her kavmin, üzerinde yaşadığı ve vatan eylediği coğrafyada var mıdır? Tabiatıyla. Her kavmin fertleri, kendi kavmi için çalışabilir. Her kavim, kendi vatanında, kendi değerlerine uygun devletini kurabilir. Fertlerini, kendi kadim değerleri temelinde yetiştirebilir. Fertlerini kendi kök değerleri ekseninde eğitebilir. Her fert, kendi kavminin, dünya hâkimiyeti mücadelesine yürekten katılabilir. Ama üstünlük takvadadır. Üstün ahlak ilkelerine intisap eden milletler üstündürler. Üstün ahlak ilkelerini çiğneyen kavimler, peyderpey çürümüşler ve nihayetinde de helak olmuşlardır, tarih buna şahittir. Tıpkı ahlaklı olan ferdin, toplum nezdinde daha muteber kabul edilmesi gibidir bu durum. Ahlaksızlığa düçar olan bir fert, daima, toplum nazarında kerih görülmüştür. Bu yüzden bir fert, kendi kavminin, üstün ahlakın taşıyıcısı olmasını ve bu minvalde insanlığa hükmeden olmasını elbette isteyebilir. Bu doğaldır. Ama bu ilk evvelde, kendisinin, üstün ahlakın taşıyıcısı olmasına bağlıdır. Malum, toplumlar, bir yerde fertlerin aynasıdırlar ve toplumları meydana getiren fertlerdir. Ki kim istemez, kavminin kök değerlerle teçhiz olmasını ve böylece insanlığa, Allah’ın emreylediği şekilde nizamat vermesini? Zaten dünya üzerinde verilen mücadelede bu değil midir? Kimisi şeytanın izinde gider, kimisi de Allah’ın gösterdiği doğru yol üzerinde gider. Müşrikler, şeytanın izinde, dünyayı elde etmeye çalışırlar; Muvahhitler ise, Allah’ın emri istikametinde, İlahi Nizamı hâkim kılmaya gayret ederler. Doğu, hatalarıyla-günahlarıyla Muvahhit kanadı; Batı ise, her şeyiyle Müşrik kanadı temsil eder. Bu yüzden Batı sürekli maddeye-bedene önem verir. Maddesiz yaşayamayacağını sanır, görünüş, ihtişam, debdebe çok önemlidir, Batı için. Bu yüzden milletlerin kaynaklarını sömürür. Her türlü ahlaksız yolu kullanır. Sürekli ilerlemecilik düşüncesini zerk eder insanlarına ve insanlara. Hayvan gibi yaşar, sürekli saldırır ve parçalar ayakta kalmak ve daha fazlasına sahip olmak için. Çünkü sonsuzluğa inanmaz. Doğu ise, insandır, insan gibi yaşar ve insanlığı da yaşatmak için mücadele eder ve tabi hatalardan-günahlardan da arınmış değildir.

 

                İKİ: çoktandır dile getirmek istediğim amma hep unuttuğum, şöyle bir yanlış durum var: şimdi, Türk kavmine mensup bir kişi, tuzağına düştüğü ideoloji yüzünden kendi kavminden nefret eder hale gelebiliyor. Ama gidiyor, elin Rus’una, Fransız’ına, Yahudi’sine, Amerikalı’sına neredeyse tapınıyor. Yani bu nasıl bir bozulmadır ki; kendi milletini hor gören bir insan kardeşimiz, başkalarının önünde adeta diz çöküyor. Oturuyorsun, konuşuyorsun, adam bir açılıyor, pir açılıyor; kendi milletini yerden yere vuruyor, gidiyor başka milletleri sitayişe boğuyor. Rus’un romanından, Fransız’ın kibarlığından, Yahudi’nin biliminden dem vuruyor ve kendisini yerin dibine sokuyor, ardından da hezeyanlar geliyor. Yani bu söylenenlerin iler tutar yanı var mıdır? Aslı astarı var mıdır? Sen kendini bilmiyorsan, sen kendine yabancılaşmışsan, sen tarihine, kültürüne, edebiyatına, müziğine körsen suç milletinin mi? Eksiklik milletinde mi? Azcık dönüp kendine baksan kötü mü edersin? Bu nasıl bir ruh halidir Allah aşkına? Ya kardeşim, bir insan milletinde ki kusurları tenkit edebilir, milletinde ki eksikliklerden şikâyet edebilir amma nefret etmek nasıl doğal bir davranışmış gibi görülebilir? Senin içinde ki şerefsiz ajanlar seni aldatmışsa, sana gerçeği tersyüz ederek sunmuşsa ve yanılgılar içindeysen ne olacak? Ki gerçekte budur zaten. Zira sende ne romanlar olduğunu bilmiyorsan, sende ki kibarlıktan bihabersen, sen de ki müziğe sağırsan, bilimin temellerini ecdadının attığını bilmeyecek kadar cahilsen, milletinin suçu ne? Önce bir öğrenme gayretine girip, namusluca bir araştırma yapıp sonra konuşamaz mısın? Yo dert başka! Derinlerde kin var. Nasıl bir kinse? Hangi kaynaklardan doğup, gelip, fışkıyorsa bilemiyoruz! İşte Darvinizmle zehirlenmiş gençliğimizin ruh hali budur maatteessüf! Aynı şey Araplar içinde geçerlidir. Adam Araplara öyle kin kusuyor ki, onları tıpkı, insanlığı çürüten, yalanın büyük üstadı olan, sefil mikrop siyonist gibi hayvanlıkla tavsif ediyor. Utanç verici bir müptezellik. İşte insanda, burada durup bir düşünüyor ve kinin temel kaynağının dinsizlikte olduğunu görüyor. Dine olan kinini kavimlere yansıtıyor. Bu kinin dini de Darvinizm’dir maalesef. Aynı şey din ile ideolojiler içinde geçerlidir. Şöyle ki; adam inandığı ideoloji ne derse, yalan yanlış fark etmiyor, hemen inanıyor, sorgulamıyor. Dini ise peşinen reddediyor, doğru mu yanlış mı diye düşünmüyor, sorgulama zahmetine girmiyor; çünkü korkuyor, kabul edebileceğinden korkuyor. Zira din insanı asla zorlamaz, kendini spontane kabul ettirir, zira saf hakikattir. Yeter ki yüreğiniz temiz olsun. İdeolojiler ise dolambaçlı yollardan yanaşır insana tuzak kurar, yalanlar ve maskelerle kendi sunar, yani metazori olarak kabullendirmeye çalışır kendisini. Adam, Allah’ın dinini kabule yanaşmıyor; gidiyor türlü kifayetsizliklerle malul beşerin, içi çirkinliklerle, kötülüklerle, zulümlerle, yalanlarla, ihanetlerle dolu ideolojisini susamışçasına içiyor adeta. Yazık. ‘’Sorgulanmayan hayat, yaşanmaya değmez’’ der Sokrates.

 

ÜÇ: Güçlü olan kazanır ama gücün eserini ahlakla süsleyen payidar olur. Zira varlığın idamesi ahlak temelinde bir toplum kurmaya ve yine ahlak temelinde bir sistem oluşturmaya bağlıdır. Yumruğunun gücünü dehasının zekâsıyla ve doğal ahlak kanunlarıyla birleştiren bir millet insanlığa hükmetme ayrıcalığına kavuşabilecektir. Ve her devlet, hem güçlü, hem de zeki evlatlar yetiştirmekten yana sorumludur. Zira bekası buna bağlıdır. Ve her devlet yine, kadim ve temel değerleri ekseninde milli bir teşkilat kurmak zorundadır. Teşkilatsız milletler dağınıktırlar ve dağılmaya mahkûmdurlar. Türk milleti ise daima teşkilatlı bir millet olagelmiştir. Yine güçlü ve zeki fertler yetiştirme sorumluluğunun bilinciyle hareket etmiştir. Aynı zamanda güçlü bir ahlak sistemi de oluşturmuştur. Dinden önce töresi vardı, daha sonrada kendisiyle şeref kazandığı dinini, töresiyle mezcetmiştir. Ama tabi öncelik daima din olmuştur ve olacaktır da, bilakis uzamda savrulmaya mahkûmdur. Böylece dünyaya asırlarca nizamat vermiştir. Hayatta hiçbir canlı hatadan yana arî değildir. Elbet bizim ecdadımızın da hataları olmuştur amma emin olun ki bu hatalar barbar Batı’nın insanlık dışı hataları mesabesinde asla olmamıştır. Çünkü Batı mütemadiyen mutlak maddeci, ecdadımız ise mütemadiyen dengeci (madde-ruh muvazenesi) olmuştur. Bizim ecdadımızın sicilinde asla toplu katliamlar, soygunlar, gasplar, zulümler yoktur amma Batı’nın sicili bu ahlaksızlıklarla lebaleptir. Her millet kendi varlığına yönelik suikastları def etmek ve layığı ile tecziye etmek için güçlü ve adil bir hukuk sistemi de tanzim etmek zorundadır. Ve Türk milleti de, dini ve töresi temelinde bir hukuk sitemini mutlaka dizayn etmelidir.

 

DÖRT: Milleti, sahtekâr ve haince kumpaslarla tercihlere zorluyorlar. Liberal demokrat denilen sefil mikropların tuzağına düşülüyor. Bu parazitler bütün muhkem temelleri sarsmak için vardırlar, bunu idrak etmek zorundasınız. Sayın Başbakanımız ve hükümet üyeleri bu insanlığı çürüten mikroplara asla kanmamalıdır. Şöyle ki; şimdi ordu içine sızmış haysiyetsiz ve ahlaksız hainleri ortaya çıkarıyorlar. İşte ordunun geldiği hal bu diyorlar. Orduyu zımnen yıpratıyorlar. Eğer yeni şekillendirme olmazsa buna mahkûmsunuz diyorlar. Yeni şekil işte şudur falan gibisinden, emperyalizmle birlikte kurgulanan düzenin sadece yüzünü gösteriyorlar. Toplum aldatılıyor. Toplum, ulan diyor, madem bu kadar rezilleştiniz, düştünüz düşün artık milletin yakasından, gelen nasıl olursa olsun sizden iyidir nasılsa diye düşünmeye zorlanıyor. Bu çok netameli bir durumdur. Oysa mühim olan, yanlışlıkları doğruluklara döndürmek ve hainleri def edip karakterli insanları getirip koymaktır. Ve orduyu yıpratıp, itibarını sarsmadan konumunu korumaktır. Çünkü iktidarlar değişkendirler, ordu ise vatan gibi sabittir. Evet, ordu mensupları değişkendir ama ordu sabittir. Tıpkı devlet ve yöneticiler gibi. Bu yüzden duvar daima sağlam tutulmalıdır. İçindekiler ise düzeltilmelidir. Şayet icap ediyorsa tard edilmelidirler amma buradan giderek duvar zedelenmeye yeltenilmemelidir. Zira duvar yıkılırsa herkes altında kalır. Amma içeridekiler değişirse duvar muhkem bir kale olarak varlığını sürdürür ki, olması gerekende budur. Fertlerimiz, milletimiz, bu vatana ve millete layık olan bütün siyasilerimiz (dindar ve vatansever siyasilerimiz) bu konuda müteyakkız ve teennili olmak zorundadırlar. Temizleme faaliyeti olması normaldir amma teennili ve müteyakkız olunmalıdır. Ayrıca, ordu, siyasilerin inisiyatifine terk edilemez, siyasilerin oyuncağı derekesine düşürülemez, bu affedilmez bir ihanet olur.

 

Ordu aslında bir okul gibi olmalıdır. Milletin evlatlarının kendi kadim değerleri temelinde yetiştirildiği, savaşçılık ruhunun biteviye canlı tutulduğu ve uyanık kılındığı bir ocak olmalıdır. Azim ve kararlılık ruhu aşılamalıdır milletin evlatlarına. Disiplin ruhu kazandırmalıdır. Hem ahlaki disiplin, hem savaş disiplini. Sorumsuzluğun moda olduğu ve her bir ferdini esir aldığı bir milletin, varlığını uzun süre koruması muhaldir. Bu yüzden ordu sorumluluk bilinci aşılamalıdır. Dine ve vatana sadakat duygusuyla yüklü neferler yetiştirmelidir. Zira gençlerimiz taze sayılacak bir dönmede orduya iltihak etmektedirler ve ciddi sayılacak bir zaman sürecini orada geçirmektedirler.

 

Orduya düşman olanlar, milli varlığa düşman olanlardır. Çünkü milli varlığın en önemli koruyucusu ordudur. Ordudaki disiplin hiçbir kurumda yoktur. Millet hürriyetinin ve vatan savunmasının aziz bekçileridir Mehmetlerimiz. Ordu, sosyal hayatta ayrılmış insanları birleştiren ve bütünleyen bir yapıdır, tek hedefe kilitleyen bir yapıdır. Siyaset nasıl ayrıştırıyorsa, ordu da aynı derece de birleştirmektedir. Sosyal hayatta hırs, bencillik, açgözlülük, materyalizm hâkimken, bu yapıda bir halk uğruna adanma vardır, fedakârlık, feragat, vefa duyguları egemendir. Uğruna kendini feda etmeye hazır evlatları olmayan milletler yok olmaya mahkûmdurlar. Aynı şekilde savaşçı ruhunu kaybeden milletlerinde mukadderatı esir olmaktır. Şimdi burada hemen yanlış algılayıp tazyikte bulunmayın lütfen. Söylediklerimin dikkatle okunmasını ve doğru algılanmasını istirham ederim. Yanlışları ve yanlış işleyişi savunuyor değilim.

 

BEŞ: Müslüman-Türk milleti, güdülen bir sürü haline getirilmek isteniyor. Dini ve kılıcı düşürülmek isteniyor. Türk milleti, Batı karşısında zavallı ve sefil bir duruma düşürülmeye çalışılıyor. Türk milleti bu zokayı yutmayacaktır. Emperyalizmin şeytani planlarına direnmek zorundayız. Bu da Milli Birlik ve Milli Siyaset ile olur ancak. İslam ahlakı ve adaleti temelinde, bir Milli İnkîlap muhakkak şarttır. Türk Milleti oyuna gelmemelidir. Türk Milleti her denileni itirazsız yerine getiren, bir yanağına vurulursa diğer yanağını çeviren bir zillete mahkûm edilmek isteniyor. Bu asla kabul edilebilecek bir şey değildir. Bir de burada Türk Milleti derken, Kürt kardeşlerimde kendilerini bu bütünlük içerisinde görmelidirler,  zira onları da kastetmekteyim. Biz ayrılmaz bir bütünüz. Beden ile ruh gibiyiz. Alçakça kumpaslara gelmemeliyiz. Yalanlara aldanmamalıyız. Tarihimiz bir, dinimiz bir, vatanımız bir, Allah’ımız bir. Peki, ikilik nerede ve ikilik yaratanlar kim? Sormak ve akletmek dertlerimizin dermanı olacaktır. Sormak ve akletmek; gerçek dine ve gerçek kimliğe yol açan, darvinizme, komünizme, liberal demokrasiye ve faşizme yol kapayan şeydir. Haddini, hududunu ve kendini bilerek, ciddiyetle ve namusluca sormak eylemi, bütün şeytanı planların ecelidir. En başta Darvinizmin mutlak ecelidir.

 

Şu gerçek, kati surette bilinmelidir; hiçbir düşman güçlü olandan hazzetmez. Her düşman, daima pasif, zayıf karakterli, edilgen, kendisinden istifade edilebilecek tıynette olan kimseleri; çetin, direngen etken, karakterinden, köklerinden ve değerlerinden taviz vermeyen, kimliğine ve dinine mutlak şekilde tavizsiz bağlı olan kimselere karşı tercih eder ve onları kendi planları için kullanmaya çalışır. İşte şimdi, yaşadığımız zamanlarda, asırlarca kılıcı elinden, dini kalbinden düşmemiş ve bu iki yüce varoluş olgusuyla düşmana diz çöktürmüş olan Müslüman-Türk milletine, zayıf karakterli ve kullanılmaya müsait şahsılar eliyle diz çöktürülmeye çalışmaktadır düşman. Müteyakkız ve teennili olmamız şarttır. Dinimiz tahrip ve tahrif kaldırmaz, kılıcımız asla yumuşamaz, bunu dost-düşman herkes çok iyi bilmeli ve idrak etmelidir.

 

                ALTI: DİL: dil durumu da sonsuz önem arz etmektedir. Dil kültürün geçmişidir ve geleceğidir. Kültürler dil üzerinde var olurlar ve dil sayesinde yaşarlar, yayılırlar. Bu yüzden her millet diline sonsuz önem atfeder. Dilini ve kültürünü emperyalizmin pisliklerinden korur. ‘’Dil varlığın evidir’’ der Martin Heidegger. Keza ‘’kamus namustur’’ der Cemil Meriç. Dil bir milletin bekasında çok önemli bir yere sahiptir. Milletleri yaşatan dilleridir, dinleri olduğu gibi. Dilini yitiren toplumların kendileri de yitmeye mahkûmdurlar. Bir milletin çocuklarının, kendi dillerini tam manasıyla öğrenmeden, başka dilleri öğrenmeye tevessül etmeleri traji-komik bir vakadır. Hele bunun iktidarlar eliyle yapılması mutlak bir ihanettir. Söyleyin lütfen, onca gayretlerle yabancı dil öğrenenlerden kaç tanesi öğrendiği dili kullanabilmektedir? Çok küçük bir azınlık bundan istifade edecektir; bu da dilin kullanılmasının zorunlu ihtiyaç olduğu alanda iş yapıyorsa mümkün olacaktır. Diğerlerinin hepsi boşa zahmet çekmiş olacaklardır. Öğrenmesi gereken şeyleri öğrenmeye harcayacağı zamanını lüzumsuz yere kullanmış olacak ve kafasını ağrıtmaktan ve yormaktan başka şey yapmış olmayacaktır. İnsanın öğrendiği şeylerin, eğer hayatında sürekli kullanılabilirlik değeri varsa önem arz eder, bilakis lüzumsuzdur. Bir şeyin özünü vermek varken, bütünüyle kafalara zorla sokmaya çalışmak çok yanlıştır. Ve bugün yabancı dil, çocuklarımızın kafasına üstelik çok erken denecek yaşlarda zorla sokulmaya çalışılmaktadır. Üstelik şimdi birde yabancı öğretmen eliyle bu yapılmaya çalışılmaktadır. Bu tür uygulamalar bu millete ihanet, çocuklarımıza zulümdür. Gereksiz bilgi zekâyı köreltir, gerekli bilgilerin kalıcı olmasını engeller. Ve dil emperyalizmin en güçlü araçlarından biridir. Dil kültürün temelidir, kültürde emperyalizmin varlık sübabıdır. Emperyalizm önce dilini pazarlar, sonra da kültürünü pazarlar ve toplumları içten çökertir. Müteyakkız olmak kurtarıcıdır.

 

 

                Son tahlilde; Müslüman-Türk milleti verilenle avunan, kendisinden alınana ses etmeyen, sahip olduklarıyla gününü gün eden, bir yanağına vurulunca diğer yanağını gösteren ve güdülen bir sürüye dönüştürülmek istenmektedir. Bunun tahakkukunu bırakın tasavvurunu yapmaya çalışmak bile tahminsiz felaketleri tevlit eder. Herkes gideceği ve duracağı noktayı bilmek zorundadır. Zira her yere at sürülmez.

 

                Sevgili dostlarım! Böyle sürekli fikirler serdedip, hayatın olabildiğince sert gerçeklerine göz kapayıp, kulak tıkadığımı sanmayın. Bireysel ve toplumsal acılardan, sıkıntılardan, ızdıraplardan bihaber yaşayan bir insan değilim. Elbette fertler olarak, toplum olarak ciddi sancılarımız, acılarımız, sıkıntılarımız ve ızdıraplarımız var. Bazen takatsiz kalıyoruz, boğulacak gibi oluyoruz. Son raddeye bile geldiğimiz oluyor. Amma yine de, bizi biz yapan değerlerimiz sayesinde ayakta kalmayı başarıyoruz. Zira onca sıkıntılar ve acılar içersinde boğulan ve son raddeye gelip yaşama veda etme anında bizi düşünceye sevk edip kendimize gelmemizi sağlayan değerlerimiz var. İşte bu yüzden, ne kadarda, fert olarakta olsa, toplum olarakta olsa, bizi biz yapan ve yaşatan değerlerimizi, her şartta kim olduğumuzu unutmamalıyız, kimliğimize ve değerlerimize sahip çıkmalıyız. Zira bizi var eden, yaşatan, her türlü zorluklara karşı direnme gücü veren dinimiz, kültürümüz, tarihimiz ve değerlerimizdir. Bakınız, yanlışları, namussuzlukları, kötülükleri, zalimleri savunun demiyorum. Sadece kimliğimize ve değerlerimize sahip çıkalım ve kötülükleri yok edip iyilikleri egemen kılalım.

 

                Umutla, selamla, muhabbetler, kardeşlikle, paylaşımla, duayla, ahlakla, adaletle, vatanla, aşkla, sevgiyle, gerçekle, kitapla, önderle, Allah’la kalınız güzel ülkemizin güzel evlatları, sevgili dostlarım!

Tarih: 11.05.2011 Okunma: 636

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?